Io Sono L’amore – Luca Guadagnino (2009)

“Milano’ya yerleşince, Rus kimliğimi bıraktım”

Evlenerek bir büyük İtalyan burjuvazi ailesinin parçası olan Rus asıllı bir kadının kendinden genç bir erkeğe aşık olması ile başlayan olayların hikâyesi.

İtalyan yönetmen Luca Guadagnino’dan bir tutku ve kimlik hikâyesi. Yönetmenin kendi hikâyesinden üç ayrı yazarla birlikte yazdığı senaryo bir yandan bireysel kimliklerin diğer yandan tutkuların bastırılması üzerine özellikle benimsenmiş görünen ve eski “büyük” filmlerin izini takip eden tavrı ile ağırbaşlı bir üslubu benimsemiş.

Çağdaş sinemanın en usta kadın isimlerinden biri olan İskoç oyuncu Tilda Swinton’ın yine harikalar yarattığı bir film karşımızdaki. Onun ağzından çıkan en sıradan diyalog bile tüm vücudu ile oynar gibi göründüğü filmlerin bel kemiğini oluşturuyor. Kahramanın o olduğu her hikâyeyi mutlaka seyre değer ve canlandırdığı her karakteri mutlaka daha yakından bakılmayı hak eden bir kişiliğin sahibi olarak göstermeyi başarıyor sanatçı. Bu filmde de kadın kahramanın alttan alta soru işaretlerinin kendisini gösterdiği ama yüzeyde mutlu görünen hayatını en ufak bir abartıya başvurmadan ve kimi zaman hiç konuşmadan sadece küçük bir bakış veya mimik ile gösteriyor seyirciye. Onun bu büyük oyunculuğu filmin diğer tüm isimlerinin gölgede kalmasına neden oluyor ve filmin öncelikle en cazip yanını oluşturuyor. Öyle ki yönetmenin biraz gereğinden fazla sakin ve soğuk anlatımı ve karakterlerin yeterince işlenememesinden kaynaklanan eksikliğini fazlası ile gidermeyi başarıyor ve filmin bu türden eksikliklerinin ikinci plana düşmesini sağlıyor.

Hızlı alınmış bir kararın sonucu olan evlilik ile içine girdiği ve İtalya’nın zenginlerinden biri olan ailenin diğer bireyleri ile bir kimlik uyuşmazlığı yaşasa da rolünü başarı ile üstlenmiş görünen kadının Rus yanı ortalıkta görünmese de kendisini içten içe hep hissettirmiş ve film de bu kimlik ile kadının hayatında baskın olan İtalyan kimliğinin çatışmasına etkileyici bir şekilde sık sık dokunuyor. Ailenin ikinci dünya savaşı sırasında pek de temiz bir sicili olmayan büyükbabası ve eşi ile büyükbabanın şirketi devrettiği oğlu ve büyük erkek torun ailenin İtalyan tarafını oluşturuyor ve sertlikleri, soğuklukları ve gerçekçilikleri ile öne çıkıyorlar. Buna karşılık ailedeki Rus gelin olan kahramanımız, küçük erkek oğlu ve ailenin tek kızı yumuşak, sıcak ve hümanist yanları ile tam aksi yönde yer alıyorlar. Şirketin satışı ile ilgili toplantıdan şirketten işçi çıkarmak ile ilgili konuşmaya, kayınvalidenin alt sınıflar ile gereksiz bir yakınlaşma olarak gördüğü aşçı ile sohbetten kızın resmi bırakıp fotoğraf çekmesine büyükbabanın souğuk tepkisine film bu zıtlığı sık sık vurguluyor. Bu zıtlıklar içinde yaşayan kadının kapıldığı yeni tutkusunun gerçekçiliği bir parça havada kalıyor aslında yönetmenin sahne tercihleri nedeni ile ama imdada yetişen Tilda Swinton oluyor ve dokunduğu her şey gibi bu aşkı da gerçeklik ile sarmalamayı başarıyor. Bu zıtlıkların bir başka bariz göstergesi ise ailenin genç kızının kendisi ile ilgili bir sırrı paylaşmak için annesini ve abilerinden küçük olanı seçmesi.

