State of Grace – Phil Joanou (1990)

“Bunu öğrenmek zorundayım ve şimdi öğrenmek zorundayım. Bu dikeni çekip çıkarmaya ne kadar hazırsın?”

Çocukluğunun geçtiği New York’a geri dönen ve bir İrlanda çetesinin üyesi olan arkadaşları ile gizli görevi arasında kalan bir adamın hikâyesi.

New York’ta geçen ve İtalyan veya İrlandalı çeteleri anlatan filmlerden bir örnek. Sinema kariyeri pek parlak olmayan Phil Joanou’nun 1990 tarihli bu filmi benzerlerinden pek bir fark ortaya koyamayan ama yine de başta Gary Oldman’ın oyunculuğu olmak üzere kimi yönleri ile yine de dikkat çeken bir çalışma.

Görevi, sevdiği kız ve onun akrabaları olan çocukluk arkadaşları arasında sıkışan ve Sean Penn’in öne çıkmadan ama yeterince güçlü bir bir biçimde canlandırdığı karakterin dramı ve iktidar kavgasında gerektiğinde en yakınların bile gönüllü olarak kurban verilebilmesinin trajedisi gibi iki güçlü odağı olan film bu odak noktalarından yeterince yararlanamıyor gibi. Bir Fransız (ama örneğin Luc Besson’un elinin değdikleri gibi Amerikanlaşmamış bir Fransız) filminde bu noktaların altının vurgulanması rahatsız edebilirdi ama burada klasik Hollywood kalıpları içinde anlatılan bir filmde bu vurguların eksikliği filmin gücünü zayıflatan bir seçime dönüşüyorlar. Yine de çetenin reisi rolündeki Ed Harris’İn gereğinden fazla “cool” tavırlı oyunculuğunun tam zıt karakterinde bir oyun veren ve onun kardeşini canlandıran Gary Oldman’ın çarpıcı performansı filmin çoğu anında ilgiyi ayakta tutmak için yeterli oluyor. Denetimsiz bir vahşi hayvan profilindeki karakterini, o klişe tabir ile söylersek, ete kemiğe büründürmeyi başarıyor oyuncu ve filmin de en sağlam öğelerinden biri oluyor. Bolca kan göstermekten ve malum f’li kelimeyi aralıksız kullanmaktan çekinmeyen film Sean Penn ile Robin Wright arasındaki aşkı da seyirciye yeterince etkileyici biçimde aktaramıyor ve karakterleri arasındaki aşkın yaşananlar ile çelişmesinden ortaya çıkan gerilimi de geçiremiyor seyirciye. Penn’in hemen tüm filmlerinde sergilediği o “bir sırrım var” bakışı hikâye ile hayli uyum gösteriyor bu filmde ve filmden akılda kalanlardan da biri oluyor.

Kavga veya çatışma sahnelerinde genellikle yakın (bazen çok yakın) plan çalışan yönetmen Joanou bu tercihi ile bu sahnelerin etkileyiciliğini artırmış ama örneğin finaldeki çatışma sahnesi yavaşlatılmış gösterimi ile öykünür göründüğü Peckinpah sahnelerinin büyüsüne ulaşamamış. Ennio Morricone’nin hikâyeyi başarı ile destekleyen müziğinin de yer aldığı film hikâyesinin içerdiği trajedilerin yaratabileceği güçlü bir kara film örneği olma fırsatını kaçırmış görünen ama yine de ilgi gösterilebilecek bir film.

(“Gangsterler Arasında”)

Iberia – Carlos Saura (2005)

“Ve davul sesleri uyumsuzca karışmıştı, ağlayan sesine kentin”

Isaac Albéniz’in piyano süitlerinden seçilen bölümler eşliğinde danslarla çizilen bir İspanya resmi.

Roque Banos tarafından ağırlıklı olarak flamenko motifleri ile yeniden düzenlenen müzik eşliğinde İspanyol yönetmen Carlos Saura dans ve müzik filmlerinin bir başka örneğini veriyor. Birkaç kısa konuşma dışında sadece dans, müzik ve ışığın egemen olduğu bir film bu. Birbirinden bağımsız dans gösterileri olarak da nitelenebilecek film Saura’nın en çarpıcı dans filmi değil belki ama hayli çekiciliği olan ve estetiği ile seyredeni zaman zaman büyüleyebilecek bir çalışma.

