Teza – Haile Gerima (2008)

“Bu ağaç hayatımın bir özeti: Bir tarafı kökleri ile tutunmuş, diğer yanı çökmüş ve çürümekte”

Bir Etiyopyalı doktor üzerinden anlatılan ülkesinin baskı, savaş ve geri kalmışlık hikâyesi.

ABD’de yaşayan Etiyopyalı yönetmen Haile Gerima’nın ülkesini, genel olarak tüm Afrika kıtasını ve siyah derili insanları anlatan filmlerinden biri. 70’li yıllardan başlayarak 80’li yılların sonuna kadar uzanan hikâyede ülkesinin baskı, savaş, katliam ve açlıklarla dolu tarihinin bir özetini yapmış senaryosunu da yazdığı filmde yönetmen Gerima. Filmin asıl ilgi çeken yanı belki de bir ülkenin hikâyesini anlatmaktan çok bir entelektüelin (ve genel olarak tüm entelektüellerin) savunduğu değerler ile gerçekler, peşinde koştuğu devrim ile devrimin sonuçları arasında sıkışıp kalmışlığına odaklanması ve filmi önemli kılan da daha çok bu yanı olmuş.

Sırası ile imparatorluk, İtalyan işgali, imparatorluk, Sovyetler Birliği güdümlü bir cunta ve hayli sancılı bir demokrasi deneyimi yaşayan bir ülkenin tarihinde filmin odaklanabileceği epey konu olsa gerek. Film geriye dönüşlerle 70’lerde imparatorluğun son günlerinde Almanya’da sürgünde olan öğrencilerin ülkelerinde bir devrim yapma hayallerinden bu devrimin askeri bir cuntanın yönetimi ile sonuçlanmasından sonraki hayal kırıklıklarına uzanan hikâyelerini seçmiş kendisine. İlkel gelenekler, inançlar, baskıcı yönetimler ve sefaletlerle iç içe yaşayan bir toplumu değiştirebilmek inancı ile yola çıkan entelektüellerin veya daha doğru bir deyişle entelektüel bir neslin uğrunda çaba harcadıkları halkın kendisi tarafından ret edilmeleri ve hatta yok edilmeleri dünya tarihindeki entelektüel-halk çatışmasının da örneklerinden birini oluşturuyor hikâye boyunca. Devrimi hayal etmek ve sonrası üzerine bir eser olarak da nitelenebilecek film kimi politik tartışmalardan ırkçılığa, kişisel dramlardan inançlara kadar pek çok başlığı da konu ediniyor kendisine uzun süresi boyunca. Bu farklı başlıkları genel olarak dengeli bir biçimde ele aldığı ve hemen her anında ilgiyi ayakta tuttuğu söylenebilir filmin ama aksayan birkaç yanı da var. Öncelikle filmin kahramanın köyünde geçen kimi sahnelerinin filme çok da bir şey katmadığını ve kurguda rahatça çıkarılabilir olduğunu söylemek mümkün. Seyirciye tekrar duygusu vermekten öteye geçemeyen bu sahnelerin yanısıra bazı bölümlerin de yeterince yaratıcı olmadığını eklemek gerek. Örneğin kahramanın yaşadığı travmaların etkisini yaşadığı anlar biraz vasat görünüyor filmin bütünü ile karşılaştırıldığında. Hayli başarılı bir müzik ile birlikte filmin etkili bir görüntü çalışması da var. Afrika’da geçen sahneleri olan bir filmin olmazsa olmaz kareleri olan batan/doğan güneş görüntüleri burada da yerini almış ama bu kaçışı yok görünen (!) kareler bir yana bırakılırsa özellikle Afrika bölümlerinde renk ve ışık tercihlerinin filme çok katkısı olduğu söylenebilir.

Komünist cunta idaresi altındaki özeleştiri bölümü, kısa ama etkileyici suikast sahnesi ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra kahramanımızın ırkçıların saldırısına uğradığı bölüm yönetmenin başarı ile kotardığı kimi anların en çarpıcı örnekleri. Başta Araba E. Johnston Arthur olmak üzere kimi oyuncuların zayıf performanslarının da dikkat çektiği filmde baş roldeki Aaron Arefe yeterli ama çarpıcı olmayan bir oyunculuk vermiş. Özetle dikatik olmayan yaklaşımı, geniş bir konu yelpazesini başarı ile toparlamış olması ama hepsinden de öte demokrasi ve uygarlık kriterlerinde hayli geride kalmış bir ülkenin aydını olmanın sert ve yıldırıcı gerçekleri üzerine gösterdikleri ile ilgiye değer bir film.

