La Putain du Roi – Axel Corti (1990)

“Sen İsa’nın gelini olmak için fazla güzelsin. Bir dükün veya bir prensin gelini olacaksın.”

On yedinci yüzyılda Piedmont kralının saplantılı bir tutku ile aşık olduğu evli bir soylu kadının hikâyesi.

Kariyerinde sadece iki sinema filmi olan Axel Corti’nin bu son filmi Cannes festivalinde Altın Palmiye için de yarışmış olan bir uluslararası ortak yapım. Dönem filmlerinin o ağır kostümlerinin, peruklarının ve balolardaki maskelerinin ağırlığını zaman zaman taşısa da hikâyesini farklı bir tarz ile anlatmaya çalışan ama sonuçta benzerlerinden pek de ayrı bir yere gidemeyen bir çalışma.

Bach ve Mozart’ın çeşitli temaları üzerinden oluşturulan Gabriel Yared imzalı müzikleri, kadını benzer konulu filmlerin yaptığı gibi ortak bir arzu nesnesi gibi kullanmak yerine kendi karakteri, mücadelesi ve hedefleri olan bir karakter olarak göstermesi ve kralın tutkusunu anlatmaya soyunması ile film popüler filmlerin alanından uzak durmaya çalışıyor ama sonuçta ortaya çıkan diğerlerinden çok da farklı olmamış. Kralın tutkusunun oluşumunu nerede ise atlayarak bu tutkunun sonuçlarına odaklanan film bu tercihi ile seyircisinin olayların içine girmesine de engel olmuş bir bakıma ve bu tutkunun başlattığı olayların hikâyesini anlatan bir filmde seyirci tutkuyu hissedemeyince film hedeflediği etkileme gücünün de gerisinde kalmış.

Kralda Timothy Dalton, aşık olduğu kadında Valeria Golino ve onun kocası rolünde Stéphane Freiss ortalama bir oyun verirken filmde öne çıkan isim kraliçe rolündeki kısa rolü ile Eleanor David olmuş. Gerçek bir hikâyeden esinlenen bir romandan uyarlanan film popülerlik ile derinlik arasında kalmış gibi görünen ve bu nedenle de beklentilerini bu iki farklı tarafta konumlandırmış seyirci grubunun ikisinden de yeterince ilgi göremeyecek bir çalışma bu hali ile. Kralın metresi olmamak için direnen kadının bu hikâyesinin belki de en ilginç tarafı kadının etrafındakilerin, aileden din kurumunun üyelerine ve hatta kocasına kadar, kralın arzusu karşısında takındıkları tavır. Film burada dönemin ahlâk anlayışındaki ikiyüzlülüğü başarılı bir şekilde resmediyor. Başta yer alan ve kiliseye “İsa’nın gelini” olmaya gelen kadınların görüntülerini içeren sahne ile aynı kilisenin mensuplarının kralın arzusu karşısındaki tavırları bu ikiyüzlülüğün tipik bir örneği gibi duruyor. Bir başka ilginç unsur olarak da kadının direnemeyeceğini anladığında bu durumu kendi lehine çevirmek için giriştiği mücadele gösterilebilir. Elbette bir kralın ve üstelik o dönemde kadını elde etmek için girişmek zorunda kaldığı oyunlar da ilginç. Sonuçta bir kral söz konusu ve kadın evli olsa da istediğini elde etmek için beklemek zorunda kalması ilginç bir durum.

Özetle yeterince olmamış bir film karşımızdaki. Tüm o ağır ve uzun peruklarla yapılmasına rağmen rağmen düello sahneleri gibi fiziksel aksiyon bölümlerine daha fazla yer verilse örneğin ve film popülerliğin “klişelerini” daha çekincesiz kullanmayı seçseymiş en azından daha iyi bir vakit geçirmeye yardımcı olurdu diye düşünmemek elde değil.

