Thunder Road – Arthur Ripley (1958)

“Günün birinde arabanın arkasındaki o tankta daha fazla içki bırakacak ve iki yıl hapis yatmama neden olacaksın”

Ailesinin ürettiği kaçak içkinin taşıyıcılığını üstlenen bir adamın bölgesini ele geçirmeye çalışan bir çetenin baskısı ve polisin takibi altında yaşadıklarının hikâyesi.

Amerikalı oyuncu Robert Mitchum’un baş rolünü üstlendiği, yapımcılarından biri olduğu, senaryoya kaynaklı eden hikâyeyi yazdığı, şarkılarını bestelediği ve söylediği ve oğlu James Mitchum’un da kardeşi rolünde oynadığı bir film bu ve Arhur Ripley’in de onun isteği üzerine filmi yönettiğini düşününce ortaya çıkan çalışmanın asıl yaratıcısının Mitchum olduğunu söylemek mümkün. Sinemanın “uykulu gözleri” ile tanınan oyuncusu başarılı oyunculuğu ile filmi sürükleyen isim oluyor ve bir dönem kült olan filmin en çekici öğelerinden biri olmayı başarıyor.

50’li yıllarda çekilmiş bir Amerikan filminin yasadışı bir iş yapan bir adamı kahraman değilse bile “iyi adam” olarak göstermesi pek sıradan bir durum değil. Film bu farklılığını dengelemek için olsa gerek girişte kaçak içkinin neden olduğu vergi kaybından (kapitalizme iman etmiş bir toplum için can alıcı bir nokta) söz ederek açılışı yapıyor ve bu yasa dışı işi yapanların peşindeki polislere ve özellikle Maliye’nin memurlarına hayli sempatik bir tavırla bakıyor film boyunca. Öyle ki Hazine memurunun yakışıklılığını bile vurgulamaktan kaçınmıyor. Kaçak içki çetesini hayli kaba çizgilerle kötü olarak resmederken, küçük esnaf diyebileceğimiz aile işletmecilerine gösterdiği sıcak yaklaşımla yine de film dönemin Hollywood’undan farklı bir yerde duruyor sonuç olarak.

Bizde özellikle Cüney Arkın’ın oynadığı ve sanatçının yasadışı işlere bulaşan iyi yürekli ve sevdikleri için hayli fedakâr olabilen karakterleri canlandırdığı filmler vardır. Bu filmi seyrettikten sonra tüm o yerli senaryoların kökenlerinin işte “Thunder Road” gibi filmlerde olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz. Hikâyesini kolaylıkla yerlileştirebileceğiniz ve Mitchum’um yerine de Arkın’ı koyabileceğiniz bir film karşımızdaki. Aralarındaki 34 yaş farka rağmen Robert Mitchum’un kardeşi rolünde oğlu James Mitchum’un oyantılması tipik Hollywood garipliklerinden biri olarak bir kenara bırakılırsa James’in de rolünün altından başarı ile kalktığını söylemek mümkün. Babasına fiziksel olan benzerliğinin toplamda bakıldığında kariyerine zarar verdiği söylenebilecek olan genç oyuncu rolünü aksatmadan götürmeyi başarıyor. İki Mitchum dışındaki oyuncuların ise genelde vasat sularda kaldığını belirtmekte yarar var. Örneğin kahramanımızın sevgilisi rolündeki Keely Smith ikili sahnelerde karşısındaki oyuncu konuştuğu zaman nerede ise hiç gözünü kırpmadan ve yüzünde sabit bir ifade ile onun konuşmasını dinliyor sadece.

Filmin Amerika’da kült olmasının temel nedeni sanırım fazlası ile Amerikalı olması. IMDB başta olmak üzere sinema ile ilgili sayfalara ve forumlara bakıldığında hemen tüm Amerikalı seyircinin filmde kullanılan Amerikan arabalarından, filmin geçtiği güney eyaletlerinden ve özellikle yaşlı kuşağın filmi ilk kez gördüğü arabalı sinemalardan aşırı bir nostalji ve hayranlık ile bahsettiğini görmek mümkün. Dönemin şartları dikkate alındığında hayli iyi çekilmiş (ama elbette Mitchum’un araba kullandığı tüm sahnelerde direksiyonu duran bir arabanın içinde ve arkada akan bir görüntünün önünde salladığı çok net olsa da) arabalı takip sahneleri, Mitchum’un sağlam oyunu ve o yıllar için hiç de sıradan olmayan bir şekilde yasalardan bağımsızlığa gösterdiği sıcak tavır da dikkate alınırsa özellikle nostalji peşindekileri memnun edebilecek bir film ama yeterince iyi çizilmemiş karakterleri ve normların dışında kalmamaya özen gösteren finali ile bir klasik değil şüphesiz.

