Film Ekimi 2014 – 1

Mucizeler (Le Meraviglie) – Alice Rohrwacher : Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü alan film İtalyan yönetmen Alice Rohrwacher’in ikinci uzun metrajlı çalışması. Büyük laflar etmeden ve dramatik olayların peşine düşmeden kaybolmakta olan bir hayata, burada İtalyan köy hayatına adanan bir ağıt olarak nitelenebilir bu çalışma. Dört kızı ve karısı ile bu hayata sığınmış görünen ve değişmeye veya değiştirmeye sonuna kadar direnen bir adamın, değişen (daha doğrusu ekonomik ve politik sistemler tarafından değiştirilen) bir dünyaya nereye kadar direnebileceğini seyircisine de düşündürten film, bunu genç kızların en büyükleri üzerinden anlatılan bir büyüme hikâyesi ile de birleştirmeyi başarıyor. Babanın otoriter (ama pek de sözünü dinletemeyen bir otoriterlik bu!) havasının doğallığı ile televizyon yarışmasındaki demokrasinin(!) yapaylığını da akıllıca yan yana getiren film reality şovları ile ustaca dalgasını geçiyor. Özellikle Etrüsk tarihi (daha doğrusu onun sahte kelimesini sonuna kadar hak eden taklidi) üzerinden yaratılan ve yarışmacıların bir adada toplandıkları yarışma programı, içine atıldığımız sahte mücadeleleri ve hikâyeleri dibine kadar sömürülüp sonra hemen unutuluveren bireyleri bize hatırlatırken, film özellikle çocuk oyuncularının başarısı ile de dikkat çekiyor. Rohrwacher’in bu ilginç filminin kimi anları ile İtalyan Yeni Gerçekçi akımının filmlerini hatırlattığını da belirtmek gerek. Yok olan bir “doğal” hayat ve yerine koyduğumuz sahtelikler üzerine görülmesi gerekli bir film olan bu çalışma, küçük mizahı ile de dikkat çekiyor. Karakterlerini seyirciye yeterince tanıtamamak gibi bir sıkıntısı olsa da filmin bütünü içinde çok da rahatsız edici değil bu durum.
(“The Wonders”)

Karda Bir Beyaz Kuş (White Bird in a Blizzard) – Gregg Araki : 2010 tarihli ve eşcinsel sinemanın en kötü örneklerinden biri olan “Kaboom – Gümmm” adlı filminden dört yıl sonra Araki gerilimi de olan bir dram yapmayı seçmiş Laura Kasischke’nin romanını kendi senaryosu ile sinemaya uyarlayarak. Romanı bilmiyorum ama film hemen tüm tanıtımlarının ortak cümlesi olan “annesi kaybolan bir genç kızın” dramını (veya travmasını) anlatmaya soyunmuş olsa da bunu pek başarabilmiş görünmüyor. “Kaboom” ile kıyaslandığında -neyse ki- daha dozunda tutulmuş bir oyunbazlığı var filmin ama yine de “renkli” bir havadan kaçın(a)mamış görünüyor yönetmen. Kaçınamayınca da yaratmak istediği gerilim veya dram da daha çok bir sıradan bir gençlik filminde görebileceğinizden farklı olmamış ne yazık ki. Araki’yi tanıyanların tahmin edebileceği ama diğerleri için belki çarpıcı olabilecek finaldeki sürpriz eğlendirebilir bazılarını mutlaka ama sadece bu, filmi ayağa kaldırmaya yetmiyor. 1980’lerden güzel şarkılar, Araki ve görüntü yönetmeni Sandra Valde-Hansen’in yaratttığı estetik dünya ve cinsel keşif peşindeki karakteri ile kimileri için çekici olabilir yine de.

İnsanları Seyreden Güvercin (En Duva Satt På En Gren Och Funderade På Tillvaron) – Roy Andersson : İsveçli yönetmen Roy Andersson’un “Yaşayanlar” üçlemesinin bu sonuncu filmi Venedik’te Altın Aslan ödülünü almıştı bu yıl. Her bir sahnesi kesintisiz ve sabit kamera ile çekilmiş tek plandan oluşan film bu tercihinden kaynaklanan statikliği, absürt mizahı ve gerçeküstücü öğelerini anlamanın (daha doğrusu yorumlamanın) çaba gerektirmesi nedeni ile herkese göre değil kuşkusuz. Bazı bölümlerinin (özellikle iki satıcı ile ilgili bölümler) bir parça sarkmış göründüğü çalışma, bu kusuru bir yana bırakılırsa görülmeyi kesinlikle hak ediyor. Senaryoyu da yazan Andersson çok çarpıcı bölümler yaratmış hikâyesinde. Örneğin 17. Yüzyılda Rusya ile savaşmaya giden ve bir başka bölümde de geri dönen İsveç ordusunun ve kralları 12. Karl’ın sahneleri kesinlikle çok başarılı. Benzer şekilde İkinci Dünya Savaşı sırasında paraları olmadığı için içkilerini birer öpücükle ödeyen askerler veya hemen açılıştaki flamenko dans dersi bölümleri çok eğlenceli. Andersson filmlerinde sıklıkla yaptığı gibi İsveçliler’in hayat tarzları ile de sıkı bir şekilde geçiyor dalgasını (siparişi verdikten sonra ölen adamın siparişinin ne olacağı konusu veya apartmanın kuralları nedeni ile kendi evine giremeyen adam gibi). Filmdeki tüm telefon konuşmalarının değişmez cümlesi olan “iyi olduğunu duyduğuma sevindim” cümlesi insan ilişkilerindeki sıcaklıktan uzak “profesyonel samimiyeti hatırlatırken”, film bir ağaç dalına konup insanlığın halini seyreden bir güvercin gibi gözlüyor insanoğlunu ve gördüklerini de bize aktarıyor küçük hikâyeler halinde. Geçmişteki monarşizmden günümüzdeki kapitalizme insanın hep sömürüldüğünü de hatırlatıyor bize Andersson görsel gücü hayli yüksek olan bu filminde. Her bir statik sahne ayrıntılara önem veren seyircisini de görselliği ile ödüllendiriyor ve vampir maskelerinden zombiler gibi yürüyen karakterlerine ve pek çoğunun yüzü ölümün beyazlığını taşıyan karakterleri ile ölümün kendisini de doğrudan veya dolaylı olarak sürekli hatırlatıyor bize.
(“A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence”)

