The Terminal Man – Mike Hodges (1974)

“İnsanları ameliyat edip sebzeye çevirdiler ve sebzeleri idare etmek akıl hastaneleri için daha kolaydır””

Geçirdiği kaza sonucu engel olamadığı öfke ve şiddet nöbetleri yaşayan bir adamın, beynine yerleştirilen bilgisayar kontrollü çiplerden sonra başına gelenlerin hikâyesi.

Michael Crichton’ın bir romanından uyarlanan film biraz bilim kurgu biraz gerilim havası ile idare eden orta karar bir çalışma. Konusu düşünülünce filmden elbette başarı hırsına kapılan doktorlar, daha aklı başında doktorlar (ki genellikle kadın olurlar), bir şekilde yolunda gitmeyen bir deneme (yolunda giden bir deneme film yapmaya değer bir sonuç değil diye düşünerek) ve bir kurban beklenir ki bunların tümü de var bu filmde.

Müzik bandında Glenn Gould yorumu ile Bach dinleyebileceğiniz ve baş rolünde George Segal’i görebileceğiniz film bu iki seçimi ile de şaşırtabilir biraz çünkü müziğin filmin atmosferi ile çok da bir ilişkisi yok gibi ve Segal böyle bir rolde görmeyi bekleyeceğiniz ilk aktörlerden biri değil. Biraz eğreti duran peruğu taktığı sahneler dışında Segal yine de aksamadan idare ediyor ve kimi sahnelerde, örneğin elektronlara küçük şoklar verilerek deneme yapılan sahnelerde, verdiği tepkiler ile etkilemeyi de başarıyor.

Filmde dikkat çeken yönlerden biri bu kategorideki bir Amerikan filminden bekleneceğinin aksine çoğunlukla sakin ve yavaş bir anlatımı seçmiş olması. Örneğin ameliyat sahnesi alış(tır)ılanın aksine oldukça uzun tutulmuş ama tüm bu bölüm hem yapılan operasyonun “soğukluğunu” hem de “doğa dışılığını” vurgulayarak filmin temasına destek olmuş. Olmuş ama film bu sakin anlatım seçimini cazip kılacak şekilde hikâyenin altını ne kadar doldurabilmiş, tartışılır. Filmin en başarılı sahnesi ise yönetmenin de varlığını hissettirdiği tek sahne belki de. Ameliyattan sonraki ilk cinayet sahnesi ve sonrası çekimleri, stilize anlatımı ve su yatağı, kan, bıçak ve su gibi malzemeleri kullanışı ile çok başarılı. Film boyunca sık sık karşımıza gelen “gözetleme deliğinden bakıp konuşan insanlar” insanın tüm bu teknolojik gelişmelerin asıl yararlanıcısı olmasının yanında bir anlamda aslında bazı bireylerin diğer bireyleri bu gelişim sürecinde kobay olarak kullandığını ve belki de temel amacın birilerinin diğerleri üzerindeki hükümranlıklarını kalıcı kılmak olduğunu hatırlatıyor.

Tedavi yönteminin etikliği, suçu önlemek için insanın doğasına ne kadar müdahele edilebileceği gibi soruları karşımıza getiren bir romandan orta karar bir uyarlama sonuçta. Genç bir yaşta ölen Joan Hackett ve kısa bir rolde karşımıza gelen Jill Clayburgh’ü hatırlamak, beyin kontrolü ve tıp biliminin karmaşıklığı üzerine düşünmek için de seyredilebilecek bir “terminal (ama dummy olanlardan değil!) adam” filmi. 70’lerde çekildiği unutulmamalı ve komik robot tasarımı dikkate alınmamalı elbette. Teknoloji son analizde iyi midir sorunsalını hatırlatan hikâyesi ile de ilgi çekebilir.