(“The King’s Whore” – “La Puttana del Re” – “Kralın Kadını”)

Silver Streak – Arthur Hiller (1976)

“Birkaç seks kitabını yayına hazırladım. Neyin nereye ve neden girdiğini biliyorum”

Sıradan bir adamın uzun bir tren yolculuğunda bulaştığı bir cinayet nedeni ile başına gelenlerin hikâyesi.

Komedi, romantizm ve aksiyonun harmanlandığı bir eğlencelik. Gene Wilder’ın tipik şaşkın karakterlerinden birini canlandırdığı film bugün türünün klasikleri arasına girmiş gibi görünmese de ve komedisi, aksiyonu veya romantizminde özel bir başarı içermese de kendisini seyrettiren ve vakit geçirmeye yardımcı olacak çalışmalardan.

Komedi ve aksiyonun birleştiği (ve elbette olmazsa olmaz romantizme de yer veren) filmler tercihleri açısından kabaca ikiye ayrılabilir; aksiyon (ve bazen gerilim) ağırlıklı olup çoğunlukla kahramanının esprileri üzerinden komediye de yer verenler veya bu filmde olduğu gibi komedi yıldızları üzerinden ağırlığı bu alana verip hikâyesine aksiyon/gerilim katanlar. “Silver Streak” bu türün örneklerinden ve Gene Wilder özel bir çarpıcılığı olmasa da keyifli oyunu ile filmi sürüklüyor. Diğer oyuncular içinde kendisini gösteren isim ise Richard Pryor. Sanatçı pek çok filmindeki karakterine yakın bir tipleme içinde olsa da kendisinden bekleneni yerine getirmeyi başarıyor. Romantizm için filme eklenmiş gibi duran rolünde ise Jill Clayburgh monoton bir oyun veriyor ama sanki senaryo da daha fazlasına imkân vermiyor gibi.

Senaryo genel olarak idare eder düzeyde bir keyif imkânı sağlıyor olsa da kimi zorlama veya gereksiz bölümlere de sahip. Örneğin kahramanımızı bir an önce gitmesi gereken polise yetiştirmek için onu planörü ile uçaran çiftçi kadın bölümü sanki sadece uçaktan ürken koyun sürüsünün neden olduğu güzel görüntüler için filme eklenmiş gibi görünüyor. Buna karşılık kahramanımızın şerife derdini anlatmaya çalıştığı sahne söz oyunları ve oyunculukları ile oldukça başarılı. Öte yandan senaryo sanki temelini “North by Nortwest” filminden almış: O filmde olduğu gibi bir tren yolculuğu, suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışan bir masum ve sıradan adam, farklı şekillerde kullanılıyor olsa da bir uçak ve kahramanımızın trende tanıştığı bir kadın. Hikâyenin akışı farklı olsa da senaryo o klasik filmin temel parçalarından epey yararlanmış gibi.

Oldukça iyi çekilmiş ve etkileyici bir bölüm olan finaldeki tren kazası sahnesi, uzun ve konforlu tren yolculuğunun unutulmuş zevkni hatırlatan çekimleri, güzergah boyunca karşımıza gelen doğa görüntüleri ile bu film yanlış anlamalarla bezeli bir “sıradan adamın başı dertte” filmi. Tam doyurmuyor ve herhangi bir sürpriz içermiyor ama vakit geçirmek ve pek yüksek sesle olmasa da arada bir gülmek için. Özetle idare eder bir eğlencelik ama türünün çok daha iyi örnekleri olduğu unutulmamalı.

(“Yıkılış”)

The Unforgiven – John Huston (1960)

“Güneş onun üzerinden konuşmak. Ölü insanlarla konuşmak. Diyor senin evdeki kadın benim kız kardeşim. Kadın için kaç at ister sen?”

Bebekliğinde bir beyaz aile tarafından evlat edinilen bir genç kızın kızılderili olduğu şüphesi ile başlayan olayların hikâyesi.

