The Deep End – Scott McGehee / David Siegel (2001)

“Belki sizin gibi davranmalıyım. Belki birine şantaj yapmalıyım. Ya da sizin başka bir fikriniz vardır belki. Benden çalmaya geldiğiniz bu 50.000 Doları bulmak için daha fazla nasıl gayret gösterebileceğim konusunda belki daha iyi bir fikriniz vardır”

Oğlunun işlediğini düşündüğü bir cinayeti örtbas etmeye çalışan bir annenin hikâyesi.

Tüm filmlerini birlikte yöneten ABD’li yönetmenler Scott McGehee ve David Siegel’in 2001 tarihli çalışmaları Elizabeth Sanxay Holding’in “The Blank Wall” adlı ve 1947 tarihli romanından uyarlanmış. Aynı romandan Max Olphus 1949’da Joan Bennett ve James Mason’ın başrollerinde oynadığı ve beğenilen bir kara film (“The Reckless Moment”) çekmiş. Bu ikinci uyarlama hikâyeye eşcinsel bir boyut ta katan ve özellikle görüntü yönetimi ve Tilda Swinton’ın oyunu ile dikkat çeken bir çalışma.

McGehee ve Siegel ikilisinin senaryosunu birlikte yazdıkları, yapımcılığını üstlendikleri ve yönettikleri film belki James Mason’ın 1949 versiyonundaki karizmasından yoksun ama onun yerine çağdaş sinema oyuncularının en başarılı isimlerinden biri olan Tilda Swinton var burada. Oğlunu kurtarmaya çalışırken içinden çıkamadığı işlere bulaşan ve kendi başını derde sokan kadının annelik güdülerini her filminde olduğu gibi çok parlak bir oyun ile getiriyor perdeye. En sıradan filmi bile aydınlatacak güçlü oyununu bu filmde de bizlere sunan Swinton, cinayetin izlerini ortadan kaldırmaya çalışırken veya kendisine yardımcı olan adama kaza yerinde veda ederken o denli elle tutulur bir duyguyu geçiriyor ki seyredene içinizde yanına gitmek ve başına gelenlerden onu korumak arzusunu hissetmemeniz mümkün değil. Bu filmde Mason’ın yerini alan Goran Visnjic ve oğlu rolündeki Jonathan Tucker da üstlerine düşeni yapınca film oyunculuk açısından sınıfı rahatlıkla, hatta Swinton’ın etkileyiciliğini düşünürsek parlak notlarla geçiyor. Gilles Nutgens’in ödüllü ve ne bir fazlası ne de eksiği olan görüntü yönetimini ve hikâyenin içeriğine ve akışına çok uygun Peter Nashel imzalı müziği de sınıfını geçenler arasına eklemek gerek kesinlikle. Sinemanın bu iki unsuru -görüntü ve müzik, kendilerini öne çıkarmadan nasıl da bir filmin ayrılmaz ve doğal bir parçası olabildiklerini gösteriyorlar hikâye boyunca.

Donanmada görevli olduğu için uzun süreler boyunca evinde olmayan ve filmde de hiç görünmeyen babanın ailedeki rolünü de üstlenen kadının tüm sorunları kendi başına çözmek konusundaki ve zorunluluktan gelişen alışkanlığı ile ve bir parça aceleci gerçekleştirdiği müdahelesi oğlunu korumaya çalışırken işler açıyor başına ve bu hikâye özel bir çarpıcılık içermese de sahip olduğu Hitchcock öğeleri ile küçük ama sıkı bir kara filme kaynaklık ediyor. İlk filmleri “Suture” ile farklı biçimsel denemelere girişen yönetmenler sekiz yıl aradan sonra çektikleri bu filmde daha geleneksel bir sinema yapmışlar ve hikâyeyi klasik bir dille anlatmışlar. İkilinin senaryosu Goran Visnjic’in şantajcı karakterinin değişimini biraz hızlı geçiştirerek ve bu anlamda inandırıcılık açısından da bir eksiklik duygusu yaratarak aksasa da ve romandaki olayları (biri cinayet üç ölüm, iki araba kazası ve bir kalp krizi) filme aynen taşıyınca bir parça seyirciyi yorsa da genel olarak tam da akması gerektiği gibi akıyor ve bir kadının dingin bir hayatının nasıl kaoslar içine yuvarlanıp sonra tekrar eski dinginliğine kavuştuğunu seyri keyifli ve seyircisini yanına alan bir gerilim duygusu ile anlatmayı başarıyor.

Denizde yok edilmeye çalışılan cesetten sık sık görüntüye gelen akvaryuma ve kadının eve girişini musluktan mutfak lavabosuna düşmekte olan damla üzerinde oluşan görüntü üzerinden göstermeye, yönetmenler suyu bir motif olarak filmlerine katmışlar ve filmlerine verdikleri isme de (filmde bir gay kulübünün adı olan “The deep end” ifadesi yüzme havuzlarının derin kısımları anlamına da geliyor) göndermede bulunmuşlar; yüzeyi sakin olan bir havuzun (hikâyede ailenin) derinlerinde oluşan gerilimi anlatan bu film belki sinema dili açısından çok önemli olmayan ama iyi anlatılmış, iyi oynanmış, küçük ve sıkı bir polisiye gerilim arayanlar için hayli çekici özet olarak.