Carlos Saura 1960’ta çektiği ilk uzun metrajlı filmi “Los Golfos” ile başlayan ve “Peppermint Frappé”, “La Caza” ve “Ana y los Lobos” gibi filmler ile devam eden parlak sinema kariyerindeki bu dram örneklerini faşist diktatör Franco yönetiminin katı sansürü altında çekmişti ve sansürün yaratıcı bir sanatçıyı engelleyemeyeceğinin aksine belki de yaratcılığını artırabileceğinin örneği olmuştu. 1981 yılında çektiği “Bodas de Sangre” ile birlikte klasik anlatımı çoğunlukla bir kenara bırakıp dans (elbette flamenko) ve müzik eşliğinde ve bazen de sadece bu sanat dallarını kullanarak anlattı hikâyelerini. Benim için bu dönemin başyapıtı -belki de nasıl bir büyü ile karşılaşacağım konusunda hazırlıklı olmadığım için- dönemi de başlatan “Bodas de Sangre” oldu. Bu filmde ise yönetmen 1995’de çektiği “Flamenco” filminin izlerini takip ediyor ve Albéniz’in müziği (ve Banos’un müthiş düzenlemeleri), koreografların yaratıcı çalışmaları ve aralarında Sara Baras, Antonio Canales ve Aida Gomez’in de bulunduğu olağanüstü dansçılar aracılığı ile estetiğin her karesinde kendini hissettirdiği bir çalışma çıkarıyor.

Bir stüdyoda Saura’nın benzer filmlerindeki gibi müthiş bir ışık çalışması, gölgeler ve aynalar eşliğinde ve dekorsuz olarak sergilenen danslarda yönetmen danslara canlı olarak eşlik eden müzisyenleri, şarkıcıları ve hatta filmin başında teknik ekibi de göstererek filmin tam bir sanatçı filmi olmasını sağlamış. Öyle ki dans edenleri ve çalgıları ile onlara eşlik edenleri seyrederken sanki performanslarını o anda sadece kendileri için sergileyen sanatçılara tanıklık ediyor gibi oluyorsunuz. Örneğin bir bölümün sonunda dansçı kadın müzisyenlere bir hareketi istediği kadar doğal yapamamış olmaktan yakınıyor. Bu seçimi ile Saura belki kendinizi görselliğin büyüsünde kolayca kaybetmenize izin vermiyor ama öte yandan sizin de kendinizi yaratıcılık sürecinin parçası olarak hissetmenizi sağlıyor. Her yaştan dansçının yer aldığı bir dans dersi havasında başlayan film yine benzer bir havada biterken dansa ne kadar uzak olursanız olun kendinizi orada o dansçıların “ayinine” katılmayı arzulamaktan alıkoymanız mümkün değil.

Her anında estetik duygusunu gözeten filmde “Palmiye Ağacının Altında”, Albéniz’in müziğinin caz esintileri ile yeniden yorumlandığı “Cadiz”, dansçıların yaslı bakışları ve içe dokunan bir ağıtın eşlik ettiği “Corpus Sevilla” ve modern dans havası ile diğer bölümlerden farklı bir yerde duran “El Albaicín – Bis” isimli bölümler diğerlerinden bir adım öne çıktı benim için ama hem bunun tek bir izlemenin sonucu olduğunu söylemeliyim hem de diğer bölümlerinin tümünün de aynı ilgiyi kesinlikle hak ettiğini. Örneğin “Asturias” bölümündeki danstan etkilenmemek için tüm görsel duyguları yitirmiş olmak gerek. Yönetmenin filmde ağırlıklı olarak flamenkoyu kullansa da örneğin “Triana” bölümündeki gibi baleye kayan tercihlere de yönlendiğini belirtelim bu arada. Genel olarak dansçıların bazen serbest ve doğaçlama, bazen klasik figür ve adımlardan yararlanan yaratıcı bir koreografi eşliğinde ve zaman zaman da neo-modern denebilecek bir stil ile dans ettikleri film bir sanat olarak dansın örneğin bir “Anadolu Ateşi” tarzı askeri disiplin mantığındaki örneklerden ne kadar farklı olması gerektiğini bir kez daha gösteriyor.

