Uro – Stefan Faldbakken (2006)

“Onlardan nefret etme, onlara yardım etme. Sadece işini yap”

Teşkilatı içinde biraz ayrıksı duran bir polisin olayları kendi başına çözme kararından sonra gelişenlerin hikâyesi.

Çizginin üzerindeki polisiye sinemanın sevdiği temalardan biridir sıradışı polislere el atmak. Amerikan ve Fransız sinemasının sık sık gündeminde yer alan bu konu bu kez bir Norveç filminde karşımıza çıkıyor. Yalnız, sert, özgür, gerektiğinde aşkı için fedekârlıkta bulunacak kadar romantik ve elbette geçmişinde bir sır, bir trajedi, filmin finaline doğru ne olduğu anlaşılacak bir büyük acı olan bir polisin bu hikâyesi benzerlerinden çok da farklılık göstermese de ve bu anlamda orijinallik açısından sıkıntısı olsa da sonuçta iyi ve temiz bir anlatımı olan bir filme kaynaklık ediyor.

Kuralların sık sık dışına çıkan polisimiz bir defasında bu durumunu “Biri kaçarsa peşine düşersin, bu iş böyledir” diye özetleyerek kendisini yerleşik kuralların dışında tutuyor ve filmdeki olaylar onun kişisel kararları ve aksiyonlarına bağlı olarak gelişiyor sürekli. Hikâyeye katılan gizem, romantizm ve şiddet unsurları aslında hikâyenin pek de kompleks olmayan içeriğini bir parça zenginleştiriyor ama sonuçta filmin zaman zaman vermeye çalıştığı epik havasını taşıyacak bir havası yok olan bitenin. İnandırıcılık açısından da sıkıntıları var hikâyenin; polisimizin herkesin birbirini tanıdığı bir ortamda giriştiği çok riskli kimlik değişikliği ve bu değişikliğin ortaya çıkmaması için dayandığı güvencenin alkolik annesi olması, veya kendisi ile bu kadar dayanışma içinde olan bir organizasyonda kendi başına işlere kalkışmasının nedeni pek de inandırıcı biçimde aktarılamıyor seyredene.

Oyuncu kadrosu içinde özellikle öfkeli ve yalnız olduğu karelerde dikkati çeken başroldeki Nicolai Cleve Broch ve Mette rolündeki Ane Dahl Torp öne çıkan isimler. Bu iki karakter arasında gelişen aşk hikâyesi özellikle sondaki karşılıklı fedakârlıklar düşünüldüğünde pek de iyi anlatılmamış görünüyor. Bu eksiklikler bir yana bırakılırsa özellikle hızlı sahneleri ile (filmin başındaki baskınla sonuçlanan sahne başta olmak üzere) ve Broch’un kendini iyice gösterdiği zamanlardaki performansı ile dikkat çeken film tam anlamı ile olmasa da sıradan bir ayrıksı polis hikâyesinin ötesine geçmeyi başarıyor ve geçmişi anlamadan ve onunla barışmadan geleceğe ilerlemenin mümkün olmayabileceğini söylüyor. Filmin kapanış jeneriklerinde söylenen “No one would ever know” şarkısı başta olmak üzere, orijinal müziğinin hem kendi başına hem de hikâye ile ilişkisi açısından oldukça başarılı olduğunu da belirtmek gerek. Özetle yalnız, duygusal ve huzursuz bir polisin temiz anlatılmış bir hikâyesi bu film.

(“Restless” – “Huzursuz”)

Plein Sud – Sébastien Lifshitz (2009)

“Onu son görüşümde ellerini saçlarımda gezdirmişti. Hiçbir şey söylememişti ama gözlerinde tuhaf bir şey vardı”

Çocukluğunda yaşadığı trajedinin etkisindeki bir adam üzerinden bir yol hikâyesi.

Eşcinsel temalarla çektiği filmlerle tanınan Fransız yönetmen Sébastien Lifshitz’ten çelişkili duygular yaratacak bir film. Geçmiş, bugün, geçmişle yüzleşme anları arasında gidip gelen ve geleceği belirsiz bırakan bir film bu ve temel olarak iki farklı anı (geçmişi ve bugünü) anlatırken sanki iki farklı tavır benimseyerek bu farklı anlar arasında da bir kopukluğa neden oluyor yönetmen.

