Howl – Rob Epstein / Jeffrey Friedman (2010)

“Geceyarısı demiryolu boyunca oradan oraya amaçsızca gidip gelen yurtsuzlar, hiç kalp kırmadan çekip gidenler, gece, yük vagonlarında yük vagonlarında yük vagonlarında sigaralarını yakanlar”

Beat kuşağının ünlü şairi Allen Gingsberg’in onun en ünlü şiiri ve filme de adını veren “Howl” adlı eseri üzerinden anlatılan hayat hikâyesi.

Rob Epstein ve Jeffrey Friedman ikilisinin birlikte yönettiği film yapıtlarının tümü müstehcenlik suçlaması ile karşılaşan ABD’li şair Gingsberg’in hayatını ve sanatını, onunla yapılmış bir belgesel çekimin canlandırıldığı bir bölüm, “Howl” adlı şiirinin yargılandığı duruşmanın tutanaklarınden birebir aktarılmış bir başka bölüm, sanatçının hayatından kimi anları aktaran siyah-beyaz kurgu sahneleri ve şiirin şairi canlandıran James Franco’nun sesinden aktarıldığı animasyon bölümleri ile anlatıyor seyirciye.

Epstein ve Friedman ikilisi bir kısmını birlikte çektikleri belgesel filmlerde ağırlıklı olarak “marjinal” kesimlerin ve özellikle de eşcinsellerin dünyasına ve eşcinselliğe odaklanmışlardı. Birlikte çektikleri bu ilk uzun metrajlı sinema filminde de yine bir eşcinsel şairi konu edinmişler ve ortaya çarpıcı, değişik ve bir parça karışık bir eser koymuşlar. “Bane ne şok tedavisi yapıldı ne de terapi çünkü doktora heteroseksüel olacağıma söz vermiştim” cümlesi ile hayatının eserlerine de yansıyan yönünün çarpıcı bir özetini yapan şairin bugün bir edebi klasik olarak takdir gören “Howl” şiirinin görsel karşılığını üretmek ile sanatçının sanat anlayışının ve hayat ile ilgili algılarının sinemasal karşılığını üretmek arasında gidip gelen filmin bir de mahkeme salonunda geçen ve klasik sinemaya epey yakın duran bölümleri var. Şiiri resimlendiren ve “The Wall” ve “Vals im Bashir – Waltz with Bashir” fimlerinin tarzından epey ilham almış görünen animasyon bölümleri kendi başına ele alındığında kesinlikle çarpıcı bir görselliğe sahip. Özellikle şiirin iki numaralı bölümü “Molok” bu animasyon sahnelerde görsel keyfi hayli yüksek bir biçimde karşımıza getiriliyor ve etkilenmemek mümkün değil. Burada temel sorun bu çizgi sahnelerin filmin diğer kısımlarını nerede ise ezip geçen bir görsel baskınlığa ve örneğin mahkeme sahnelerinin klasik sinema anlayışı ile uyumsuz görünen bir zıtlığa sahip olması. Bu sorun bir kenara bırakılırsa animasyonların başarısının tadına çok daha iyi varılabilir gibi görünüyor.

James Franco’nun muhtemelen bugüne kadar verdiği (ve daha büyük bir ihtimal ile de vereceği) en iyi performansını gösterdiği filmde oyuncu özellikle şiiri okuduğu siyah beyaz bölümlerde çok başarılı. Alaycı, öfkeli ve acılı bir şairin kimliğini yüz ifadeleri ile çok etkileyici bir biçimde yansıtıyor bu bölümlerde Franco. Filmin kimi başarılı anlarının da bir kafede (sigara dumanının bir bulut gibi havada asılı durduğu) bu şiirin okunması sırasında gösterilenler olduğunu da belirtmeli. Bu sahnelerde şair kadar şiiri dinleyenlerin de odak noktasında olmasının filmin şair ve şiirine konsantre olan diğer bölümleri ile uyuşmazlık içinde olduğu açık ama yine de o dönemde “komün” odaklı bir yaşam tarzı tutturanların daha sonra kendilerinin sesi olduğunu düşünecekleri bir şiir ile ilk tanışmalarının büyüsünün görüntüler üzerinden bizlere de geçirilebiliyor olması yönetmenlerin takdiri hak ettiğinin en güçlü kanıtlarından biri. Bu bölümdeki dinleyici görüntülerinin “beat” bir havadan çok şıklık dolu bir hava taşıdığı açık ama bunu belki de filmin bir başka ve eleştiriye açık seçimi ile birlikte düşünmek gerekiyor. Gingsberg’i canlandıran Franco’nun sanatçının gerçek görüntüsüne göre fazlası ile “güzel” olmasının da örneğini oluşturduğu bir şıklık tercihi bu.