Suture – Scott McGehee / David Siegel (1993)

“Varlığımızın diğer tüm unsurları hakkında kafamız ne kadar karışık olursa olsun, kim olduğumuzu her zaman biliriz”

Kardeşi tarafından tuzağa düşürülen bir adamın yaşadığı kimlik karmaşasının hikâyesi.

1993 yılı yapımı bu ilk filmlerinden başlayarak bugüne kadar tümünü birlikte çektikleri beş film yapan Scott McGehee ve David Siegel’den bir gerilim hikâyesi. Yapımcılığını ve senaristliğini de üstlendikleri film stilize özellikleri ve hikâyesi ile dikkat çeken ve kimliğin tanımı ve kabulüne odaklanan oldukça “değişik” bir çalışma.

Biri siyah ve iri yarı, diğeri beyaz ve zayıf olan iki oyuncunun (Dennis Haysbert ve Michael Harris) birbirine tıpatıp benzemesine (?) dayanan hikâye, bu fiziksel zıtlığı özellikle tercih ederek kimliğimizin oluşumunu ve kimliğimizin aslında başkalarının nasıl algıladığı üzerine kurulu bir kavram olmasını vurgulamaya çalışmış gibi görünüyor. Fiziksel benzerliği sıfır düzeyinde olan iki karakterden birinin diğerinin yerini almasını normal mantık kuralları ölçüsünde kabul etmek mümkün değil ve film stilize ama gerçeküstücü olmayan anlatımı ile başlangıcında seyirciyi “bu mantıksızlığı” nasıl kabul edeceği konusunda boşa düşürüyor. Uzun bir süre seyirciye hikâyeye farklı bakması gerektiği konusunda ipucu vermeyerek (girişteki kimlik üzerine olan monolog bu bağlamda çok da yardımcı olmuyor seyirciye) bir yandan rahatsız edici bir ilginçliğe sahip oluyor film ama bir yandan da seyircinin kopmasına neden olma riskini yaratıyor bu tercih.

Çok başarılı bir siyah-beyaz görüntü çalışması olan filmde hikâyenin bir bölümünün geçtiği ve estetik kullanımı ile dikkat çeken evin de filmin stilize tadına ciddi bir katkısı olmuş. Filmin başında ve sonunda tekrarlanan banyodaki cinayet sahnesi ise yönetmenlerin teknik becerisini gösteren ve oldukça çekici bir bölüm. Filmin genellikle televizyon filmlerine veya dizilerine dayalı bir kariyerleri olan oyuncularından özellikle Haysbert ve Harris oyunları ile filmin stilize anlatımına katkıda bulunmuşlar ama filmin tüm kadrosunda öne çıkan bir oyunculuk performansı yok ve bu durum bu küçük bütçeli filmin cazibesini bir parça azaltmış görünüyor.

Hikâyesi hayli ilginç olmakla birlikte yine senaryonun kendisinden kaynaklanan kimi aksaklıkları da var filmin. Örneğin rüyalar üzerine olan analiz seansları bir süre sonra monotonlaşmaya ve hikâye içindeki yerini kaybetmeye başlıyor. Bu durum da sanki bu sahnelerin sadece görsel gücü yüksek görüntülerin filmde yer almasını sağlamak için çekilmiş gibi algılanmasına neden oluyor. Yine de filmin genellikle sadece bu tür küçük bütçeli özgür filmlerde rastlanabilen türden bir yaratıcılığının ve yeni bir dil arayışının olduğunu söylemek gerek. Bütçeler ve beraberinde riskler ve beklentiler arttıkça sinemanın sıklıkla yaratıcılığı bir kenara bıraktığı düşünülürse filmin bu bağlamda standart bir Amerikan filminden oldukça uzağa düşmesini ve Avrupalı havasının baskın çıkmasını da normal karşılamak gerekiyor.

Genellikle festivallerde denk gelebildiğimiz ve genç yönetmenlerin ilk veya ikinci filmlerinde karşımıza çıkan türden bir biçimsel ve içerik denemesi özelliklerini de taşıyan film kimilerinin sıkılacağı ama kimilerinin de bayılacağı türden bir çalışma özetle. Bir geçmişin ve beraberinde bir kimliğin inşası ve kabulünü anlatan film bu içeriği yeterince iyi taşıyamayan bir anlatıma sahip olsa da kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Filmin müzik bandında çokça yer verilen ve çoğunluğu sözlü klasik müzik eserlerine ve hem Johhny Cash hem Tom Jones yorumu ile dinlenebilecek “Ring of Fire” şarkısına da dikkat.

(“Birleşme Çizgisi”)