The Whales of August – Lindsay Anderson (1987)

“Ay ışığının karanlıkta deniz üzerinde yarattığı gümüş paraları görüyor musunuz? Bu hazine asla tükenmez”

Maine’de bir adada yaşayan iki yaşlı kız kardeşin değişen dünyayı seyretmelerinin hikâyesi.

İngiliz yönetmen Lindsay Anderson’dan filmografisinde hayli farklı bir yerde duran bir yaşlılık, değişim ve sevgi hikâyesi. 1963 tarihli ilk uzun metrajlı filmi ve İngiliz sinemasının Yeni Dalga akımının en başarılı örnekleri arasında yer alan muhteşem “This Sporting Life” ile başarılı bir çıkış yapan Anderson’ın filmi sinemanın “tarihi” oyuncularından aldığı destekle ilgi çeken ama sonuçta yeterince çarpıcı olamayan bir çalışma. Kadrosunda Lillian Gish gibi sessiz sinema döneminden başlayarak sinemanın klasik yıldızlarından biri olmuş bir isim, Bette Davis gibi klasik Hollywood sinemasının dev oyuncularından biri, Vincent Price adında korku filmlerinin dev bir örneği ve Ann Sothern gibi yine sessiz sinema zamanlarında oyunculuğa başlamış başarılı bir karakter oyuncusu olan bir film aslında sadece bu niteliği ile bile sinemaseverlerin ilgisini hak ediyor.

“Er ya da her şeyin öldüğü” bir dünyada iki kız kardeşin bu hikâyesi, kendi küçük dünyalarında yaşayan ve dışarıdan nerede ise tamamen soyutlanmış bir hayat süren karakterleri üzerinden artık var olmayan ve tekrar ortaya çıkması mümkün olmayan bir döneme ağıtlar yakıyor bir bakıma. Günümüzden altmış yıldan daha öncesine ait bir sahne ile başlayan film artık balinaların görünmediği bir dünyayı anlatırken hüzün tonunu sürekli muhafaza ediyor ve oyuncularının karizmasına dayanarak hikâyesini götürmeye çalışıyor. Başta Lillian Gish olmak üzere kadro kendilerine yüklenen “ağır” rolü başarı ile yerine getiriyor aslında. Gish göründüğü her sahneye sıcaklık, nostalji ve duygusallık getirirken, Davis güçlü ve aykırı sinemasal kişiliğinin bir benzerini yine etkili bir biçimde tekrarlıyor bu filmde. Oscar’a aday olan oyunu ile Sothern ise tam bir karakter oyuncusu olduğunu kanıtlıyor bir kez daha. Evet oyuncular güçlü ama David Berry’nin kendi oyunundan senaryolaştırdığı filmin hikâyesi biraz fazlası ile monoton ilerliyor ve iniş çıkışlarının azlığı ile zaman zaman bir tiyatro oyunu seyrettiğiniz havasını doğuruyor. Özellikle yönetmenin “Brittania Hospital” gibi absürtlüğün çarpıcı örneklerinden birinin sahibi olduğunu düşündüğünüzde hikâyenin düzlüğü hayli şaşırtıcı. Senaryoda Anderson’ı çekenin ne olduğunu anlamak zor bu nedenle. Gish ve Davis’in ikili sahnelerinde ve özellikle Gish’in yıllar önce ölen kocasının fotoğrafını koyduğu masada bir kadeh içki ile evlilik yıl dönümünü kutlamasında veya iki kadının kendi odalarında artık dokunmanın imkânsız olduğu bir geçmişe daldıkları yalnızlık anlarında filmin hissettirdiği duygusallık zirveye çıkıyor ama bir yandan da buna benzer sahneleri pek çok filmde gördüğünüz düşüncesinin ortaya çıkmasına engel olmak kolay değil.