Sadeliği ile görüntülere sağlam bir zemin oluşturan Carter Burwell imzalı müziğin ve özellikle açılışta yer alan ve anlatılan kültürel yapılanmanın ayrılmaz bir öğesi olan sıkı caz müziğinin örneğinin de katkıda bulunduğu film yönetmenlerin belgesel geçmişinin izlerini taşıyan röportaj bölümü ile de dikkat çekiyor. Burada yönetmenler sanatçı ile yapılmış bir röportajı görselleştirmişler ve kendinizi adeta gerçek görüntülere tanınlık ediyor gibi hissetmenizi sağlamışlar. Amerikan edebiyatının bu büyük isminin “Howl” şiirini hatırlamak veya tanımak için çok iyi bir fırsat olan film bir parça fazla şık olsa da ve bir parça da üslup karmaşası içerse de ilginç bir sinema tecrübesi yaşatmaya aday bir çalışma.

(“Uluma”)

Angèle et Tony – Alix Delaporte (2010)

“İnsan denizi almaz / Deniz insanı alır / Beni de almıştı bir zamanlar / Hatırlıyorum”

Geçmişi karanlık bir genç kadın ile bir balıkçı adamın aşk hikâyesi.

Fransız yönetmen Alix Delaporte’un ilk uzun metrajlı filmi. Bir eleştirmenin deyimi ile “güzel bir kalbi olan küçük bir film”. Yalın anlatımı, gözlemci tavrı ve doğallığı ile dikkat çeken çalışma bir mucizeyi ama gökten gelen değil bizlerin yaratabileceği bir mucizeyi anlatıyor ve popüler sinemanın altını çizen, zorlayarak ikna etmeye çalışan ve gösterişli tarzından hayli uzaklara düşen bir tercih ile seyircinin kalbini kazanıyor. Bittiğinde kahramanlarından ayrı düşeceğiniz için üzüleceğiniz türden bir film.

Sert görünümlü ama yüzünden hiç eksilmeyen bir hüznü ile dolaşan kadında Clotilde Hesme ve sessiz ve dürüst adamda Grégory Hadebois’nin harikalar yarattığı filmde karakterlerin orta ve çalışan sınıftan seçilmiş olması senaryonun en büyük artılarından biri. Balıkçı kasabasındaki hayat, uygulanan ekonomik politikalar nedeni ile polisle çatışan balıkçılar ve kasabada yaşayanların hayatlarının emek üzerine kurulu olmasından kaynaklanan gerçekçi ve doğal görüntüleri filmin sinemada pek az rastladığımız sahicilik duygusunu seyirciye geçirmesini sağlıyor. Finaldeki mucizeye rağmen filmin en küçük bir yapaylık duygusunu bile hissettirmemesi işte bu sahici tavrın sonucu olsa gerek. Kadının adamla, adamın annesi ve kardeşi ile veya tüm kasabalılarla ilişkisinin gelişim çizgisi sonuçta aynı noktaya varsa da film hemen hiçbir anında benzeri bir Amerikan filminin hissettireceği ve anlatılanın bir yapay hikâye olduğunu düşünmekten kaynaklanan rahatsızlığı geçirmiyor seyredene. Tüm bu doğallıkta elbette iki baş oyuncusunun ve onlara eşlik eden başta anne rolündeki Evelyne Didi ve kardeş rolündeki Jérôme Huguet olmak üzere tüm kadronun da ciddi bir payı var. Kadının içinde bulunduğu ruh halinin sembolü gibi görünen bisiklet ile yaptığı yolculuklarda, örneğin mutsuzken bisikletinin yalpalaması, buna karşılık mutlu olduğunda bisikleti ile kayar gibi hareket etmesi gibi kimi sembolik anlatımlar da bu doğallığı bozmuyor.