Büyük İtalyan ailelerinde geçen kimi filmlerde hep operanın (Ferzan Özpetek söz konusu olduğunda ise operetin) izini görmüşümdür. Bu film ise bu izleri taşıyor ama operanın görkeminden belki fazlası ile uzaklaşan tavrı ile kendi elini zayıflatıyor ve örneğin bir Visconti’nin elinde çok daha farklı bir büyüklüğe erişebilecek olan film bu hali ile bir parça zayıf kalıyor. Yine de filmde özellikle 60 ve 70’li yıllarda çekilen dramların havasını da taşıyan bir çekicilik olduğunu belirtmek gerek. Hikâyenin geçtiği şehirlerin isimlerini o dönem filmlerinde olduğu gibi görüntü üzerine büyük puntolarla bindirerek bu havayı bilinçli olarak da özellikle hatırlatır görünen film müzik seçimi ve müziği kullanım şekli ile de bu havayı destekliyor. Afişi ile de kadının ailenin asla tam anlamı ile içine giremediğini, genç kızın ise ortada kalmışlığını anlatan film finalde kilisede geçen sahne ve evdeki telaşlı terk sahnesi ile de seyircinin gönlünü kazanabilir. Tüm bunlar yine de filmi gidebileceği o güçlü noktaya taşıyamıyor ve Swinton’ın varlığına rağmen bunun da temel sorumlusu bu gücü özellikle dizginlemiş görünen yönetmen Luca Guadagnino. Belki filminin fazlası ile dramatik görünmesini istememiş ama kapanış karelerinde kahramanları flu olarak gösterdiği bölüm derinlerdeki gizli gücü açık ediyor bize.

(“I am Love” – “Benim Adım Aşk”)

Panic in Year Zero! – Ray Milland (1962)

“Medeniyet tekrar medeni olunca geri döneceğiz”

Nükleer saldırıya uğrayan Birleşik Devletler’de yaşadıkları şehirden kaçıp dağlık bir bölgeye sığınan bir ailenin hikâyesi.

Ünlü Amerikalı oyuncu Ray Milland’ın yönetmenliğini üstlendiği birkaç sinema filminden en çok bilineni. Soğuk savaş yıllarının paranoyasının etkisini gösterdiği film adı verilmese de elbette komünist ülkelerden gelen bir nükleer saldırının huzurunu kaçırdığı bir ailenin hayatta kalma mücadelesini anlatırken hayli muhafazâkar ve sağ değerlerin savunuculuğunu da yapıyor. Milland baş rolünü üstlendiği bu “düşük bütçeli” filmde B-sınıfı filmlerin izinden gider gibi yapıyor ama seçtiği anlatım yöntemi tipik Hollywood tarzı olunca B-sınıfının o “ucuz çekiciliğinden” yoksun bırakıyor eserini.

Nükleer kâbusun gerçek olmasından sonrasına odaklanan film kısa ve o günün ölçülerine göre bile bir hayli zayıf bir sahne dışında efektlere hiç başvurmuyor ve nükleer saldırıya değil sonrasında oluşan “ahlâki” kaosa ve bu kaos ortamında kutsal aile başta olmak üzere tüm değerlerin korunmasına değinmeyi tercih ediyor. Aslında bu seçim filmi benzerlerinden oldukça farklı bir yere taşıma potansiyeline sahip ve film zaman zaman bunu başarıyor da ama Ray Milland’ın canlandırdığı karakterden başlayarak film ne kadar saf Amerikalı değeri varsa tümünü karakterleri üzerinden seyircinin üzerine boca ediyor adeta. Kadınların anlaşılan bir nükleer kâbustan sonra da ikinci sınıf rollerinde kalmaya devam edeceği ve filme göre de devam etmesi gereken bir dünya önümüze getirilen. Ailenin annesi saf hümanist tarzında birkaç konuşmaya yelteniyor zaman zaman ama şiddetin ve düzensizliğin öne çıktığı bu dünyada babanın tereddütsüz başvurduğu sert yönteminin doğruluğuna kolayca ikna oluyor. Ailenin kızı ise babaya yardımları ile öne çıkan erkek kardeşinin aksine “aptal sarışın” olmaktan pek sıyrılamıyor film boyunca. Erkeklerin diğer erkeklere karşı koruması gereken veya erkeğinin arkasında duracak kadın karakterleri öne sürüyor senaryo film boyunca.

