Scarecrow – Jerry Schatzberg (1973)

“İnsanları güldürebilirsen onlara vurmak zorunda kalmazsın.”

Eski bir mahkum ile eski bir denizcinin tesadüfen başlayan ve gelişen arkadaşlıklarının hikâyesi.

70’ler Amerikan sinemasının o kendine has ve bu ülkenin sinema tarihinde farklı bir yerde duran, ve Avrupa sinemasından etkilenmiş örneklerinden birisi bu film. Amerikan sinemasının en parlak ve farklı dönemlerinden biri olan bu dönemde sıradan insanların hikâyesini anlatan, marijinallere yer veren ve düzeni şu ya da bu ölçüde sorgulayan filmler çekildi. Bu filmin de yönetmeni olan Jerry Schatzberg ise ardı ardına çektiği üç film ile (“Puzzle of a Downfall Child”, “The Panic in Needle Park” ve Cannes’da Altın Palmiye ödülünü alan “Scarecrow”) bu dönemin iz bırakan isimlerinden biri olmuştu.

Zaman zaman bir yol filmi havasını da taşıyan Scarecrow filminde iki baş oyuncu Al Pacino ve Gene Hackman birbirinden çok farklı iki karakteri ve aralarında gelişen dostluğu çok parlak bir oyunculuk ile canlandırıyorlar. Pacino’nun saf, konuşkan ve sıcak karakteri ile Hackman’ın insanlara güven duymayan sert adam karakteri ve bu iki farklı insan arasında oluşan sevgi ve güveni sıcak, duygusal ve inandırıcı bir biçimde aktarıyorlar bize. Tek çekimden oluşan uzun planlarda tüm doğallıkları ile keyifli bir ikili oluşturuyorlar ve doğaçlama izlenimini veren karşılıklı diyaloglarda samimiyeti sonuna kadar hissettiriyorlar. Filmin başarılı görüntü yönetimi ise bu dalın usta ismi Vilmos Zsigmond’a ait ve orta ve alt sınıflar arasında geçen filmde süslenmiş/tasarlanmış değil aynen aktarılmış karelerden bir gerçeklik duygusu yansıyor seyredene.

Filmin başındaki otostop için yolda bekleme sahnesi karakterlerimizin tüm özelliklerini başarı ile aktarırken süs havuzunda geçen sonlardaki sahne Pacino’nun karakterinin kırılganlığını daha hareketli bir kamera kullanımı ve serbest bırakılmış izlenimi veren oyunculuklar ile yine keyifli bir şekilde sunuyor. Fotoğrafçı kökenli yönetmen görüntüyü eserin ruhunun önüne geçirmeyen ama anlatımı destekleyen bir biçimde kullanmayı başarmış bu bölümlerde.

Temel olarak günümüz dünyasında kendisine yer olmayan “korkulukları”, bir başka deyişle kavgayı değil güldürmeyi seçen insanları anlatan filmde Hackman’ın sert karakterinin korkuluğa dönüşümünü anlatan bar sahnesi içerdiği sembolizm ve oyunculuklar ile filmin doruk anlarından birini oluşturuyor. Bir filin bile kemiklerini kırabilmekle övünen bir adamın striptiz/dans sahnesi zaten tanımı ile bir etkileyicilik taşıyor elbette ama burada önemli olan tüm bu sahnenin taşıdığı sahicilik duygusu. Sondaki dramatik bölüm olmasaydı da etkileyiciliğini kaybetmeyecek olan film bir çıkış arayan karakterlerinin dayanışması üzerinden tüm olumsuzluklara rağmen yine de karamsarlıktan uzak durmaya gayret eden yapısı ile de övgüyü hak ediyor ve seyredeni tüm kargalara karşı korkuluk olmaya davet ediyor.

(“Korkuluk”)

Strangers on a Train – Alfred Hitchcock (1951)

“Kuramım şu ki herkes potansiyel bir katildir”

Bir tenis oyuncusunun trende karşılaştığı bir yabancının birbirlerinin cinayetlerini işlemeyi teklif etmesi ile başına gelenlerin hikâyesi.

Patricia Highsmith’in bir romanından uyarlanan film klasik Hitchcock kalitesini taşıyan, sinemanın unutulmaz eserlerinden biri. Yönetmenin 50’li yıllarda çektiği hemen tüm filmlerde olduğu gibi yine akıcılığı çok yüksek bir senaryo, zirvesinde bir teknik ustalık ve gerilimi yerinde bir hikâye var karşımızda. Highsmith’in sağladığı sağlam malzeme ustalıkla işlenmiş ve sahnelenmiş bu filmde.