Dört farklı karakter (hamile genç kız, onun açık eşcinsel erkek kardeşi, yolda arabaya aldıkları ve kızla yakınlaşan genç adam ve yolculuk ettikleri arabanın da sahibi olan ve geçmişinde bir trajik hikâyesi olan gizli eşcinsel adam) içlerinden sadece birinin hedefinin olduğu bir yolculuğu yaparken tanışıyor, çekişiyor, kavga ediyor, aşık oluyor, acı çekiyor, eğleniyorlar. Film bir yandan biraz kaygısız, biraz soğuk bir biçimde tüm bunları hareketli bir kamera ve bazen de oyunculardan birinin el kamerası ile aktarırken sık sık ve kısa süreli geriye dönüşlerde çok başka bir sinemanın, trajedi ile iletişimin odak noktaları olduğu oldukça etkileyici bir sinemanın havasını taşıyor. Filmi seyrederken keşke film sadece bu geçmişten ve sondaki yüzleşmeden oluşsaydı, diğer tüm yol sahneleri ise sanki ayrı bir hikâye gibi akmak yerine sadece kahramanımızı ve trajedisini anlamak için daha akıllıca tasarlanmış bir zemin olsaydı diye düşünmemek elde değil. Oysa film yolculuk bölümü ile başka bir filmin konusu olabilecek sunulan aşkın reddi veya kabulü, güven, normlar dışında olmanın getirdiği yalnızlık, dürüstlük gibi başka temalara ve sık sık hissettirilen bir eşcinsel estetik üzerinden el atmayı tercih etmiş. Bir başka deyişle yolculuk bölümünün “gürültüsü” geçmişin ve yüzleşmenin sessiz estetiğini bastırmış görünüyor.

Yannick Renier’in oyuncu kadrosunun içinden öne çıktığı ve özellikle sessiz anlarında bakışları ile etkileyici olduğu film, annelik ve anne-çocuk ilişkisine de dokunan bir çalışma aynı zamanda. Baştaki ultrason sahnesi ile birlikte sık sık hissettirilen genç kızın hamileliği ile karışan kafası ve filmin asıl kahramanının geçmişteki trajik olaydan sonra annesi ile hesaplaşmak için yaptığı yolculuk annelik üzerine de bir şeyler söylemeye çalıştığını söylüyor filmin ama bunun ne olduğu pek de açık değil doğrusu.

Yönetmenin oyuncularının ve özellikle erkek olanlarının fiziksel güzelliklerini peşinde olduğu temalara uygun ve dozunda kullanmış göründüğü filmin en başarılı anları arasında trajik olayın gerçekleştiği sahne, sondaki anne ile yüzleşme ve ıssız sokaklarda birlikte hiç konuşmadan yürünen bölüm yer alıyor. Bu sahneler bir kez daha filmin sadece bu sessiz anlara odaklanması durumunda çok başka bir noktada olabileceğini gösteriyor seyredene. Özetle, filmin başarısını zedeleyen ve yolculuğun nedensiz görünmesine yol açan o yol bölümleri olmasa çok parlak bir başarının sözünün edilebileceği ama bu hali ile de yetenekli bir elden çıktığını hissettiren ve geçmişle yüzleşme ve affetme üzerine söyleyeceği anlamlı sözleri olan bir film.

(“Going South” – “Güneye Giderken”)

Leonardo, İlk Bilgin – Michael White

“Kimi zaman durup, … gerçekten olağanüstü düşüncelere ulaşabileceğiniz, duvardaki lekelere, veya bir ateşin küllerine, veya bulutlara, veya çamura veya benzer yerlere bakmak zor olmamalı”
“Öp ve Anlat” kitabından sonra bir biyografi okumak kaçınılmazdı! 70’li yılların siyah beyaz televizyonunda izlediğim başarılı televizyon dizisinden (“La vita di Leonardo Da Vinci”) bu yana hep merak ettiğim bir tarihi kişiliğin hem insan, hem sanatçı hem de bilim adamı yönüne bakan bir kitap bu. İnanılmaz zenginlikte bir ilgi alanı ile pek çok kavramı ilk hayal eden ve sanat ile bilimi birbirine bu denli yaklaştıran ilk insan olan Leonardo da Vinci’nin bu biyografisi popüler ile akademik arasında bir dil ile yazılmış ve hem onunla hem de yaşadığı çağ ile tanışmak için iyi bir fırsat. Yazar da Vinci’yi çocukluğundan itibaren ele alıyor ve günümüzden çok farklı bir dünyada zekası, endişeleri, sabrı, farklılığı ve yetenekleri ile öğrenmeye ve keşfetmeye olan açlığını çekici bir dil ile anlatıyor. Konusuna aşık olmasa da onu ihtiyatlı da olsa seven bir yazarın elinden çıktığı açık.
Bir biyografi okuduğum zaman, özellikle de sevdiğim daha doğrusu idealize ettiğim bir kişiliğe ait ise bu biyografi, kimsenin mükemmel olmadığını bir kez daha anlayıp gereksiz bir üzüntüye kapılırım her zaman. Neyse ki Mona Lisa’nın büyülü gülümsemesine dalıp tekrar o mükemmeliğe dönme şansı var her zaman.