Ray Milland’ın klasik bir düz yorum ile canlandırdığı babanın patlama anından itibaren ortaya çıkardığı akıl, zekâ ve beceri dolu kişiliği nerede ise karşımıza bir süper kahraman olarak öne sürülüyor ve yasanın ortadan kalktığı ve ahlâki yozlaşmanın süratle hükmünü sürmeye başladığı bu yeni dünyada babanın başkalarına (üstelik suçlu veya masum ayırt etmeden) zarar vermekten çekinmemesini nerede ise doğruluyor. Filmin tüm derdi sanki kutsal değerlerin en ufak bir zarar görmesinin bile yaratabileceği “ahlâksız” dünyayı göstererek seyircilerinde bir panik yaratmak. Yemek duası, tecavüze uğrayan kızın babasına “I’m sorry” demesi ve filme göre en büyük kâbus olan ailenin dağılması gibi örnekleri hatırlayınca bu filmin sinemanın en muhafazâkar örneklerinen biri olduğu rahatça söylenebilir.

Bu “sağ” içeriği bir kenara bırakılırsa filmin kolay yolu tercih edip seçebileceği büyük ve efektlerle dolu bir bilim kurgu yerine küçük ve toplumsal bir dramın peşine düşmesini ve hikâyesini seyirciyi yormayan ama ilgisini sürekli kılacak bir tempoda anlatmayı başarmasını takdir etmek gerek yine de. Anlattığı hikâye ile aslında çok temel ve kendi bakışını da zayıflatan bir savı var filmin. İster nükleer bir kâbus ister başka bir etken nedeni ile olsun, insanlar yoldan çıkmaya her an hazır bekliyorlar anlaşılan. Bu durumda eline silah alan bir kahramanın korumaya çalıştığı şeyin korunmaya ne kadar değer olduğu tartışmaya çok açık bir olgu oluyor sonuç olarak.

(“Sıfır Yılında Panik”)

Balibo – Robert Connolly (2009)

“Tepemizde bize ateş açan helikopterler Amerikan malıydı ve İngilizlerin parası ile alınmıştı. Onlara istihbaratı sağlayanlar da Avustralyalılardı”

1975’te Endonezya’nın ülkeyi işgali sırasında Doğu Timor’da kaybolan beş meslektaşının akıbetini araştıran bir gazetecinin hikâyesi.

Avustralya’lı yönetmen Robert Connoly’den yakın tarihte yaşanan trajedilerden biri üzerine başarılı bir film. Bir kitaptan uyarlanan senaryo Endonezyalıların Doğu Timor halkına karşı işlediği suçları da göstermekle birlikte gazetecilerin hikâyesini odağına alıyor asıl olarak ve bu hikâyeyi başta Avustralya hükümeti olmak üzere katliama göz yuman tüm devletleri sıkı bir eleştiriden geçirerek anlatıyor. Öncelikle ülkesinde olmak üzere pek çok ödül kazanan film derdini doğrudan anlatmayı seçmesi ve dürüst ve sorumlu yapısı ile de ilgiyi hak ediyor.