(“Beyin Nakli”)

Abril Despedaçado – Walter Salles (2001)

“Aklımdan çıkmayan başka bir şey var: ben, abim ve rüzgarda uçuşan gömlek”

Yirminci yüzyıl başında Brezilya’da bir kan davasının kısır döngüsü içinde kalan bir gencin hikâyesi.

İsmail Kadare’nin bir romanından uyarlanmış olan film hikâyenin zamanını değiştirmemiş ama olayların geçtiği yer Arnavutluk’tan Brezilya’ya alınmış. Bu değişiklik hikâyenin özünde çok da bir değişikliğe yol açmamış görünüyor; hikâyenin özünde dinsel bir motif olmadığı için ve adına kan davası denen ilkellik dünyanın herhangi bir yerinde dinden bağımsız bir olgu olarak var olabildiği için olayların çarpıcılığında herhangi bir etkilenme olmamış.

Altlarında kara toprağın ve üzerlerinde güneşin olduğu ve bunun dışında hiçbir şeyin yer almadığı bir köyde geçen filmin hikâyesinin çarpıcılığı ve dramatik gücü filmin hem güçlü yanını hem de zayıf olarak nitelendirilebilecek en temel yanını oluşturuyor. Hikâye bu kadar dramatik olunca ve yönetmen de bu hikâyenin sinemasal açıdan bir arayış veya yeniliğe girişmeden çok başarılı da olsa sadece görsel karşılığını üretiyorsa bunu bir zayıflık olarak görmek mümkün ama bu durum çıkan sonucun ne kadar etkileyici olabildiği gerçeğini değiştirmiyor. Belki de romanda/edebiyatta bir ölçüde okuyanın hayal gücüne (ve dolayısı ile entellektüel kapasitesine ve her anlamdaki birikimine) bırakılan “imaj” bu kadar net ve gösteren/açıklayan bir tavırla karşımıza getirilince oluşan bir histir bu sadece.

Toparağın ve güneşin renklerinin hâkim olduğu bir görselliği var filmin. Geniş perde özelliği ile uçsuz bucaksız ve ıssız görünen mekanlar, üzerlerinde epey düşünülmüş ve bu nedenle bazen fazla ölçülüp biçilmiş gibi görünen karelerde dünyadan soyutlanmış gibi duruyorlar ve bu da dramatizasyonun gücünü iyice artırıyor. Zaman zaman tabloya benzer görüntülerin bu “klasik güzelliği” bir yandan da ilave bir etki sağlamış aslında; bazı kareler dramatik bir dinsel hikâyeyi anlatan on yedinci ve on sekizinci yüzyıl klasik resim sanatının örneklerini ve dolayısı ile o hikâyelerin “büyük” ve “kutsal” kavramlarının etkisini taşıyor filme. İpte sallanan/dans eden kızın çağrıştırdığı özgürlük ve hayatın karşısında, ipe asılı ve rüzgârda dalgalanan bir kanlı gömleğin çağrıştırdığı ölüm görüntülerinde olduğu gibi sembolik anlamda da görselliği zengin olan bir film bu.

Etkileyici cinayet sahneleri (özellikle kahramanımızın intikam amacı ile işlemeye zorlandığı cinayetin sahnesi çok başarılı) ve filmin farklı anlarında farklı seçim yapılan yol ayrımı gibi sembolik görüntüleri ile görsel açıdan oldukça etkileyici anları olan filmde oyuncular da üstlerine düşeni yerine getirmiş gibi görünüyorlar. Burada senaryodan kaynaklanan nedenlerle yaşına göre bazen fazla büyük düşünen ve konuşan Pacu rolünün belki bir parça daha iyi işlenebileceği söylenebilir.