Unutulmaz bölümler içeren bu filmin birkaç sahnesinden söz ederek yönetmenin başarısını hatırlamakta fayda var. Kırık gözlük camına yansıyan cinayet sahnesi “Psycho – Sapık” filmindeki duşta cinayet sahnesi gibi sinema tarihindeki kalıcı yerini alırken yönetmen hem harika kareler yakalıyor hem de filmde sonradan önemli bir yeri olacak gözlüğü vurgulayarak da seyirciyi ileride olacaklara hazırlıyor. Bu cinayetin gerçekleştiği lunaparktaki sahneler (hem cinayetin işlendiği ilk bölüm hem de tüm final bölümü) Hitchcock’un tüm ustalığını serbest bıraktığı ve has bir sinemaseverin tüylerini diken diken edecek bir estetik duygusunu içeren bölümler. Sık sık başvurduğu devrik kamera açıları ile atmosferin etkileyiciliğini artıran, kadrajın içine neyi alıp neyi almadığı ile bile çok şey söyleyen ve yönetmen ile pek çok filmde işbirliği yapmış Robert Burks’a ait siyah-beyaz görüntüleri ile tadı damağınızda kalacak bir görüntü çalışmasına sahip olan film bugün sinema okullarında ders olan başka anlar da barındırıyor. Örneğin tenis maçı bölümü, hızlı kurgusu, kahramanımızın maçı bir an önce kazanma telaşı ile oynadığı andaki gerilimi ve bir kült haline gelen ve tenis topunu takip için başlarını bir sağa bir sola çeviren seyircilerin ortasında sabit bir şekilde tenisçimize bakan kötü adam karesi ile yine çok başarılı bölümlerden biri.

Kurgusu da hayli başarılı olan film yanından gürültü ile geçen bir tren nedeni ile “boğacağım” onu diye bağırmak zorunda kalan bir adamdan bir başka adamın ellerine hızla geçiş yapmak gibi incelikli gösterilere sahne olurken kötü adamın evindeki yatak odasında geçen o gerilimli bölümü ile seyredeni gerçekten geriyor. Sinema tarihindeki en başarılı takip/taciz (“stalking”) filmlerinden biri bu ve takip edenin edilen üzerindeki hükümranlığını sonuna kadar siz de hissediyorsunuz seyrederken.

Farley Granger ve filmden bir yıl sonra 32 yaşında ölen Robert Walker başarılı oyunculukları ile ilginç bir ikili oluştururken Granger’ın rol aldığı bir başka Hitchcock klasiği “Rope” filminde olduğu gibi üzeri yine oldukça kapalı bir “homoerotizm” de sergiliyorlar. Özellikle yakın plan ve her ikisinin de yüzlerinin yer aldığı çekimlerde Walker’ın daha açık Granger’ın ise daha çekinik bakışlarını sezmemek mümkün değil.

Seyredeni avucunun içinde tutan film uyarlandığı romandan tek bir noktada saparak ve popüler sinemanın kalıplarına uyum göstererek kahramanımızı daha masum bir konuma soksa da yine de arka planda “mutlu ama vicdanı az da olsa rahatsız” bir kahramanı da hissettirmiyor değil. Ölmeden görülmesi gerekli klasiklerden.

(“Trendeki Yabancılar”)

Je ne Sais pas – Jacques Brel (1972)

Zirvede bir Brel. Müzik ile sözlerin atmosferinin inanılmaz bir uyumu. Bu şarkı nasıl söylenmeli ise öyle söylüyor Brel ve sözler/şiir müzikten bağımsız kendi başına bir başyapıt ve şarkıyı dinlerken tüm o şiirsel görüntüler gözünüzde canlanıyor. Fransız televizyonu bir o kadar başarılı bir iş yapmış ve basit ve şarkının önüne geçmeyen bir çekim ile Brel’in ve şarkının büyüsüne bırakmış tüm kontrolü. “Terkedilmek” böyle muhteşem sonuçlar veriyorsa… Şarkının bir de Sting yorumu var ki uzak durmakta fayda var.