(“Tehlikeli Yol”)

Un Giorno Perfetto – Ferzan Özpetek (2008)

“Ben büyüyünce polis olmak istemiyorum. Milletvekili olmak istiyorum. Böylece bir gün başka biri benim yerime ölecek”

Şiddete eğilimli ve eşinden ayrılmış bir adamın neden olduğu trajedinin hikâyesi.

Ferzan Özpetek’ten vasat bir dram. Hikâyesi olan filmlerdeki başarısı ve popülere yakın tarzı ile tanınan yönetmenin bu dram denemesi kimi temel kusurları nedeni ile şaşırtıcı bir vasatlığın içinde kalan ve sanatçının önceki filmlerinin de hayli gerisine düşen bir çalışma. Bir romandan uyarlanan filmin senaryosu da bu vasatlığın başlıca sorumlusu gibi görünüyor.

Tek ve asıl hikâyesine odaklanması gerekirken filmin ne dramatik gücüne katkıda bulunan ne de asıl hikâyeyi besleyen yan hikâyelerin keyfini kaçırdığı bir film karşımızdaki. Politikacı, oğlu ve karısını ve özellikle de öğretmeni hikâyeden çıkarsanız geriye kalan muhtemelen tek başına daha etkileyici bir filme dönüşecek ama ancak zorlama yorumlarla filmin odağındaki hikâyeye bağlayabileceğiniz bu yan hikâyeler sadece ilgiyi dağıtıyor. Filmin iki oyuncusu dışındaki diğer tüm oyuncuların garip bir soğuklukla ve nerede ise duygusuz biçimde oynamalarını da işin için içine katınca bu yan hikâyeler iyice anlamsız oluyor. Evet, iki oyuncu dışında diye vurgulamak gerek ve bu oyuncuların ilki büyükanne rolündeki Stefania Sandrelli. Tecrübeli sanatçı iyi bir yardımcı oyunculuk örneği vererek göründüğü sahnelerde kısa ama etkili bir performans sunuyor. Filmin asıl yıldızı ise anne rolündeki Isabella Ferrari. Filmin nerede ise elle tutulur tek sahnesi olan muhteşem final sahnesindeki oyunculuğu başta olmak üzere göründüğü her karede kendisine hayran bırakıyor seyredeni. Karakterinin çektiği acıları ve üzerine binen ağır sorumlulukların altında ezilmesini müthiş bir gerçekçilik ile gösteriyor bize. Özellikle de final sahnesinde onu takip eden kameranın saptadığı yüzünü ve karakterinin tedirginlik dolu umudunu, içinde doğan ama bastırmaya çalıştığı korkusunu ve bizim bildiğimiz ama onun henüz bilmeyip sadece hisseder gibi olduğu gerçeğin karşısındaki tereddüdünü öylesine sahici bir şekilde taşıyor ki yüzünde hayran olmamak elde değil. Bu sahne sinemanın sokakta yürüyen kahramanı takip ettiği en başarılı sahnelerin arasında yerini alacak kalitede ve nerede ise Özpetek’in elini dokundurduğu tek sahne gibi görünüyor film boyunca.

Film bittiğinde keşke yönetmen hiç çekinmeden diğer tüm yan hikâyeleri atsaydı filminden ve yine hiç çekinmeden kalan tek hikâyenin melodramına sığınsaydı diye düşünebilirsiniz. Evet daha “basit” bir film olurdu ortaya çıkan sonuç o zaman ama fazlalıklarından arınmanın verdiği hafiflik ile seyircisi ile de daha rahat iletişim kurabilen bir çalışmaya dönüşmüş olurdu. Yine de filmi seyre değer kılan Isabella Ferrari dışında da yanları var filmin. Açılış sahnesinde evin içinde kayan kameranın yumuşaklığı ve aşk, bağlılık ve ayrılık üzerine ama en çok da sevdiklerimizin üzerinde kurabildiğimiz tahakküm üzerine söylemeye çalıştıkları filmi seyredenleri memnun edecektir.

(“A Perfect Day” – “Mükemmel Bir Gün”)

Film Ekimi 2011

Hemen tamamen vizyona çıkacak filmleri programına alması ve buna bağlı olarak ana akım sinemanın örneklerinin çokluğu nedeni ile gözümde değerini iyice yitirmeye başlayan bir festival(cik) oldu Film Ekimi. Elbette her festivalde olduğu gibi vizyona çıktığında bir hafta boyunca toplayamayacağı seyirci sayısına bir seansta ulaşan filmleri görmek de hem şaşırttı hem de üzdü. Bir haftada ortalama 35 kez oynayan bir filme vakit ayırıp gidemeyen ama o filmin sadece 3 kez oynadığı bir festivalde ölüm kalım meselesiymiş gibi bilet bulmanın peşinde koşan sinemaseverlerin garipliği çok ama çok ilginç. Ve elbette Emek’i hatırlamanın, başına gelenlerin ve geleceklerin hüzünle karışık öfkesi.