Babadan izin almadan dışarı çıkamayacak kadar küçük ama aynı babanın bir insanı –ne amaçla olursa olsun- öldürmesini isteyeceği kadar büyük bir insanın içine düştüğü ikilemi ve aşkın vaat ettiği bir yeni dünya ile geleneklerin acımasızca sınırladığı bir eski dünya arasında kalmışlığını sonuçta hayli bir etkileyici bir şekilde anlatan bir film bu. İnsanların –kendilerinin veya kendinden öncekilerin yarattığı- bir ilkelliğe kutsallık ve dolayısı ile değişmezlik atfetmeleri, ve öldürene ölenin cenaze evine gittiğinde, geleneğe uygun bir davranış gösterdiği için doğru zamanı gelene kadar dokunulmayacak kadar bu kutsallığı yüceltmeleri insanlığın içinde bulunduğu tüm dogmalara da etkileyici bir örnek olmuş. Sonunda “denize kavuşmanın” yolunun planlananın dışında veya bir başka deyişle geleneğin ön görmediği trajik bir olay sonucu ile değil, insanın aklın yönetimindeki iradesi ile olması gerektiğini düşündürten hayli etkileyici bir film sonuç olarak.

(“Behind the Sun” – “Güneşin Ardında”)

Yi Ye Taibei – Arvin Chen (2010)

“Tayvan sensiz çok hüzünlü, hem de çok”

Aşkının peşinde Paris’e gitme çabası içindeki bir gencin başına gelenlerin hikâyesi.

Karakterleri ve olay örgüsü ile sık sık Fransız sinemasından ve özellikle Yeni Dalga akımından esintiler taşıyan film keyifli, amaçladığı kadar olmasa da yeterince zıpır ve yine yeterince akıcı bir komedi. Filmin kaybedilen aşkın hüznüne de değinir gibi bir yanı var ama aslında o da sadece yeni aşkın güzelliğini artırmak için bir araç gibi görünüyor.

Evet Yeni Dalga ve özellikle Truffaut. Filmdeki kahramanımız seyredene sürekli Truffaut filmlerinde Jean Pieree Léaud tarafından canlandırılan Antoine Doinel karakterini çağrıştıracaktır; biraz deli, biraz romantik, biraz şaşkın ve iyi yürekli bir karakter. Onun ve diğer yine Yeni Dalga filmlerinden çıkmış gibi görünen şaşkın karakterlerin Tayvan sokaklarında ve 2000’li yıllarda ne aradığı sorulabilir elbette ama filmin sonuçta ve özellikle ikinci yarısında hayli başarılı bir atmosfere sahip olduğu gerçeğini görmeye engel olmamalı bu soru.

Bir şekilde parlak ve canlı renkleri sık sık kullanan ve böylece delişmen atmosferini artıran bir film bu; tüm o turuncu takım elbiseler içindeki küçük çete, kitapçı raflarındaki tüm o renkli ciltli kitaplar ve marketteki ürünlerin renkleri göz alıcı bir parlaklığa sahipler. Filmin iyimser ve mutlu havasını destekleyen bu durum kötü karakterlerin de naifliği ile altı çizilen bir neşeli atmosferin doğmasına neden oluyor film boyunca. Temelde dört farklı genç karakter etrafında (polis, Paris’e gitmeye çalışan kahramanımız, emlakçının yeğeni ve kitapçıda çalışan kız) geçen film bu karakterlerini belki pek detaylandırmıyor ama ince dokunuşlarla onları bu keyifli filmi sürükleyen karakterler haline getirmeyi başarıyor. Kahramanımız Kai rolündeki Jack Yao bu ilk uzun metrajlı filminde küçük ve sevimli oyunu ile, emlakçının yeğeni rolündeki Lawrence Ko ise bilinçli ve tatlı bir şekilde hafif abartılmış oyunu ile en çok dikkati çeken isimler.

İkinci yarısında bazı anlarında bir vodvil havası da taşıyan film, belki daha zıpır veya uçarı bir havaya sahip olsaydı çok daha üst noktalara gidebilirdi ama bu hali ile de eğlendiriyor, sürüklüyor ve kapanıştaki yavaş gösterim ile verilen dans sahnesinde olduğu gibi mutluluk veriyor. Hem bu güzel sonu hem de kitapçıda başlayan aşkların güzelliğini hatırlattığı için ve davul ritminin sürüklediği ve filmin yapısına ve içeriğine mükemmel bir uyum gösteren Wen Hsu imzalı müziği için de ayrıca ilgiye değer.