Herhangi bir ilişkinin veya daha özelde bir aşk ilişkisinin doğal seyrini anlatmaya soyunan film sinemaya da en benzersiz temiz yüreklerden birini armağan ediyor erkek kahramanı ile. Bu başlangıçta soğuk görünen iri adamın, kalbinin temizliği, hoşgörüsü ve her türlü çıkardan uzak sevgisi filmin mucizesinin de mimarı olurken örneğin annesinin baştaki katılığı ile simgelenen ön yargıların insanlara neler kaybettirebileceğini gösteriyor. Kahramanlarını ticari pek çok filmin aksine süslemeyen bir film karşımızdaki. Ne zenginlik, ne çarpıcı güzellikler, ne bir takım özel yetenekler ne de erotizmden aksiyona etkileme garantisi olan öğeler var bu filmde. Gerçek bir emekçi dünyanın sinemanın favorisi olan beyaz yakalıların dünyasından ne kadar farklı ve asıl olduğunu hatırlatan bir film kesinlikle saygıyı hak eder ama bu film bundan da önce sevgiyi hak ediyor sanırım. Finalde deniz kıyısında geçen sahne başta olmak üzere etkileyici anlara sahip olan eser denizde kaybolan babanın (umutsuzca) aranması ile sanki insanlara kaybedilenin, yaşananların değil yaşanacakların ve her an bir örneğini yaratma potansiyelini taşıdıkları küçük mucizelerin peşinde olmalarını salık veriyor. Bağımsız ve küçük bir film bu. Hâlâ umut var dedirten, sıcak ve gerçek bir film. Belki bir başyapıt olmak için yeterince güçlü değil ve senaryonun örneğin polisle çatışmalarda olduğu gibi kimi yan temaları unutuvermesi veya bisiklet örneğinde olduğu gibi kimi sembollerin basitliği rahatsız edebilir ama ne olursa olsun kesinlikle ilgiyi hak eden bir film. Mathieu Maestracci’nin yalın ve gönül çelen müziği, Normandiya kıyılarının başarı ile görüntülendiği kareleri ve diğer her şey bir yana Clotilde Hesme’nin finaldeki mutluluğun şaşkınlığını ve coşkusunu taşıyan bakışı için de görülmeli.

(“Angèle and Tony” – “Angèle ve Tony”)

O Outro Lado da Rua – Marcos Bernstein (2004)

“Benim o yaşlı bunak kadınlardan biri olduğumu mu düşünüyorsun, o ispiyoncu kadınlardan?”

Yalnız yaşayan yaşlı bir kadının karşı apartmanında işlenen bir cinayete tanık olduğunu düşünmesi ile başlayan olayların hikâyesi.

Aralarında “Central do Brasil” filminin de bulunduğu kimi başarılı filmlerin senaristi olarak tanınan Marco Bernstein’in ilk ve şimdilik son uzun metrajlı çalışması. Sinemanın pek sık yer vermediği bir yaşlı karaktere odaklanan film Hitchcock’un “Rear Window” filminden “Suspicion” adlı çalışmasına uzanan referansları eşliğinde kendisinden bekleneni değil kendi seçtiği rolü oynamak isteyen bir kadının hikâyesini baş oyuncusu Fernanda Montenegro’nun hayli başarılı oyunu eşliğinde aktarmayı beceriyor.

Meraklı, bir parça huysuz ve özellikle yaşıtları ile iletişimde sorunlu bir kadının hikâyesinden aşık bir kadının hikâyesine uzanan değişimi boyunca film ilgiyi üzerinde tutmayı başaran akışı ile kendisini seyrettiren bir çalışma. Bu başarısında senaryo ve Montenegro’nun oyunculuğu eşit paylara sahip gibi. Boşandığı ve oğlu ile yaşayan kocasının varlığı nedeni ile oğlunun evine girmeyen, yaşıtları ile iletişimi sorunlu olan kadının semtindeki polisiye olayları takip ederek “Pamuk Prenses” takma adı ile polise muhbirlik yapması beraberinde filme kadının yaşını ret etmesi üzerinden kimi dramatik öğeler kazandırırken öte yandan tanık olduğu “cinayet” görüntüsü de gerilim unsurları getiriyor. Rio’nun parklarında örgü ören veya satranç oynayan yaşlı insanların görüntüsünü bir küçümseme ve şaşkınlık ile izliyor kahramanımız ve başlardaki süslenerek gece kulübüne gitmesi veya her dışarı çıkışında rujunu sürüp aynadaki görüntüsünü öpmesi ile onlardan olmadığını ve olamayacağını vurguluyor kendisine ve biz seyredenlere. Senaryo bu karakteri ille de bir iyilik abidesi olarak göstermekten kaçınarak akıllıca bir iş yapıyor; gazete satıcısı ile diyalogları, kendisi gibi muhbirlik yapan bir başka yaşlı kadın ile olan diyaloglarındaki huysuzluğu ve elinde dürbün karşı apartmanların pencerelerini gözetlemesi sonuçta kadını sinemanın o klişe “yaşlı ve iyi kalpli” karakterlerinden biri olmaktan uzakta tutuyor. Muhbirliği onu hayata bağlayan ve kendisini değerli hissetmesini sağlayan bir meşguliyet ve bu işe ihtiyacının nedenini film akıllıca örülmüş bir senaryo eşliğinde yavaş yavaş gösteriyor bize: sevmek ve sevilmekten uzakta kalmanın yarattığı boşluk.