Gelecek (The Future) – Miranda July : İlk filmi “Me and You and Everyone We Know” ile sevdiğim Miranda July’dan yine kendisinin baş rolünde olduğu mizah esintili bir dram. Bu kez ilki kadar çarpıcı olamayan filminde July bir yandan bir kedinin ağzından onun kişisel hayatını anlatırken bir yandan da bir çiftin hikâyesini anlatıyor ama bir süre sonra dağılıp gitmeye başlıyor. Filmi “Dominique Abel – Fiona Gordon – Bruno Rom” filmlerinin soluk bir kopyası olarak görmek mümkün. Kedinin konuşmalarını bir kenara bırakınca keşke bu film de sessiz olsaydı diyebilirsiniz. Bir de kendisini mizahını örtecek kadar ciddiye alması ve “garip, saçma ve komik” yanının bu kez gerçekten “garip, saçma ve boş” bir izlenim bırakması da filme zarar veriyor.

Yeni Başlayanlar (Beginners) – Mike Mills : Bir romantik komedi olmakla eşcinsel hareketinin tarihini anlatmak arasında gidip gelen vasat bir film. Zaman zaman takındığı stilize tavır ve bağımsız havaları filmi kurtarmaya yetmiyor ve her filmin bir derdi olması kuralı üzerinden bakıldığında da sınıfta kalıyor açıkçası. Öne sürer gibi yaptığı ama desteklemek için pek bir şey yapmadığı hüzünlü havası sıradan romantik komedi klişeleri içinde kayboluyor çoğunlukla. Babanın eşcinsel aşkının hüznü ve sitemi de arada kaynıyor.

Bisikletli Çocuk (Le Gamin au Vélo) – Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne: Dardenne kardeşlerden bir başka parlak film örneği daha. Yine toplumun alt sınıflarından seçtiği karakterleri, sosyal bir konuyu ele alan hikâyeleri ve takındıkları sorumlu tutum ile filmlerini cazip kılmayı başarmışlar. Önceki filmlerinin aksine bu kez “mutlu” bir son ile seyircisini şaşırtan ve hatta müziğe de yer veren yönetmenler çocuk oyuncu Thomas Doret’nin muhteşem performansı ve bana hep Ken Loach’ın Belçika’daki ruh ikizleri olduklarını düşündüren tarzları ile takdiri hak ediyorlar. Derdi olan bir sinemanın güzelliğini hatırlatan ve Avrupa sinemasının son dönemde pek çok filmde karşımıza getirdiği bize sunulan değil bizim yarattığımız aileyi gündemine alan sıcak ve hayli duygusal bir film.
(“The Kid with a Bike”)

Elena – Andrei Zvyagintsev : Bu üçüncü filminde Zvyagintsev beni bir kez daha kendisine hayran bıraktı. Bu kez daha düz bir hikâye anlatır gibi görünse de, yönetmen günümüz Rus toplumunu bir film süresi içinde tüm çıplaklığı ile açık ediyor. Sakin ve yavaş görünümü altında karşımıza getirdiği çarpıcı tespitleri, gerçekçilikleri ile tüyler ürperten karakterleri ve diyalogları ve Yelena Lyadova’nın “saf” oyunculuğu ile gerçek bir sanat eseri seyretmenin hazzını yaşatan film o mutlaka görülmesi gereken türden bir çalışma. Belki yönetmenin önceki iki filmin yarattığı yüksek beklentinin bir parça altında kalıyor ve o filmlerin aksine farklı okumalara kapalı ama bu kez yönetmen daha doğrudan ve çıplak bir halde anlatıyor hikâyesini ve yine başarıyor.