(“Au Revoir Taipei” – “Elveda Taypey”)

Cairo Time – Ruba Nadda (2009)

“Çok sahiplenici ve talepkârdı. Hep çok iyi başlarlar ama sonra gerçek ortaya çıkar.”

Kahire’de kocasını beklerken bir son aşkın eşiğine gelen bir kadının hikâyesi.

Bir Doğu ülkesinde yeni bir aşkın kenarına kadar gelen ve kocasının yeterince ilgilen(e)mediği bir Batılı kadının hikâyesini anlatan bir film bu. Bir yandan oldukça klişe, bir yandan da bir şekilde dokunaklı bir film. Mısır, Nil, piramitler, yerel düğün, Batılı kadına göz süzerek bakan Doğulu erkekler vb. klişeler çok abartılmasa da filmde yerlerini almışlar elbette. Kocası ortada olmayan ve ne zaman geleceği belirsiz bir kadın Doğulu (Batılılaşmayı henüz becerememiş!) erkeklerin rahatsız edici bakışları ve “Ye Beni” ifadesine kadar uzanan tacizleri altında, hava sıcakken, ülke egzotik ise ve nedense diğer hemen tüm Batılılar sıkıcı iken ve yanıbaşında da yakışıklı ve hem Doğulu güzelliğini ve kültürünü hem de Batı medeniyetine yakınlığını koruyan bir adam varsa ne olur? Elbette aşık olur.

İşte tüm bu yukarıdakilere rağmen filmi yine de çekici kılan iki temel başarısı var; Patricia Clarkson’un her zamanki abartısız ve yalın oyunu ve yönetmenin benimsediği sakin anlatım. Clarkson son bir heyecanın kıyısına gelmiş bir kadının tereddüdünü, kendisine gülümseyen bir mutluluğa yorgun, çekingen ve hüzünlü bakışını çok başarılı bir şekilde yansıtıyor ve “The Bridges of Madison County” filminde Meryl Streep’in çok benzer bir rolde yaşadığı ve seyredene yaşattığı kalmak/gitmek ikileminin sancısını geçiriyor seyredene. Yönetmenin telaşsız ve sadece o sırada orada olduğu için yaşanananlara tanıklık eder gibi kullandığı kamerası filme bir samimiyet katmış görünüyor.

Güzel görüntüleri, güzel şarkıları (Ümmü Gülsüm bile var müzik bandında, daha ne olsun) ve en az o şarkılar kadar etkileyici orijinal müziği ile film, seyircisini dramatik anlamda etkileyecek bir sonuca sahip ama seyrederken sık sık tüm bu Mısır, Doğu, egzotizm, Doğu toplumunda kadın-erkek ilişkileri üzerine yüzeysel kalan değinmeler bir kenara bırakılsa ve film bir “Brief Encounter” olmayı seçseydi ne olurdu diye düşünmemek elde değil. Doğulu tınıları taşımayan her notasında orijinal müzik de tam da bunu söylüyor aslında. Başlarken biten, yarım kalan her şey gibi ağızda acı bir tat bırakmayı yine de bir ölçüde başaran film kapanan asansör kapısı ve öpüşülmeyen öpüşme sahneleri bu fazla yakınına gelinemeyen hedefin işaretlerine de sahip. Kahramanımızın içinde bulunduğu yarım mutluluğu ve artık bir yeni heyecanı yaşayamayacak olmasının burukluğu ile tezat oluşturmak için biraz uzatılmış görünen düğün sahnesinde Patricia Clarkson’un yüz ifadesinin çok iyi özetlediği, küçük, yalın ve hedefini biraz kaçırmış bir film.

(“Kahire Zamanı”)