Suture – Scott McGehee / David Siegel (1993)

“Varlığımızın diğer tüm unsurları hakkında kafamız ne kadar karışık olursa olsun, kim olduğumuzu her zaman biliriz”

Kardeşi tarafından tuzağa düşürülen bir adamın yaşadığı kimlik karmaşasının hikâyesi.

1993 yılı yapımı bu ilk filmlerinden başlayarak bugüne kadar tümünü birlikte çektikleri beş film yapan Scott McGehee ve David Siegel’den bir gerilim hikâyesi. Yapımcılığını ve senaristliğini de üstlendikleri film stilize özellikleri ve hikâyesi ile dikkat çeken ve kimliğin tanımı ve kabulüne odaklanan oldukça “değişik” bir çalışma.

Biri siyah ve iri yarı, diğeri beyaz ve zayıf olan iki oyuncunun (Dennis Haysbert ve Michael Harris) birbirine tıpatıp benzemesine (?) dayanan hikâye, bu fiziksel zıtlığı özellikle tercih ederek kimliğimizin oluşumunu ve kimliğimizin aslında başkalarının nasıl algıladığı üzerine kurulu bir kavram olmasını vurgulamaya çalışmış gibi görünüyor. Fiziksel benzerliği sıfır düzeyinde olan iki karakterden birinin diğerinin yerini almasını normal mantık kuralları ölçüsünde kabul etmek mümkün değil ve film stilize ama gerçeküstücü olmayan anlatımı ile başlangıcında seyirciyi “bu mantıksızlığı” nasıl kabul edeceği konusunda boşa düşürüyor. Uzun bir süre seyirciye hikâyeye farklı bakması gerektiği konusunda ipucu vermeyerek (girişteki kimlik üzerine olan monolog bu bağlamda çok da yardımcı olmuyor seyirciye) bir yandan rahatsız edici bir ilginçliğe sahip oluyor film ama bir yandan da seyircinin kopmasına neden olma riskini yaratıyor bu tercih.

Çok başarılı bir siyah-beyaz görüntü çalışması olan filmde hikâyenin bir bölümünün geçtiği ve estetik kullanımı ile dikkat çeken evin de filmin stilize tadına ciddi bir katkısı olmuş. Filmin başında ve sonunda tekrarlanan banyodaki cinayet sahnesi ise yönetmenlerin teknik becerisini gösteren ve oldukça çekici bir bölüm. Filmin genellikle televizyon filmlerine veya dizilerine dayalı bir kariyerleri olan oyuncularından özellikle Haysbert ve Harris oyunları ile filmin stilize anlatımına katkıda bulunmuşlar ama filmin tüm kadrosunda öne çıkan bir oyunculuk performansı yok ve bu durum bu küçük bütçeli filmin cazibesini bir parça azaltmış görünüyor.

Hikâyesi hayli ilginç olmakla birlikte yine senaryonun kendisinden kaynaklanan kimi aksaklıkları da var filmin. Örneğin rüyalar üzerine olan analiz seansları bir süre sonra monotonlaşmaya ve hikâye içindeki yerini kaybetmeye başlıyor. Bu durum da sanki bu sahnelerin sadece görsel gücü yüksek görüntülerin filmde yer almasını sağlamak için çekilmiş gibi algılanmasına neden oluyor. Yine de filmin genellikle sadece bu tür küçük bütçeli özgür filmlerde rastlanabilen türden bir yaratıcılığının ve yeni bir dil arayışının olduğunu söylemek gerek. Bütçeler ve beraberinde riskler ve beklentiler arttıkça sinemanın sıklıkla yaratıcılığı bir kenara bıraktığı düşünülürse filmin bu bağlamda standart bir Amerikan filminden oldukça uzağa düşmesini ve Avrupalı havasının baskın çıkmasını da normal karşılamak gerekiyor.

Genellikle festivallerde denk gelebildiğimiz ve genç yönetmenlerin ilk veya ikinci filmlerinde karşımıza çıkan türden bir biçimsel ve içerik denemesi özelliklerini de taşıyan film kimilerinin sıkılacağı ama kimilerinin de bayılacağı türden bir çalışma özetle. Bir geçmişin ve beraberinde bir kimliğin inşası ve kabulünü anlatan film bu içeriği yeterince iyi taşıyamayan bir anlatıma sahip olsa da kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Filmin müzik bandında çokça yer verilen ve çoğunluğu sözlü klasik müzik eserlerine ve hem Johhny Cash hem Tom Jones yorumu ile dinlenebilecek “Ring of Fire” şarkısına da dikkat.

(“Birleşme Çizgisi”)