Film Ekimi 2010

Güzel Bir Hayat Düşlerken (Cirkus Colombia) – Danis Tanovic : Umut veren bir başlangıçtan sonra süratle vasatlığa kayan bir film. Balkanlar, çatışma, aşk, rejim değişikliği, dönüşüm, arkadaşlık üzerine hem bunların tümünü kapsayan hem de her birini ele alan çok daha iyi filmler var. “No Man’s Land” filminin yönetmeninden bir hayal kırıklığı. Hikâye tahmin edilebilir, oyunculuklar sıradan…

İnsanlar ve Tanrılar (Des Hommes et des Dieux – Of Gods and Men) – Xavier Beauvois : Günümüz (ya da yakın bir geleceğin) Türkiye’si düşünülerek seyredilince ayrıca bir tat verecek “ağırbaşlı” bir film. Karşımıza getirdiği durumun altını çizmeyen, yalınlıktan taviz vermeyen, fanatizmin ve radikalizmin elde tutulabilir/yönetilebilir bir kavram olmadığını gösteren bir sinema eseri. Kuğu Gölü’nün müziği eşliğinde sergilenen ve klasik tablolardan esinlenmişe benzeyen rahip yüzleri sahnesi çok etkileyici. Hristiyanlık terminolojisini ve ideolojisini bir parça bilmekte yarar var. Ölüm sislere karışıp gitmek mi?

Mutluyum, Devam Et (HappyThankYouMorePlease) – Josh Radnor : Amerikan bağımsız sinemasından bir yeni örnek. Mutluluk arayışındaki farklı karakterler ve aralarındaki ilişkiler, büyük şehirde yolunu kaybedenler, kendisi ile dalga geçmek başta olmak üzere hınzır bir mizah, bol konuşma. Keyifli ve sıcak. Yeni bir şey yok ama sinemanın genç Woody Allen’lar tarafından hep dolu tutulması gereken alanından çekici bir örnek.

Hırsız (Der Räuber – The Robber) – Benjamin Heisenberg : Gerçek hayattan alınan konusu ilginç, anlatım profesyonel ama hemen tüm Alman/Avusturya filmleri gibi “soğuk”. Duyguların nerede ise izi yok bu filmde. Belki biraz fazla mekanik ama yine de çekici. Gerilimi, heyecanı dozunda ve oyunculuklar hayli başarılı. Finali hüzünlü ve bazı sahneleri özellikle de “soğuk” anlatımı ile hayli etkileyici.

Ağaç (The Tree) – Julie Bertucelli : Görüntü çalışması ve özellikle küçük oyuncusunun başarısı ile dikkat çeken, bir “kayıp” ile baş etme hikâyesi. Hüznün içindeki mizahı da çekip gösterebilen, metaforu bol, mücadelenin içindeki karakterlerinin umutsuzluktan umuda değişen ruh hallerini başarı ile yansıtan bir film. Amerikan sinemasının ustası olduğu “aile dramı” filmlerinin izinden giden ve kalıcılığı tartışmalı ama etkileyici bir çalışma.

Mezara Kadar (Get Low) – Aaron Schneider : Üst düzey oyunculukları en başarılı yanı. Her birinin ve özellikle Bill Murray’nin performansı kayda değer. Gizemli yanı belki yeterince gizemli değil veya çabucak filmin kendi de unutuyor bunu ama geçmişteki bir acıyı ve bunun sorumluluğunu taşımanın yükünü başarı ile aktaran ve klasik sinema bakışı ile çekilmiş bir film. Festivalden çok vizyona yakışıyor.

Gümmm (Kaboom) – Gregg Araki : Araki her alanda aşırıya gitmiş ve ortaya bir film ne derece kötü olabilir sorusunu sorduran bir film çıkmış. Renk skalasındaki her bir rengin en parlak halleri ile yer aldığı film, saçmalık seviyesinde ama maalesef saçmalığın o gizemli gücünü taşımadan. “O kadar kötü ki güleceksiniz” düzeyinde bile değil.

Aslı Gibidir (Copie Conforme – Certified Copy) – Abbas Kiarostami : Fatih Özgüven’in dediği gibi Kiarostami Avrupa’ya gelince Rohmer olmuş ve bence çok da iyi olmuş. Muhteşem bir Binoche, entelektüel derinlikten karı-koca diyaloglarına uzanan geniş bir içerik aralığındaki diyaloglar, küçük bir mizah, rol oynamalar ve olağanüstü Toskana. Sanat eserlerinin taklitlerinden taklit hayatlara, bir eseri beğenmemizi sağlayan şeylerin ne olduğu üzerine bir dolu soruyu karşımıza getiren o “sanatçı” filmlerinden.