Film için dile getirilebilecek tek eleştiri belki şu olabilir: Saura burada daha önce “Salome”, “Carmen” veya “Flamenco” filmlerinde kullandığı ya da daha sonra “Flamenco, Flamenco” filminde tekrarlayacağı araçları hemen hemen bir yenilik katmadan tekrar kullanmış: Işığın, gölgelerin, yansımaların ve dansın güzelliği. Bu nedenle belki daha önce benzer Saura filmlerini görmüş olanları ilk kez bu deneyimi yaşayacaklar kadar etkileyemeyebilir film ama ne fark eder? Bu durum karşımızda mutlaka görülmesi gerekli bir film olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Another Woman – Woody Allen (1988)

“Öyle zamanlar vardır ki bir tarihçi bile geçmişe bakmamalıdır”

Kitabını yazmak için kiraladığı evde yan komşusu psikiyatristin bir kadın hastası ile konuşmalarını dinlemeye başlayan kadının dinlediği bu sohbetlerle birlikte kendi hayatını sorgulamaya başlamasının hikâyesi.

Woody Allen’ın 70’li yılların ikici yarısında başlayıp 80’li yıllara da sarkan “Ingmar Bergman” döneminden bir film. Bireyler arası ilişkiler, sorgulamalar, pişmanlıklar ve elbette bir kurum olarak aileye bakan “Bergmanesk” filmlerinden birinde Woody Allen, bir “Hannah and Her Sisters” veya “Interiors” kadar olmasa da ortalamanın üzerinde bir sonuç elde ediyor.

Tüm hayatı boyunca insanlara ve olaylara duygulardan uzak bakmayı tercih eden ve fazlası ile eleştirel ve yargılayıcı tavrı ile soğuk bir insana dönüşen baş karakterde Gena Rowlands başarılı oyunu ile göz dolduruyor. Karakterinin başlardaki kendine güvenli halinden keşfettiği gerçekler ile adım adım kaybolmaya başlamasını ama bir yandan da kendini yeniden biçimlendirecek gücü bulmasını sakin ama güçlü bir yorumculuk ile getiriyor karşımıza. Filmin diğer rollerinde de Mia Farrow’dan Gene Hackman’a, Ian Holm’dan Sandy Dennis’e zengin bir kadro var ve filmi “Bergmana da yakışır bir şekilde- bir oyunculuk filmi yapıyor bu durum.

Yine Bergman’ın izinden giderek oluşturulmuş bir oda tiyatrosu oyununun havasını taşıyan filmde tiyatronun kendisine de epeyce gönderme var. Rüya sahnesindeki tiyatro oyunu, baş karakterin gençlik arkadaşı tiyatro oyuncusu ve ilk eşe hediye olarak alınan mask filmin sahne sanatına olan göndermelerinden birkaçı. Hikâyeyi sürükleyen başarılı diyaloglar da filmin tiyatro atmosferini destekleyen bir diğer öğe. Tüm bu tiyatro referansları filmin sinemasal özelliklerinin ikinci plana düştüğü anlamına gelmemeli ama. Woody Allen’ın başarısı güçlü bir tiyatro dramının havasını ve zarafetini filmine yedirebilmesi ve gelişmelerin değil bu gelişmelerin bireyler üzerindeki etkilerini sakin, belki biraz durağan ama etkileyici bir biçimde aktarabilmesi.

Allen’ın başarısı filmi bir Bergman başyapıtı düzeyine taşıyor mu sorusuna verilecek en doğru cevap ise ”pek değil” olsa gerek. Woody Allen’ın Bergman’ın usta görüntü yönetmeni Sven Nkyvist ile bu ilk beraberliğinde filmin görsel atmosferi de Bergman filmlerinin havasını taşısa da bu film onların sahiciliğini o derece taşımıyor gibi. Bunun nedeni belki bu karakterleri, onların bunalımlarını vs ABD’de değil İskandinav ülkelerinde görmeye alışmış olmamız ama sanırım asıl problem şu: Örneğin “Interiors” filminde Allen Bergman’ı tam anlamı ile taklit etmişti ve onun filmlerinin havasını yakalamayı başarmıştı. Burada ise o havaya kendi yaratıcılığını da katmak istemiş ve başarmış da ama bu da zaman zaman soluk bir hal alan bir Bergman kopyasına dönüştürmüş filmi.