Anderson senaryodan kaynaklanan statikliği kırmak için özel bir çaba sarfetmemiş gibi görünüyor. Kameranın dışarı çıktığı anlar var ama bu sahneler hikâyeye bir açılım getirmediği gibi filmin “nefes” almasını da sağlamıyor. Karakterlerine yeterince “büyük sözler” sarf etme imkânı vermeyen senaryo geçmişe nostaljik bakış atarken Vincent Price’ın canlandırdığı Rus aristokratı da bu nostaljinin parçası yapıyor ama bu aristokratın güzellemeler döktürdüğü geçmişin halkı ezen çarlık günleri olduğundan tek kelime söz etmiyor. Senaryonun zayıflığı ve durağanlığı bir yana, muhteşem kadrosu, Davis ve Price ikilisini tam kırk sekiz yıl sonra tekrar bir araya getirmesi ve yaklaşan adımlarının sesini duysak da “değişimin” henüz ele geçiremediği bir dünyayı anlatması ile ilgiyi hak eden bir film.

(“Ağustos Balinaları”)

The Parallax View – Alan J. Pakula (1974)

“Biliyorsunuz, Parallax sektörün her noktasından talep alıyor. Sıradışı personel talebi. Elemeyi geçebilirseniz ki geçebileceğinizi düşünüyoruz, size çok kârlı ve getirisi bol bir iş önereceğiz”

Bir senatörün suikastini araştıran gazetecinin karşı karşıya kaldığı ve devletler üstü faaliyet gösteren bir uluslararası şirketle mücadelesinin hikâyesi.

1970’li yıllarda Amerikan sinemasının gözde temalarından biri komplo teorileriydi ve o yıllardan bugüne pek çok film kaldı. Alan J. Pakula’nın “Klute” ve Sydney Pollack’ın “Three Days of the Condor” filmleri gibi başarılı örneklerin yanına yine Pakula’nın çektiği bu film de rahatça eklenebilir. Film sıkı bir komplo teorisi filminden zaman zaman uzaklaşıyor ve temposu da düşüyor ama ne olursa olsun başta finalinin başarısı ve bu finalin yarattığı trajik hüznü olmak üzere kimi sahneleri ile günümüze bir klasik olarak kalmış olmayı hak ediyor.

Tüm komplo filmlerinde olduğu gibi burada da gizemli bir organizasyon, bu organizasyonun tüm kurumlarınkinin üzerindeki gücü, örtbas edilen olaylar ve tüm bunlardan habersiz yaşayıp giden halk, Loren Singer’ın romanından uyarlanan bu çalışmada da yerlerini almışlar. Senaryo final dışında çok özel bir başarı içermiyor aslında ve bu final de tüm başarısına rağmen girişinin, bir başka deyişle olacaklara hazırlığın, fazla uzun tutulması sonucu etkisini yeterince güçlü hissettiremiyor. Zaten filmi de final ve kalan tüm sahneleri olarak ikiye ayırmak mümkün çünkü kurgunun da etkisi ile final birden bire başlıyor sanki ve anlamakta zorlanıyorsunuz. Yine de tüm bunlar finalin Warren Beatty’nin yüz ifadesi ile doruğuna çıkan başarısını engelleyemiyor. Finalde kamera üstten çekimle içinde masalar ve sandalyeler olan koca salonu görüntülerken ortaya çıkan “geometrik resimler” filmin bir başka çarpıcı başarısının örneği. Hikâye boyunca karşımıza çıkan binaların farklı, soğuk ve ürkütücü mimarileri ve bu mimarilerin geometrik biçimleri filme etkileyici ve gizemli bir hava katmaya ciddi katkıda bulunmuşlar ve tek tek bireylerin bu korkutucu kurumların karşısındaki çaresizliğini simgeliyorlar adeta.