(“Leonardo: The First Scientist”)

Seven Brides for Seven Brothers – Stanley Donen (1954)

“Babam aşk kızamık gibidir derdi. Sadece bir kez yakalanırsın ve yaşlılıkta etkisi daha ağır olur”

Medeniyetten uzak yaşayan yedi erkek kardeşin eş bulma çabalarının müzikal hikâyesi.

Bir önceki yıl Gene Kelly ile yaptığı işbirliği sonucu dans ve koreografiyi ona teslim ederek bir müzikal başyapıt olan “Singing in the Rain” filmini çeken Stanley Donen, bu filmde de benzer bir işbirliğini Michael Kidd ile yapmış ve özellikle dans sahnelerinin ve hatta şarkılardan daha fazla öne çıktığı bir müzikal film çekmiş.

1850’de Oregon’da geçen ve film için yazılmış orijinal bir hikâyesi olan çalışma belki müzikallerde görmeyi beklediğimiz yıldız oyunculara sahip değil ama sıcak ve sevimli hikâyesi, kalabalık oyuncu kadrosu ve çok başarılı dans sahneleri ile dikkat çekmeyi başarıyor. Bazı dış sahnelerin stüdyoda çekildiği fazlası ile belli olsa da sanat yönetmenleri arasında bu dalın tanınmış ismi Cedric Gibbons’ın da yer aldığı film dekorları ile göz dolduruyor yine de. Dağlıların aşk üzerinden medenileşmesi yan hikâyesini içerse de, film aslında başka bir okumayı hedeflemiyor. Kadınlar erkeklerin çaba göstererek hak etmesi gereken ödüllerdir diyor film. Her iki taraf rollerine sadık kaldığında hayat dans ve şarkılardan oluşan bir eğlencedir mesajını, sonuçta seyrettiğimizin bir müzikal olduğunu unutarak affetmeli elbette. Belki aşk çok çabuk gelişiyor, kızgınlıklar, bağışlamalar ve kendini naza çekmeler bazen bir şarkının ilk notalarının uzunluğu kadar sürüyor ama bırakalım da en azından bir müzikalde hayat böyle olsun.

“Sobbin’ Women” ve “Bless Yore Beautiful Hide” gibi keyifli şarkıları, hemen tüm sahnelerindeki dansları ama özellikle yedi gencin birlikte dans ettiği anları ve ahır inşa yarışmasındaki yönetimi ile klasik Amerikan müzikal sinemasının başarılı ürünlerinden biri olan bu filmde, eğlencenin zirvesine ise kar altında söylenen ve zaman zaman baleye göz kırpan bir şekilde ve oyuncuların yavaşlatılmış bir gösterimdeymiş gibi dans edip şarkı söylediği sahnede ulaşılıyor. Bu sahnedeki “Lament (Lonesome Polecat)” şarkısının sözleri, oyuncuların vücut dilleri, tüm o kar altındaki hüzün görüntüsü ve Tommy Rall başta olmak üzere tüm oyuncuların dört dörtlük performansı filme damgasını vuruyor.

Dans sahneleri ile dinamizmini artıran ve sade bir hikâyesi olan filmin anlattıkları belki biraz fazla eski usul ve kadın-erkek rolleri açısından muhafazakar görünebilir ve zaten öyle ama en azından erkeklere kadınları kavga ederek değil dans ederek kazanmalarını öğütlüyor.

(“Yedi Kardeşe Yedi gelin”)