Ali’nin Sekiz Günü – Cemal Şan (2009)

“Ben kör oldum ışığınla, seninle… Seninle ben kör oldum”

Kendi halinde ve yalnız bir adamın mahallesine taşınan bir genç kıza duyduğu karşılıksız tutkusunun hikâyesi.

Cemal Şan’ın “Zeynep’in Sekiz Günü” ile başlayıp “Dilber’in Sekiz Günü” ile devam eden üçlemesinin son filmi. Yönetmenin ifadesi ile aşk üzerine bir üçlemenin parçası olan bu filmlerden ilki kalbi, ikincisi ruhu ve bu üçüncüsü ise aklı temsil ediyor. Hayli kısa sürede ve düşük bir bütçe ile çekilen filmin anlaşılabilir ve aslında hikâyeye de uygun bir minimalist havası var ama aşırı tekrarları ile yoran kayan kamera hareketleri ve sessizlik anları, ve amacını unutturacak denli bir absürt havaya ulaşan uzun bir diyalog sahnesi ile hedeflediği etkiye ulaşmakta yetersiz kalıyor.

Kahramanımızın bakkalına gelen bir adamın dakikalarca süren monologu sanki senaryoyu da yazan yönetmenin kafasındaki her şeyi içine boca ettiği bir yalnızlık ve anlaşılmamak tiradı. Ali’den tutkuyla bağlandığı kıza ve bu tiradın sahibi adama herkesin ağladığı filmde bu uzun monolog maalesef etkileyici olmanın hayli uzağına ve ille de bir isim koymak gerekirse garipliğin içine düşüyor. Kahramanımızın belki de “kendisi veya kendi geleceği” ile yüzleştiğini anlatmayı hedefleyen bu sahne mizanseni, oyunculuğu ve genel olarak tüm öğeleri ile bir edebi metnin içinde belki yadırganmayabilecek cümleleri sinemalaştırmakta hayli yetersiz kalmış görünüyor. Öyle ki Serdar Orçin’in filmin en büyük artısı olan çok başarılı oyunculuğu ile şaşkınlık ve korku içinde izlemesi gibi seyirci de bu adama garip bir anı izler gibi yaklaşacaktır muhtemelen. Yönetmenin sık sık başvurduğu küçük bakkal dükkanının içindeki kaydırma hareketleri o küçük mekanda bile Ali’nin koca yalnızlığını vurgulama becerisine sahip ve doğru bir tercih ama sürekli tekrarlanan bu hareket hem bu tercihi rutinleştiriyor hem de bir süre sonra seyredende “yine mi!” tepkisini doğurmaya aday.

Zaman zaman görüntüye gelen Hasan Ali Toptaş’ın kitabının filmin kahramanı ile bir ilişkisini kurmak zor ve Türk edebiyatının geç keşfedilen bu postmodern yazarı ile Haliç’teki pelikan imgesi gibi fantastik anları ilişkilendirmek de pek mümkün görünmüyor. Senaryonun bir başkasına tutku ile bağlanmış bir genç kıza tutku ile bağlanmış bir yalnız adamın hikâyesi olarak da kimi eksiklikleri var. “Uzaktan bakınca her şey daha detaylı görünür” cümlesindeki gibi yanlış kelimeler ile kurulmuş kimi cümlelerin de örneği olduğu ve bir zamanlar “entel” Türk sinemasında hayli yaygın olan felsefi cümleler kurma hastalığının izlerini taşıyan bir senaryonun filmin asıl odaklanması gereken noktaya, basit ve keskin bir gerçekçiliğe, ciddi bir zarar verdiği çok açık. Ali’ye hayatını kesintisiz bir çekimle anlatan kızın sahnesi “Masumiyet” filminde Haluk Bilginer’in piknikteki uzun konuşmasından hayli ilham almış olduğunu ama hem oyunculuk açısından hem de söylenen sözler açısından onun epey gerisinde kaldığını söylemek gerek. Ufuk Bayraktar’ın artık sadece o düşünülerek yazılmış gibi görünen ve defarlarca tekrarlamak zorunda kaldığı bir rolde aksamadığını söylemek mümkün ama filmin asıl yıldızı elbette Serdar Orçin. Sustuğu anlarda, boşluğa daldığında, korktuğunda, kırıldığında veya hayret ettiğinde seyirciyi kendi yanına çekmeyi başarıyor ve öyle ki filmin sonunda onun sokakta katıla katıla ağlamasına bırakın duyarsız kalmayı eşlik etmemek bile katı bir yürek gerektiriyor.