Sadeliği, Rowlands’ın oyunu, İsveçli ustayı hatırlatması ve uçlara gitmeden de sinemanın etkileyici hikâyeler anlatabileceğini göstermesi ile ilgiyi hak eden bir film. Başarılı ve baş karakterinin filmin bitiminden sonra da sizi terketmediği filmlerden biri ama aslı dururken ona öykünen bu çalışmanın gölgede kalacağı da açık. Görülmeli.

(“Başka Bir Kadın”)

Le Premier Jour du Reste de Ta Vie – Rémi Bezançon (2008)

“Babanızın öğretmeni karnesine aynen şöyle yazmıştı: Dibe vurdu ama hâlâ kazıyor”

Bir ailenin hayatının farklı yıllara yayılan beş gün üzerinden anlatılan hikâyesi.

Fransız yönetmen Rémi Bezançon’dan mizahı da eksik olmayan ama dram yanı ağır basan bir film. İkisi erkek biri kız üç çocuğun olduğu ailenin uzun yıllara yayılan hikâyesinde seçilen beş kritik gün boyunca aile bireylerinin hem birbirleri ile hem de ailenin dışındakilerle ilişkileri anlatılıyor ama film temel olarak bu beş birey üzerinden aile kurumunun kendisine odaklanıyor. Senaryoyu da yazan yönetmen Bezançon zaman zaman Amerikan sinemasından da esintiler taşıyan filminde yine de bu sinemadan ayrışan kimi yönleri ile filminin ilgi veya daha doğru bir ifade ile sempati ile izlenmesini sağlıyor.

Aile kurumu veya bu kurum içindeki ilişkiler üzerine yeni bir şey söylemiyor aslında film. Acısı, tatlısı ile süren bir hayat, trajediler ve mutlulukların hem birleştirip hem ayırabildiği bireyler, sıcak bir duygusallık ve karakterlerine sevecenlik dolu bir bakış ile yaklaşan film bu kurumun hem “imkânsızlığı” hem “eldekilerin en iyisi” olma özelliğini getiriyor karşımıza. Bunu yaparken de tıpkı kendisinin baktığı gibi tüm karakterlerine sevgi, anlayış ve sevecenlik ile yaklaşmamızı bekliyor ve başarıyor da bunu. Bu başarının temelinde yatan da samimiyet olsa gerek. Benzer hikâyeleri daha önce seyretmiş olsanız da yönetmen karakterlerini ya kendinizle ya da ailenizden bir başka birey ile özdeşleştirmenizin yolunu açıyor. Sonuçta “kutsal aile kurumunu” koruyan Amerikan filmlerinden farklı bir akışı ve finali olmasa da film bu kurumdan çok bireyler arasındaki dayanışmayı vurgulayarak mesaj tuzağından ustalıkla kurtuluyor.

Restorandaki barışma yemeği, beraber yenen tüm yemekler veya giden eşin ardından onun “son nefesinin paylaşılması” gibi hem güldüren hem duygulandıran sahneleri ile özetle eğlenceli bir dram karşımızdaki. Şık ve popüler bir soundtrack eşliğinde anlatılan hikâyesi ile film tüm oyuncu kadrosunun ve özellikle oğullardan küçük olanını canlandıran Marc-André Grondin’in oyunu ile öne çıkmayı ve kendisini sevdirmeyi başarıyor. Hafif serbest stil bir anlatım, doğal ve bolca diyalog ve abartılmamış bir şıklık barındıran film bu serbest stilini bir parça daha ileriye götürebilse ve bir parça daha yaratıcı olabilse çok daha üst noktalara gidebilirmiş açıkçası. Yine de herhangi bir neden bulma telaşına düşmeden seyredilip sevilmesi gereken filmlerden. Özdemir Erdoğan’ın dediği gibi: “Nedensiz de sevilir”.

(“The First Day of the Rest of Your Life” – “Kalan Hayatının İlk Günü”)