Başlarda biraz rutin gidiyor gibi görünüyor film ama aşkın ve gerilimin eş zamanlı olarak hikâyeye yavaş yavaş yerleşmesi ile bu rutin görüntü yerini keyifli ve umut veren bir manzaraya bırakıyor. Umut veren evet, çünkü film yalnızlık ve yaşlılık kadar umut ve aşk üzerine de bir çalışma aynı zamanda. Bu umudu ve aşkı bir şüphenin örtüsü ile sarmalayarak anlatıyor ve bu bakımdan umut ve aşk gibi özellikle tereddüt ile karşılaştıklarında daha da anlam kazanan iki duyguyu da gerçekçi bir biçimde karşımıza getirmeyi başarıyor. Filmin birkaç zayıf noktasından da söz etmek gerek. Başlarda filmin önemli bir parçası olacakmış havasını veren gerilimin sonradan nerede ise unutulmuş olması ve ilk yarıdaki ağır tempo; zaman zaman filme müdahele edip biraz dinamizm katma arzusu bile hissettirebilir bu ağır tempo alışık olmayana. Karakterlerin yeterince detaylı çizilmediği de söylenebilir belki ama filmde yetmiş beş yakında iken oynayan Montenegro’nun karakterine o yaşın bir sembol karakteri olarak bakmak doğru olur gibi görünüyor. Başarılı görüntüleri de olan film, yaşlı kadının oğluna sarıldığı sahnedeki dramatik gücü ve yalınlığı ile ilgiyi hak eden küçük ama çarpıcı bir film, her ne kadar bu çarpıcılık filmin tümüne yayılamamış olsa da.

(“The Other Side of the Street” – “Karşı Daire”)

The Organization – Don Medford (1971)

“İkimiz de biliyoruz ki organize suç örgütleri polis olmadan olmaz”

Uyuşturucu ticareti yapan bir kurumsal suç örgütünün elinden beş milyon dolarlık eroini satılmasını engellemek için çalan bir devrimci grup ile beraber çalışan bir polis dedektifinin hikâyesi.

1967 tarihli “In the Heat of the Night” filmi ile sinema perdesinde ilk kez görünen dedektif “Virgil Tibbs” karakterinin sinemadaki bu üçüncü ve son macerası, ilk filmin gördüğü ilginin peşinden giden ama ikincisi gibi bunu elde edemeyen bir çalışma. “In the Heat of the Night” ırkçı bir kasabada işlenen bir cinayeti araştıran bir siyah dedektifin yaşadıklarını senaryosunun (ve onun dayandığı romanın) gücü, Norman Jewison’ın başarılı yönetimi ve Sidney Poitier – Rod Steiger ikilisinin olağanüstü oyunları ile çarpıcı bir biçimde aktarıyordu. Poitier’in karakterinin yeni hikâyelerine yer veren Daha sonraki iki film ise “blaxploitation” akımının örnekleri oldu ve bu furyadan yararlanma amacı ile çekilmiş izlenimini bıraktılar.

Açılış jeneriğinin filmin başlamasından on iki dakika sonra görüntüye geldiği film ilk on dakikası içinde sadece iki kısa cümleye veriyor ve bu sırada uyuşturucunun çalınmasını gösteriyor. Bu farklı girişten sonrası ise sıradan bir senaryodan çekilmiş sıradan bir film olmanın ötesine geçememiş. Filmde ne aradığı anlaşılmayan Tibbs’in küçük oğlu ile cinsel gelişim üzerine konuşmaları, klişe karakterlerden oluşan devrimci grup elemanları, metro inşaatındaki fazlası ile uzayan ve nerede ise komediye kayan kovalamacalı, kapışmalı çantayı kapma mücadelesi, kurguda hiç rahatsızlık duyulmadan kısaltılması gerekirmiş gibi görünen pek çok sahnesi ve “blaxploitation” akımının özelliğine uygun olarak kullanılmış görünen caz esintili ama hikâyeye pek uymuş görünmeyen müziği ile film pek de iyi bir noktada durmuyor. Raul Julia, Sidney Poitier ve senaryonun karakterine haksızlık etmiş olmasına rağmen Sheree North dışında kadronun geri kalanının oyunculuklarının vasat sularda gezindiğini söylemekte de yarar var.

70’li yıllardan getirdiği esinti, sinema tarihine geçmiş bir karakteri hak ettiği gibi olmasa da tekrar karşımıza getirmesi ve gerçekçi sonu ile yine de ilgiyi çekebilecek bir film. O klasik ifade ile, çarpışmayı kazanan ama savaşı kaybeden dedektifin finaldeki yüz ifadesi filmin kimi kusurlarını örten bir etkiye sahip ama yine de insan keşke daha parlak bir senaryo ile hikâyenin epey yüzeysel kalan sosyal teması öne çıkabilseymiş demekten kendini alamıyor.

(“Korkunç Teşkilat”)