Gazeteciyi canlandıran Warren Beatty ve patronunu oynayan Hume Croyn başta olmak üzere filmin oyunculuk performansları da üst düzey ve başlarda göründüğü kısa sahnelerinde Paula Prentiss de çarpıcı bir oyun sergiliyor. Oyunculukların kalitesine özellikle yukarıda belirttiğim mekanların geometrik çarpıcılığını yakalayan ve hikâyenin parçası haline getiren görüntü yönetmeni Gordon Willis’in başarısını da eklemek gerek. Bu özelliklerine rağmen film için tam bir başarıyı yakaladığını söylemek zor yine de. Bunda da en temel etken bu tür gerilim içeren diğer klasiklerin yakaladığını bu filmin kaçırmış olması. Bir Hitchock filminde örneğin gerilimi başlatır usta yönetmen ve günümüz filmleri gibi birden bire üzerinize gelmek yerine yavaş yavaş bu gerilimin dozunu artırır ve gerilim sona erdiğinde farkedersiniz nefessiz kalmak üzere olduğunuzu. Burada ise Pakula gerilimi başlatıyor, sonra unutuyor, daha sonra hatırlıyor ve tekrar unutuyor vs. Film bir yandan karamsar bir tonda sona eriyor ama neyse ki düzenin içinde iyi politikacılar var demeyi de ihmal etmiyor ama bir Hollywwod filminden düzenin gerçek anlamda sorgulanmasını beklemek de gerçekçi değil elbette. Tüm bunlara ilave olarak kendi başına hayli başarılı çekilmiş olan ama hikâyeye ne kattığı tartışmalı bardaki kavga sahnesini de söylemekte yarar var.

Gazetecinin Parallax şirketine sızmak için girdiği sınavların parçası olan eğitimde seyrettiği birkaç dakikalık ve çeşitli sözler ve görüntülerin kurgusundan oluşan film aslında tek başına sinemada kurgunun seyircinin algısını nasıl yönlendirebileceğine dair çarpıcı bir örnek olarak kullanılabilir. Film kimi eksikliklerine rağmen ve evet yarım bir başarı olarak kalmış olsa da sinema tarihindeki komplo teorileri filmleri arasındaki özel yerini almayı başarıyor. Kesinlikle ilgiye ve seyre değer bir film.

(“Parallax Esrarı”)

Poupoupidou – Gérald Hustache-Mathieu (2011)

“Sizi tanımadan seven o kişiler, daha sonra sizi tanımadan nefret edecek olanlardır”

Best-seller suç romanları yazan bir adamın küçük bir kasabada işlenen ve maktulün Marilyn Monroe’nun ruhunu taşıdığına inanan bir kadın olduğu cinayeti araştırmasının hikâyesi.

Sinemanın gelmiş geçmiş en muhteşem kadınlarından birine, Marilyn Monroe’ya adanmış bir film. Fransız yönetmen Gérald Hustache-Mathieu biri kısa metrajlı olan dördüncü filminde tüm filmlerinde olduğu gibi baş rolü yine Sophie Quinton’a vermiş ve açılış ve kapanıştaki gizemli, yumuşak ve seksi kareler ile Monreo’ya hayranlık dolu bir selam göndermiş. Yaşadıkları ile Monroe’nun hayatını nerede ise birebir ama bu hayatın çok daha küçük ve yerel boyutları ile tekrarlayan kadının hikâyesi, kendisini seyrettiren ama bir süre sonra tekrara düşmeye başlayan ve gizem ve gerilimini yeterince sürükleyici kılamayan bir filme kaynaklık ediyor.

Monroe’nun hikâyesi herkesin malumu; bu durumda da film gizem iddiasına rağmen beklenmeyenleri çıkaramıyor karşımıza. JFK’nin ve Robert Kennedy’nin yerini belediye başkanı ve vali olan kardeşi, Joe DiMaggio’nun yerini yerel bir kayak şampiyonu ve Arthur Miller’ın yerini de bir kitap eleştirmeni alıyor filmde ve hikâye Monroe’nun gerçek hikâyesinin izini takip ederek akması beklenen mecrada akıp gidiyor. Evet, film bu açılardan yetersiz kalıyor ama gerçek ile kurgu arasındaki fark üzerine düşünmeye de sevkediyor seyircisini bir yandan. Jean-Paul Rouve’nin ince bir komediyi de barındıran güçlü oyunu ve Sophie Quinton’ın kırılganlık ve seksiliği birleştirdiği başarılı oyunu ile film kesinlikle başarılı bir çalışma. Qinton’ın karakterinin öldükten sonra da filmin parçası olmaya devam etmesi ve onun ağzından anlatılanlar ve kurulan cümleler senaryonun en başarılı yanlarından biri. Buna Rouve’un yazar karakterinin şaşkın, cesur ve meraklı ruh halinin yarattığı kimi küçük komedi anlarını da ekleyince ortaya şıklığı da ihmal etmeyen keyifli bir film çıkıyor. Şıklık bu filmin tanımlanmasında kesinlikle kullanılması gereken bir kelime. Monroe’nun ünlü kimi fotoğraflarından birinin çekim anının canlandırıldığı çıplak itfaiyeciler sahnesi veya peynir reklamının çekimi gibi anlar şık bir erotizmin örnekleri olarak gösterilebilir. Özellikle de yeşil çimenlerde uzanan Quinton’un görüntüsü klasik bir Monroe fotoğrafının tadını taşıması ile dikkat çekiyor.