İstanbul’un geçmişin izlerini hayli tahrip olmuş bir şekilde taşıyan arka sokaklarında geçen sahneleri ile kimi zaman etkileyici bir görselliğe ulaşan filmin müziği de dikkat çekiyor ama senaryodaki aksamalar, genç kız ve onun sevip sevip terkeden maço sevgilisi gibi klişelere yaklaşan karakterleri veya televizyon dizilerinin alamet-i farikası olan sahne geçişlerinde İstanbul görüntülerini araya sokmak gibi tercihleri ile iyi niyetli ama hedefine uzak düşen bir çalışma. Bol aksiyon az düşünce modasına inat ve eğlendirme ve vakit geçirme amaçlı yüzeyselliklere inat bir sinema eseri yaratma düşüncesi tartışılmaz bir şekilde desteklenmesi gereken bir yaklaşım elbette ama bunun için yola çıkıldığında ulaşılan noktanın da tüm ayrılmaz öğeleri ile sinemasal bir güce sahip olması gerekiyor ki filmin zayıf noktası da burası. Yine de yitirdiğimiz değerleri, etrafımızı saran kötülükleri, acımasızlıkları ve yalnızlıkları anlatan bir filmi görmekte yarar var.

Buick Riviera – Goran Rusinovic (2009)

“Biz o pis Amerikalılar gibi değiliz, memleketlimizi görünce elimizi uzatırız”

Amerika’da karşılaşan biri Boşnak biri Sırp iki adamın savaşı bu topraklarda da sürdürmesinin hikâyesi.

Hırvat yönetmen Goran Rusinovic’in uzun aralıklarla çektiği filmlerden üçüncüsü, 90’lı yıllarda Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde yaşanan trajedinin izini bu trajedinin çok uzağındaki bir ülkede iki adam üzerinden süren bir çalışma. Bosna doğumlu Hırvat asıllı yazar Milijenko Jergović’in romanından uyarlanan ve yazarın da senaryosuna katkıda bulunduğu film gerçek savaşın yaşandığı topraklardaki görüntüleri gerçeküstücü veya fantastik bir tarzda geriye dönüşlerle verirken yıllar sonra ABD topraklarındaki sanal savaşı oyuncuların ve hikâyenin gücüne dayanarak yüreğe dokunacak bir alçak gönüllülük ve kimi zaman müthiş kelimesini hak edecek bir görsellikle sergiliyor.