Film gazetecilerin yaşadıkları ile onların akıbetini araştıranların hikâyesini paralel bir kurgu ile anlatıyor ve bu seçimi ile de finalde hikâyeleri birleştirirken yaşananların seyirci üzerindeki etkisini artırıyor. Gazetecileri anlatan bölümler belgesele yakın bir tarzda çekilirken, onları arayış bölümü klasik sinema kalıplarına daha uygun sahneler ile geliyor karşımıza. Belgesele yakın duran ilk bölüm bu anlamda gerçekçiliği, gazetecileri canlandıran oyuncuların doğallığı ve el kamerası kullanımı ile etkisi artırılmış dinamizm ve heyecanı ile dikkat çekiyor. Diğer bölüm ise klasik sinema aracılığı ile bu “gerçekliğe” ulaştırıyor seyirciyi. Bir başka deyişle ilk bölüm bir yandan gazeteciliğe ve gerçek gazetecilere övgü dolu bir gerçeklik hikâyesi olurken, ikinci bölüm bu gerçekliği bize aktaran sanatın (bu örnekte kurgu sinemasının) örneği oluyor. Bu seçim de filmin seyircinin ilgisini birden fazla alanda ele geçirmesini sağlıyor.

Çatlamış topraklar üzerindeki katledilmiş insan görüntüleri gibi sahneleri olsa da film genelde bu tür açık şiddet sahnelerine pek yakın durmamış ama yine de başta gazetecilerin ve onlara ne olduğunu araştıran kahramanımızın akıbetlerini gösterdiği sahnelerde olduğu gibi hayli iç burkan ve kısa, yalın ama kesinlikle etkileyici anlara sahip. Filmin baş kahramanını canlandıran Anthony LaPaglia rolü için bir parça fazla yumuşak bir yüze sahip ama bu dezavantajını çoğunlukla geride bırakmayı başarıyor. Oscar Isaac’in ise aldığı ödüllere rağmen pek de öne çıkamadığı filmde asıl takdiri amatör Timor’lu oyunculara sunmak gerekiyor. Ülkelerinin yaşadığı acıları en iyi bilen insanlar olarak profesyonelliğin soğukluğundan da amatörlüğün yadırgatıcılığından da uzak doğal oyunları ile göz dolduruyorlar.

Sinema tarihinde benzer olayları konu edinen çok daha çarpıcı filmlerin var olduğu şüphesiz ama bu film alçak gönüllülüğü, doğallığı, sesini yükseltmeyen ama çarpıcılıktan da geri durmayan anlatımı ile kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Gazeteciliğin kendisine sunulanları servis edenlerin değil bu filmde olduğu gibi tam bir tarafsızlıkla gerçeğin peşinde koşanların, köşe yazanların değil haberin kaynağına gidenlerin işi olduğunu bir kez daha hatırlamamıza yardımcı olan filmin en temel başarısı ise yukarıda da belirttiğim gibi gazetecilerin içinde bulunduğu ortamın tedirgin ediciliğini üstün bir başarı ile aktaran ve çoğunlukla el kamerası ve yakın planlarla çekilmiş bölümler ve bu sahneler bugün toplumun çoğunluğunun umursamaz göründüğü gerçeklerin peşinde bir zamanlar can veren insanlar olduğunu hatırlamak gibi rahatsız edici bir duygu yaratıyor seyredende ve bu duyguyu da elbette filmin başarı hanesine yazmak gerekiyor. Evet bir başyapıt değil belki ve kurguda çıkartılabilecek kimi gereksiz uzatmaları ve hikâyesinin yeterince iyi açıklanamayan noktaları var ama sonuçta iyi bir film karşımızdaki.

(“The Balibo Conspiracy”)

Sous le dôme épais – Léo Delibes


İlahi bir güzellik varsa eğer, bu şarkıda kendini gösteren o olmalı. Fransız besteci Léo Delibes’nin Lakmé adlı operasından “Sous le dôme épais – The Flower Duet” adlı eser opera tarihinin en güzel düetlerinden biri. Kendinizi bu ilahi ezginin ellerine bırakıp sonsuz bir boşlukta kaybolup gitmeye çağıran bir melodi. Bir son mutluluk bu şarkının ve onunla uyumlu bir görüntünün ardından gözlerini kapamak olmalı.

(“Lakmé” – “The Flower Duet”)