Monroe’ya referans veren bir filmin elbette başka sinemasal referansları da olmalı. Filmin orijinal adının Monroe’nun “Some Like It Hot” filmindeki “I Wanna Be Loved By You” şarkısından esinlendiği açık. Ayrıca hikâye boyunca duyduğumuz Cecil B. DeMille gibi sinema adamlarının isimleri de filmi sinefillerin gözdesi kılmaya yetecek referanslar. Bir de Monroe’nun “The Misfits” filminden esinlenmiş pinpon sahnesini hatırlarsak sinefillere epey iş düştüğü açık bu filmde. “İşte hayat hikâyem: İyi bir adamla tanışabilmek için önce ölmem gerekti” gibi keyifli cümleler ile örülü ve yönemenin Juliette Sales ile birlikte yazdığı senaryo başta belirttiğim gibi malum bir hikâyeyi anlatmanın handikaplarını taşısa da genel olarak başarılı. Yine de yazarımızın seslere karşı aşırı duyarlılığı gibi bir özelliğin ve üzeri çok örtülü bir ima ile karşımıza getirilen yazar ile eşcinsel polis arasındaki yakınlaşma gibi tercihlerin filme ne kazandırdığının pek anlaşılamadığını da söylemek gerek.

Çok başarılı bir soundtrack, makyajını yapan Quinton’un filme adını veren kelimeyi mırıldanarak geri planda çalan şarkıya eşlik ettiği sahnede olduğu gibi hayli parlak sinemasal anlar ve karlar altındaki bir kasabanın başarılı ve filme dış dünyadan soyutlanmış bir atmosfer katan görüntüleri ile film kesinlikle ilgiye değer özet olarak. Kapanış jeneriğine eşlik eden ve Quinton’ın seslendirdiği “Rewind” şarkısı gibi sürprizleri de olan film Monreo’nun gerçek hikâyesinin küçük bir versiyonu ile tüketim toplumunun bir insanı nasıl önce yukarılara taşıyabileceğini ve onu geri dönemeyeceği bir noktaya kadar dönüştürüp sonra da nasıl terkedebileceğine güzel bir örnek oluşturuyor. Gizemi eksik olan hikâyesi bir noktadan sonra aşikar olanın anlatılmasına dönüşse de ve keşke film bu engeli aşabilmiş olsaydı dedirtse de keyifli bir film karşımızdaki.

(“Nobody Else But You”)

Arlington Road – Mark Pellington (1999)

“Ben bir mesajcıyım, mesajcılardan sadece biri. Benim gibi milyonlarcası var, harekete geçmeye ve mesajımızı yaymaya hazır bekleyen… benim gibi milyonlarcası”

FBI ajanı eşini kötü yönetilen bir operasyonda kaybeden bir üniversite profesörünün terörist olduklarından şüphelendiği komşuları ile mücadelesinin hikâyesi.