Modern zamanlarda Avrupa’da yaşanan ve etkisinin tüm sıcaklığını hâlâ koruyan bir savaşı, özellikle de bu savaşın taraflarından birinde yer almışsanız, anlatmak bir yandan çok kolay ama bir yandan da çok zor olsa gerek. Kolay çünkü tanıklığınız hikâyeyi oluşturmakta, gerçekçi bir tonu yakalamakta çok yardımcı olacaktır ama öte yandan bu kadar sıcak bir konuyu bir sanatçı duyarlılığı ve objektifliğinin gereği olarak bir adım geriye çekilip resmetmek zor. Film iki adam üzerinden savaşın bitmediğini veya bitemediğini, farklı karakterlerdeki bu iki insanın aynı noktada kilitlenip kaldıklarını zaman zaman hayli yüreğe dokunan bir biçimde aktarıyor seyredene. Bosnalı müslümanlardan biri olan Hasan trajediden kaçışı filme de adını veren arabasının içinde bulmuş gibi. Hâlâ bir çeşit hayalet gibi sürdürdüğü hayatında kendini rahat hissettiği nadir anlar arabası ile ilgilendiği ve onunla çıktığı yolcuklarla geçen zamanlar. Filmin açılışında yönetmen arabasının üzerinde biriken karı temizleyen Hasan’ı arabanın içinden yapılan bir çekimle ve nerede ise arabanın gözü aracılığı ile gösteriyor bize ve böylece hem arabanın filmdeki rolünü vurguluyor hem de seyirciye adını koymadığı bir tedirginliğin de ilk işaretini veriyor. Slavko Stimac tarafından sakin ama çok güçlü bir oyunculukla canlandırılan Hasan yaşadığı trajedinin izlerini içinde tüm sıcaklığı ile yaşarken sık sık görüntüye gelen geçmişteki anıları bir yeri terk etmenin o yerle ilgili anıları geride bırakmaya yetmediğini söylüyor bize. Hasan’ın sessizliği ile tam bir zıtlık içinde olan ve Leon Lucev’in dinamik ve yine çok güçlü bir oyunculukla karşımıza getirdiği Sırp karakter Vuko da Hasan gibi trajediden kaçmak için ABD’ye gelen ve yine o korkunç felaketi içinden atamayan bir adam. İki karakterin çatışması ve sahiplenme kavgası paralel olarak hem Hasan’ın eşi üzerinden hem de araba üzerinden yürüyor ve filmin finaline damgasını vuran da arabanın kendisi oluyor. Bireysel trajedilerini çözemeyen ve filmin de çözebilecekleri yolunda bir umut vermediği iki adam savaşı yeni ülkelerinin toprakları üzerinde de devam ettirerek adeta insanoğlunun geleceği ile ilgili olumsuz bir manifestoya da imza atıyorlar.

Eski pasaportunu koruyan ve örneğin eski ülkesinin parasını hâlâ cüzdanında saklayacak kadar geçmişte kalan Hasan ile Amerika’ya daha kolay uyum sağlamış görünen Vuko’nun seçtiği direnme biçimleri ne kadar farklı olursa olsun, film ikisinin de bir çıkmaz içinde olduğunu söylüyor. Geniş Amerikan topraklarının sonsuza kadar uzanırmış gibi görünen yollarını sık sık görüntüye getiren film bu anları ile karakterlerinin sonsuz bir boşlukta kaybolmuşluğunun görsel olarak da altını çiziyor. Yönetmenle birlikte görüntü yönetmeni Igor Martinovic’i de alkışlamak gerekiyor filmdeki başarısı için. Tüm dış mekan çekimlerinde her bir karenin özenle “yaratıldığı” çok açık. Evet yaratma kelimesini kullanmak gerekiyor çünkü bu anlardaki her bir kare, çekim açılarından renklere, neyin çerçevenin içine girdiğinden neyin dışında kaldığına kadar üzerinde tek tek düşünülmüş havasını taşıyor. Özellikle geniş plan çekimlerde Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerindekine benzer fotoğrafik öğeleri aynen bulmak mümkün. Bu özen bir parça fazla görünebilir belki ama film anlattığı karakterlerini bir yandan evrensel bir konunun, nefretin, sembolleri olarak kullanarak ve diğer yandan da onları özellikle ıssız mekanlarda gösterme tercihi ile içinde bulundukları hayattan sıyırarak “normalin” ötesine taşıyor ve işte bu görüntü tercihleri de bu sembolizmin ve soyutlanmanın anlatımı için doğru bir yöntem olarak görünüyor.

Bir yol filmi karşımızdaki; hem tüm o uzun ve ıssız yolları ile hem de kahramanlarının değişmek için çıktıkları ama hiç bitmeyecek ve hedefine varamayacak gibi görünen yolcukları ile film bir kaçışı, arayışı ve özetle yola düşüşü anlatıyor. Yine de klasik bir yol filminin aksine kahramanlarının değişiminden, gelişiminden söz etmek pek mümkün değil burada. Bu yolculuk tam tersine dışarıya doğru değil içeriye doğru yapılan bir yolculuk ve yolun sonunda da bulunan kendisinden kaçınılan şey oluyor; nefret karakterlerin doğasının bir parçası olmuş çünkü.

Filmin Hasan’ın eşi rolündeki kadını belki iki karakterin çatışmasının objesi olarak belki doğulu dünyayı anlayamayan bir batılının sembolü olarak kullanmak gibi bir amacı olmuş ama yine de zaman zaman film iki kişilik dünya ile kısıtlasaymış çerçevesini, daha iyi olur muydu diye düşünmek mümkün ve hikâyenin karakterlerini sembolü oldukları insanlar ile sınırladığı ve yeterince açıklayıcı olmadığı da ilave edilebilir bu eleştiriye. Tüm bunlar bir yana, film kabuk bağlamamış bir yarayı sargıları açarak gösteriyor bize ve çarpıcı görselliği ile hikâyesini belki fazla özenli ama kesinlikle başarılı bir biçimde anlatıyor. Görülmeli.