John Huston’dan klasik western temalarının bir parça dışında kalan ama ortalamanın da üzerine çıkamayan bir çalışma. Beyaz adamlar ile yerliler bu kez toprak için değil bir genç kızın kimliği için mücadele ediyorlar bu filmde. Elbette sayılamayacak kadar çok yerli beyazların kahramanlık gösterileri ve kurşunları altında sapır sapır dökülüyor, finalde “doğru” olan kazanıyor ve bir an için yanlış tarafta yer alan beyazlar da doğruyu buluyor. Finaldeki trajik öldürme sahnesinin kendisi ve nedenleri/sonuçları hak ettiği önemde ve dürüstlük içinde ele alınsa film çok farklı yerlere gidebilirdi oysa. Irkçılığın karşısında durur gibi görünen ve bu açıdan bakınca adil olduğu söylenebilecek bir film ama senaryo tüm olan bitenin öncesine ve asıl nedenlere hemen hiç dokunmayınca bu dürüstlüğün de ancak ve sadece bir “iyi beyazlar ile kötü beyazlar mücadelesi” seviyesinde olmaktan öteye geçemediği açık. Elbette ve tipik bir Amerikan yaklaşımı: Sistemin temelinde bir sorun yoktur ve sadece kötülerin yola getirilmesi tüm sorunları çözecektir.

Filmin başındaki ve iç bayacak seviyede anlamsız konuşmaların geçtiği yemek sahnesinde gösterilen huzur ve keyif anları çok ciddi bir suçu örtüyor hiç çekinmeden. Üzerinde neşe gösterisi yaptıkları bu topraklar binlerce cinayet, katliam ve hırsızlığın sonucu ele geçirilmiştir ve şimdi asıl sahiplerine karşı kahramanlık destanları altında savunulmaktadır. Bir romandan uyarlanan senaryo adeta genç kızı bu çalıntı toprakların yerine koyuyor bilinçli veya bilinçsiz olarak ve hem doğal görünen finali hem de akışı ile kızın/toprağın (geçmişte ne olmuş olursa olsun) gerçek sahibinin “artık” kim olduğunu çekinmeden ifade ediyor. Senaryonun esinlendiği romanın sahibi Alan Le May benzer bir temayı ele alan ama bu kez kaçan ve kaçırılan tarafın yer değiştirdiği “The Searchers” romanının da sahibi ve işte o romandan John Ford sinema tarihinin en başarılı westernlerinden birini çekmişti. Bu film ise hem sinemasal düzeyi açısından hem de içerik olarak 1956 tarihli bu yapımın oldukça gerisinde görünüyor.

Filmin epey tartışma kaldırır içeriği bir yana bırakılırsa karşımızdaki düz bir anlatıma sahip olsa da ve herhangi bir sürpriz içermese de kendisini seyrettirmeyi başaran bir çalışma. Audrey Hepburn kariyerindeki bu tek western filminde yadırgatmıyor ama bir şekilde ve iyi ki zarifliğini gizleyemiyor. Burt Lancaster ve diğer oyuncular idare eder görünüyor ama kardeşlerden biri rolündeki Audie Murphy abartılı oyunu ile ve anne rolündeki Lilian Gish sessiz sinema dönemindeki filmlerinden esintiler taşıyan mimikleri ile bir parça rahatsız edebiliyorlar zaman zaman. Özetle John Huston’ın elinin değdiğini pek hissettirmediği, yeterince etkileyici ve doğru bir şekilde ele alınmasa da ilginç konusu ile dikkat çeken bir western. Kızılderililerin flütüne karşılık beyazların piyanosunun savaş aracı olarak kullanıldığı filmin Dimitri Tiomkin imzalı ve filmin kaldırabileceğinden daha büyük ve güçlü senfonik müziği de kendisini sık sık gösteriyor. Western olarak bakılıp, “politik” yaklaşımlar bir kenara bırakılarak izlenmesi gereken bir film.

(“Affedilmeyen”)

Four Friends – Arthur Penn (1981)

“Yazdığım şiiri bitirebilmek için aşkın ne olduğunu anlamam gerekiyor ve senin yanına aşkı bulmaya geldim”

Altmışlı yılların Amerika’sında biri kadın dört yakın arkadaşın değişen dünya ile birlikte değişen hayatlarının hikâyesi.