ABD sinemasından komplo teorileri, terörizm ve ebeveynlik üzerine bir gerilim filmi. Mark Pellington’ın filmi kimi çekici yanları ile gizemli gerilimlerden hoşlananların kolaylıkla kült seviyesine çıkaracağı türden ama popüler bir mecrada hareket ettiğini unutmayan ve bu nedenle de özellikle ikinci yarısında zaman zaman rayından çıkan bir çalışma. Gerçek ile paranoya arasındaki kimi durumlarda hayli incelen çizginin hangi yanında durduğu da tartışmalı bir film karşımızdaki.

2001 yılında gerçekleşen 11 Eylül saldırılarından iki yıl önce gösterime giren film, Amerikalıların terörist saldırı paranoyasını destekleyecek ve üstelik beceriksiz devletin bu saldırıların arkasındaki gerçek güçleri ortaya çıkaramayan yapısını ve bu nedenle de gerçeğin korkutuculuğundan habersiz yaşayan bir toplumu resimleyerek bu paranoyayı daha da artıracak bir hikâyeye sahip. Kutsal devleti, kutsal aileyi yok etmeye niyetli ve bu yolda masumları katletmekten çekinmeyen terörist örgütün kim olduğu ve neyi hedeflediği konusunda hiçbir bilgi vermeyen senaryonun bu yönde bir derdi de yok zaten. Senaryo seyircisine korkmalarını, hissettikleri huzurun aldatıcı olduğunu ve filmdeki düşmanın masum görünümlü komşular olduğunu düşünürsek, herkese şüpheyle yaklaşmalarını öğütlüyor sürekli olarak. Özetle “komşunu seveceksin” değil “komşundan korkacaksın” diyen filmin özgür ve adil bir demokrasi içinde yaşadıklarını düşünenlerin bu demokrasiyi kaybetmek korkusu ile kesinlikle sevecekleri bir hikâyesi var.

Elini baştan hayli açık eden film yine de sürpriz finali ile gerilim hikâyelerinden hoşlananların hayli hoşuna gidecek bir içeriğe sahip. Filmin çekiciliğinde oyuncularından özellikle ikisinin aslan payını aldığını belirtmek gerek. Tim Robbins kuşkulanılan komşu rolünde ve Joan Cusack onun karısı rolünde döktürüyorlar film boyunca. Asıl kahramanımız olan profesörü canlandıran Jeff Bridges ise sanki hikâyeye çok da inanmamış bir hava taşıyan performansı ile idare ediyor daha çok. Robbins ve Cusack’ın performansları dışında film yeterince başarılamamış olsa da takip sahneleri ile göz dolduruyor. Gerçi bu sahnelerde Bridges’ın kaldırımlarda son sürat gitmekten çekinmeyen arabası ile potansiyel olarak öldürebileceği masum insan sayısının patlamasına engel olmaya çalıştığı bombanın öldüreceklerinden daha az olduğu tartışmalı ama bu da bu tür filmlerin olmazsa olmaz ve sorgulanmaması gereken anlamsızlığı. Üstelik bombanın patlayacağı binanın ABD Başkanlarının bile görevden almaya çekindiği ve faşizan yönetimi ve düşünceleri ile bilinen J. Edgar Hoover’ın adını taşıyan bir bina olduğu düşünülürse, Bridges’ın başarısız olması yönündeki beklentinize engel olmak ta pek kolay değil açıkçası. Ayrıca açılış sahnesindeki ve açılış jeneriğindeki, “Halka” serisinden bir film seyredeceğiniz havasını yaratan çekimlerin hikâye ile bağlantısını anlamak da pek mümkün değil ve yaratıcılarının korku ile gerilimi karıştırdığı düşüncesine kapılıyor insan seyrederken.

FBI ve genel olarak devleti eleştirir görünen ama bunu bu kurumların misyonu veya hedefleri açısından değil, tam tersine doğru gördüğü bu misyon ve hedefler için yeterince sert ve başarılı olmamak açısından yapan filmin iyi anlatılmış ve şık bir mizansen anlayışı ile çekilmiş ama hikâyesi açısından tartışmalı bir eser olduğunu söylemek gerekiyor özet olarak. Hikâyeyi destekleyen başarılı Angelo Badalementi müziklerine de dikkat.

(“Arlington Yolu”)