The Secret Invasion – Roger Corman (1964)

“İnsanoğlu hemcinsine acı çektirmekte bir deha olduğunu tarih boyunca pek çok kez kanıtlamıştır”

İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Hırvatistan’da alıkoyduğu bir İtalyan generali kaçırmak için Dubrovnik’e sızan ve katil ve hırsızlardan oluşan bir ekibin hikâyesi.

Düşük bütçeli “B sınıfı” filmleri ile tanınan yönetmen Roger Corman’dan bir savaş filmi. Yönetmenin muhtemelen kullandığı en büyük bütçe ile çekilen film yine de ana akım sinemanın savaş filmleri ile kıyaslandığında ucuz görünen ve oyunculukların da işte yine bu tür filmlerde olduğu üzere pek de kayda değer olmadığı bir çalışma. Baş rolünde Stewart Granger’in olduğu bir filmden oyunculuk anlamında çok bir şey beklememek gerek elbette. Film Corman’ın kültleşen filmlerinin arasına giremese de yine de onun izlerini taşıdığı açık olan bir eser.

Karşımızdaki film Corman’ın “House of Usher” veya “Tales of Terror” gibi çalışmalarının havasından uzak olsa da 1967’de çekilen “The Dirty Dozen” adlı filmden üç yıl önce suçlulardan oluşan bir ekibi İkinci Dünya Savaşı’nın parçası yaparak öncül bir rol üstleniyor sinema tarihinde. Maket olduğu anlaşılan kimi gemi görüntüleri, bazı kurgu ve devamlılık hataları veya Nazi subayları örneğinde ya da diyaloglarda olduğu gibi kimi klişeler filmin başka bir açıdan ele alınması gerektiğini söylüyor. Bu bir Roger Corman filmi ve tüm bu “gariplikler de” normal karşılanmalı. Aksi takdirde senaryodaki problemlere takılıp filmin tadını çıkaramamak gibi bir sonuca ulaşılır ki bu da filmi iddiasının olmadığı bir alanda eleştirmek anlamına gelir.

Sahneler boyunca süren ve kahramanlarımızın saatleri olmadığı için saniyeleri takip etmek için ve tempoyu ayarlamaya yönelik olarak parmak şıklatmaları (veya farklı tempo tutma hareketleri yapmaları) ve bunu konuşurken ve hatta birini öldürürken yapmaları tam da bir Corman filminden beklenecek bir sahne. Bir yandan uygulayacakları planı anlatırken diğer yandan da parmaklarını şıklatan Raf Vallone’nin görüntüsü eğer gereğinden fazla ciddiye alınırsa güldürebilen ama bu ciddiyet bir kenara bırakılırsa eğlendirebilen kimi sahnelerine de örnek teşkil ediyor filmin.

Bir bebeğin aşırı trajik ölümü, iyi kotarılmış görünen kimi çarpışma sahneleri, sayıları hayli fazla figüranların varlığı ile etkileyici savaş kareleri ve elbette finalde cesetler ile dolu bir caddede elindeki silahı yere fırlatarak yürüyen Vallone ile verilen ve bir savaş filminde alışık olunmayan barış mesajı ile film, Dubrovnik’in kalesinden sokaklarına başarılı mekan kullanımı ile de dikkat çekiyor. Karakterlerin pek de işlenmiş görünmediği filmde en iyi oyunculuk performansı Henry Silva’dan geliyor sert ve soğuk suikastçi rolü ile. Tam olarak ne olması gerektiğine çok iyi karar verememiş görünen film Balkan’ların partizanlarına gösterdiği olumlu yaklaşım ile de dikkati çekiyor. Özetle bir Roger Corman filmi bu ve onun en iyilerinden değil belki ama sinema tarihinde kendine has bir yeri olan bir yönetmenin hangisi olursa olsun tüm filmleri şu ya da bu ölçüde bir ilgiyi hak eder.

(“Gizli İstila”)