Film Ekimi 2010

Güzel Bir Hayat Düşlerken (Cirkus Colombia) – Danis Tanovic : Umut veren bir başlangıçtan sonra süratle vasatlığa kayan bir film. Balkanlar, çatışma, aşk, rejim değişikliği, dönüşüm, arkadaşlık üzerine hem bunların tümünü kapsayan hem de her birini ele alan çok daha iyi filmler var. “No Man’s Land” filminin yönetmeninden bir hayal kırıklığı. Hikâye tahmin edilebilir, oyunculuklar sıradan…

İnsanlar ve Tanrılar (Des Hommes et des Dieux – Of Gods and Men) – Xavier Beauvois : Günümüz (ya da yakın bir geleceğin) Türkiye’si düşünülerek seyredilince ayrıca bir tat verecek “ağırbaşlı” bir film. Karşımıza getirdiği durumun altını çizmeyen, yalınlıktan taviz vermeyen, fanatizmin ve radikalizmin elde tutulabilir/yönetilebilir bir kavram olmadığını gösteren bir sinema eseri. Kuğu Gölü’nün müziği eşliğinde sergilenen ve klasik tablolardan esinlenmişe benzeyen rahip yüzleri sahnesi çok etkileyici. Hristiyanlık terminolojisini ve ideolojisini bir parça bilmekte yarar var. Ölüm sislere karışıp gitmek mi?

Mutluyum, Devam Et (HappyThankYouMorePlease) – Josh Radnor : Amerikan bağımsız sinemasından bir yeni örnek. Mutluluk arayışındaki farklı karakterler ve aralarındaki ilişkiler, büyük şehirde yolunu kaybedenler, kendisi ile dalga geçmek başta olmak üzere hınzır bir mizah, bol konuşma. Keyifli ve sıcak. Yeni bir şey yok ama sinemanın genç Woody Allen’lar tarafından hep dolu tutulması gereken alanından çekici bir örnek.

Hırsız (Der Räuber – The Robber) – Benjamin Heisenberg : Gerçek hayattan alınan konusu ilginç, anlatım profesyonel ama hemen tüm Alman/Avusturya filmleri gibi “soğuk”. Duyguların nerede ise izi yok bu filmde. Belki biraz fazla mekanik ama yine de çekici. Gerilimi, heyecanı dozunda ve oyunculuklar hayli başarılı. Finali hüzünlü ve bazı sahneleri özellikle de “soğuk” anlatımı ile hayli etkileyici.

Ağaç (The Tree) – Julie Bertucelli : Görüntü çalışması ve özellikle küçük oyuncusunun başarısı ile dikkat çeken, bir “kayıp” ile baş etme hikâyesi. Hüznün içindeki mizahı da çekip gösterebilen, metaforu bol, mücadelenin içindeki karakterlerinin umutsuzluktan umuda değişen ruh hallerini başarı ile yansıtan bir film. Amerikan sinemasının ustası olduğu “aile dramı” filmlerinin izinden giden ve kalıcılığı tartışmalı ama etkileyici bir çalışma.

Mezara Kadar (Get Low) – Aaron Schneider : Üst düzey oyunculukları en başarılı yanı. Her birinin ve özellikle Bill Murray’nin performansı kayda değer. Gizemli yanı belki yeterince gizemli değil veya çabucak filmin kendi de unutuyor bunu ama geçmişteki bir acıyı ve bunun sorumluluğunu taşımanın yükünü başarı ile aktaran ve klasik sinema bakışı ile çekilmiş bir film. Festivalden çok vizyona yakışıyor.

Gümmm (Kaboom) – Gregg Araki : Araki her alanda aşırıya gitmiş ve ortaya bir film ne derece kötü olabilir sorusunu sorduran bir film çıkmış. Renk skalasındaki her bir rengin en parlak halleri ile yer aldığı film, saçmalık seviyesinde ama maalesef saçmalığın o gizemli gücünü taşımadan. “O kadar kötü ki güleceksiniz” düzeyinde bile değil.

Aslı Gibidir (Copie Conforme – Certified Copy) – Abbas Kiarostami : Fatih Özgüven’in dediği gibi Kiarostami Avrupa’ya gelince Rohmer olmuş ve bence çok da iyi olmuş. Muhteşem bir Binoche, entelektüel derinlikten karı-koca diyaloglarına uzanan geniş bir içerik aralığındaki diyaloglar, küçük bir mizah, rol oynamalar ve olağanüstü Toskana. Sanat eserlerinin taklitlerinden taklit hayatlara, bir eseri beğenmemizi sağlayan şeylerin ne olduğu üzerine bir dolu soruyu karşımıza getiren o “sanatçı” filmlerinden.