Kimi filmleri ile sinema tarihinde iz bırakan yönetmenlerden biri olan Arthur Penn’den bir büyüme, değişme ve bir parça nostalji hikâyesi. Dört lise arkadaşının on yıla yayılan hikâyesi bir yandan karakterlerinin hayatlarına, kendi aralarındaki ilişkilerine (ve özellikle filmin asıl odak noktası gibi görünen Danilo ile Georgia arasındaki ilişkiye) ve kendi yollarını bulma çabalarına odaklanırken diğer yandan altmışlı yılların Amerika’sında yaşanan kimi değişimleri de görüntüye getiriyor. Senarist Steve Tesich tarafından ve kendi hayat hikâyesinden esinlenerek yazılan senaryo dramı ve komediyi harmanlamaya çalışıyor ve zaman zaman rayından çıkmış görünen bir hava taşıyor.

Dört baş oyuncusu bugün pek tanınmayan ve çoğunlukla televizyon filmlerini içeren kariyerlere sahip oyuncular ve tümünün sıcak ve genç oyunculukları öne çıkıyor filmde. Özellikle Danilo rolündeki Craig Wasson bu dört karakter içinde asıl odaklanılan kişi rolünde başarılı bir oyunculuk veriyor. Film bu dört karakterin hikâyesini anlatırken dönemin kimi olaylarını da hatırlatmayı deniyor ama bu paralel değinmeler daha çok “Hatırlıyorum” türünden ve asıl hikâye ile kaynaşmadan sanki “evet, o dönemde şunlar da oluyordu” diye düşünülerek eklenemiş gibi görünen yapıları ile pek de etkileyici olamıyor. İşçi sınıfı kökenli ailelerin çocukları olan bu dört gencin üzerinden izleri hâlâ süren ırkçılığa, yok olan Amerika düşleri ile işçi sınıfı ve göçmenlere, yakılan Amerikan bayrağının gösterildiği Vietnam savaşına karşı olan gösterilere film farklı alanlara da kaymaya çalışıyor ama bunu pek de güçlü bir şekilde yapamıyor açıkçası. Yine de lise mezunlarının kariyer günlerine gelip “ucuz işçiler” kapatmaya çalışan bir çelik fabrikatörünü “Hit The Road Jack” şarkısı eşliğinde protesto eden ve “komünist” içerikli konuşma yapan gençlerden birinin on yıl sonra bu fabrikatörün kapısında iş için beklerken gösterilmesi çarpıcı bir kare.

Filmin temel sorunu dram, komedi ve hatta romantik komedi arasında gidip gelen bir atmosfer içinde anlattığı olayların dönüp dolaşıp nerede ise “aslında birbirlerine ait olan ama bir türlü kavuşamayan gençlerin” hikâyesine dönüşmesi. Bu hikâyeye eşlik eden ve dozu bir parça fazla kaçmış görünen trajik olaylar ve hatta melodram unsurları bir süre sonra boğmaya başlıyor seyredeni ve film uzun ve karmaşık hayat hikâyelerinin hepsini bir filmin süresinde anlatmaya çalışan bir kronolojiye dönüşüyor.

Şiirsel bir ton ile standart bir televizyon filmi arasında değişip duran havası ile film belki çok önemli bir eser değil sonuç olarak. Yine de altmışlı yıllara nostaljisi, işçi sınıfına odaklanması ve “sol” demenin imkânsız olduğu kimi liberal söylemleri ile ilgi çekebilecek bir film. Penn’in kendini hissettirdiği bayrak yakma bölümü gibi başarılı sinemasal anları da içeriyor üstelik. Hikâyenin hemen başındaki şiirsel ve orta sınıf ahlakını eleştiren tavır tüm filme yayılabilse ve Sırp halk danslarını sergileyen göçmenlerle “yozlaşmış” hippi kulüplerindeki modern dansları paralel kurgu ile gösterme gibi kolay yollara sapmasaymış keşke.

(“Dört Arkadaş”)