Aşkın Formülü Yok (I Rymden Finns Inga Kanslor) – Andreas Öhman : İsveç sinemasından bir ilk film. Yeterince sıcak, yeterince komik, yeterince hüzünlü ve işte belki tam da bu nedenlerle benzerlerinden farklılaşıp kendine özel bir yer edinemiyor. Bir parça fazlası ile kolaya kaçıyor ama yine de baş oyuncusunun sempatikliği ve doğallığı ile de ilgiyi hak ediyor. Avrupa sinemasından çok bağımsız Amerikan filmlerinin esintisini taşıyan film kısa süresine rağmen gereksiz uzun tutulmuş bir havaya da sahip. Yine de rahatça seyredilip, sinemadan keyifle çıkılabilir.
(“Simple Simon”)

Kevin Hakkında Konuşmalıyız (We Need to Talk About Kevin) – Lynne Ramsay: Sadece Tilda Swinton’ın varlığı için bile görülmeyi hak eden bir film. Bir oyuncu nasıl bu kadar muhteşem olabilir, görmeden hayal etmek mümkün değil. Çarpıcı ve özellikle çocuğu olan kadınları hayli etkileyecek yapısı ile de dikkat çeken film belki sinemasal açıdan daha olgun bir yönetimi hak ediyormuş ama Swinton bu eksikliği nerede ise yok ediyor. Farklı zamanlar arasında gelip giden anlatım tarzının trajedinin çarpıcılığının ve kadın kahramanın yaşadıklarının etkisini hayli artırdığı da açık. Galiba filmin temel kusuru eksik kalan olgunluğunun da dozunu artırdığı bir bütünsellikten yoksunluk hali.

Shit Year – Cam Archer (2010)

“Hiç aynanın karşısında kendinizden nefret etmeye yetecek kadar uzun süre durdunuz mu?”

Mesleğini bırakan ellili yaşlarındaki bir kadın oyuncunun kendini ve hayatını sorgulama hikâyesi.

1982 doğumlu Amerikalı sinemacı Cam Archer’ın bu ikinci uzun metrajlı filmi avangart sinemanın örneklerinden biri. Siyah-beyaz çalışma hikâyesini düşler, gerçekler ve bunlardan hangisine ait olduğu anlaşılamayan sahneler eşliğinde anlatıyor ve sıradan seyiriciyi hayli ürkütebilecek tarzı ile zor bir seyir vaat ediyor.

Cam Archer’ın bu çalışması bir sinema öğrencisinin deneysel film çekme arzusu ile ortaya koyduğu bir çalışma havasında daha çok. Ellen Barkin’in benzersiz ve sık sık yakın plana gelen yüzünden ve filmi (ama olmayan/olamayan hikâyeyi değil) sürükleyen oyunculuğundan bolca yararlanan film genç oyuncu Luke Grimes’ı kullanımı ile de sık sık eşcinsel bir estetiğin peşinde görünüyor.Tekrarlanan diyaloglar, iki kişinin karşılıklı konuştuğu sahnelerin önce birini sonra diğerini gösteren farklı çekimlerle tekrarlanması, Kubrick’in 2001’inin final sahnesindeki parlak beyaz setleri çağrıştıran kareler ve Ingmar Bergman’ın filmlerindeki kadın karakterlerin izdüşümü gibi görünen bir Ellen Barkin… Tüm bunlar filmde bir bütünselliğe ulaşıp homojen bir resim oluşturamayınca hikâyenin yaşlılık, şöhret ve yalnızlık gibi temaları da çarpıcı ama amaçsız görünen bir görselliğin arkasında kalıyor. Zaman zaman bir videoklip estetiğinin cazibesine kapılmış gibi görünen filmin en parlak anları hikâyenin ve karakterlerin parlak beyaz ışıktan kendisini kaçırabildiği sahnelerde geliyor karşımıza. Örneğin kadın kahramanımız ile yine bir kadın olan komşusunun ormandaki yürüyüşünü gösteren ve tek çekimde gerçekleştirilen uzun sahne veya kadının bir okulun avlusunda yanına oturduğu genç bir öğrenci ile sigara içtiği kısa sahne yönetmenin becerileri hakkında ipucu veriyor bize ve deneyselliğin abartılmadığı (örneğin tüm o “simülasyon” bölümlerinin olmadığı) bir yaklaşımın filmi nerelere götürebileceğini gösteriyor.

Filmin çarpıcı ama bir o kadar da yorucu görselliğine eşlik eden şarkıları ise dört dörtlük. Filmde pek çok şarkısını seslendiren Sarabeth Tucek ve onun özellikle bir John Lee Hooker bestesi olan “Don’t Look Back” şarkısına getirdiği yorum filmin en büyük artılarından. Sonuç olarak bu deneysel film sevmek için “çaba” gerektiren filmlerden. Archer’ın filmin tüm unsurlarını uyumlu bir şekilde bir araya getirememesi ve deneyselliğin içinde kendisinin de kaybolmuş görünmesi bu çabayı gerekli kılıyor. İlginç ses kurgusu, Barkin’in bir oyuncu için neresinden yakalayabileceğini keşfetmesi hayli zor bir karakteri canlandırmadaki başarısı ve çarpıcılığı anlamının önüne geçmiş görüntüleri ilginç bir film yine de karşımızdaki.

(“Boktan Bir Yıl”)