The Sterile Cuckoo – Alan J. Pakula (1969)

“Düşünüyorum da, birbirimizi bu kadar çok görmemiz iyi bir şey mi? Demeye çalıştığım, belki birbirimizden biraz ayrı kalmalıyız, dört ya da beş hafta. Yani bazen böyle ayrılıklar insanlara iyi gelebilir”

Üniversiteye yeni başlayan, karakterleri birbirinden çok farklı iki genç arasındaki aşkın hikâyesi.

Amerikalı yazar John Nichols’ın 1965 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan, senaryosunu Alvin Sargent’ın yazdığı ve yönetmenliğini Alan J. Pakula’nın yaptığı bir ABD yapımı. Tıpkı kitabın yazarının ilk eseri olması gibi, bu film de Pakula’nın ilk yönetmenlik çalışmasıydı ve iki dalda (En İyi Kadın Oyuncu ve Orijinal Şarkı) Oscar’a aday gösterilmişti. Hikâyesi, karakterleri, sinema dili ve şarkısı ile 1960’lara ait olduğunu her sahnesinde gösteren film romantik komedi gibi başlayıp, daha sonra drama kayan ilginç bir çalışma. Liza Minnelli’nin oyunculuk performansı, aşk ile diğer gereksinimlerin karıştırılması ve ilişkilerin taraflarının farklılığının sonuçları başta olmak üzere farklı alanlara uzanması ve serbest havalı mizanseni ile ilgiyi hak eden bir küçük film.

Amerikalı vokal grubu The Sandpipers’ın seslendirdiği, sözlerini Dory Previn’in yazdığı ve bestesi Fred Karlin’e ait olan “Come Saturday Morning” şarkısının eşlik ettiği açılış jeneriğinde bir şehirlerarası otobüsü bekleyen bir adam ve bir kadının görüntüsü ile başlıyor hikâye. Kadının adı Pookie’dir (Liza Minnelli) ve yanındaki de babasıdır. Tıpkı bu genç kadın gibi o yıl üniversiteye başlayacak olan Jerry de (Wendell Burton) gelir durağa ve konuştukları ilk andan itibaren film bize ikisinin de karakterini akıllıca ve yeterince tanıtmayı başarır; kadın konuşkan, hayli hareketli, cüretkârlığa varacak derecede rahattır; erkek ise tam aksi bir karaktere sahiptir: Sessiz, çekingen ve her anlamda normal. Aralarındaki daha sonra aşka dönüşen ilişkiyi başlatacak olan kadındır ve ilk yarısı romantizmin, ikinci yarısı ise dramın hâkim olduğu hikâyeleri seyircinin ilgisini hep canlı tutacak şekilde ilginç olacaktır. Ünlü Amerikalı eleştirmen Roger Ebert çok doğru bir saptama ile, filmin iddia ettiğinin aksine iki karakter arasındaki ilişkinin kaynağının aşk değil, ihtiyaçlar (kadının sevilme ihtiyacı ile erkeğin dışadönüklüğünü de sağlayacak olan sevişme ihtiyacı) olduğunu yazmış zamanında. Böceklere küçüklüğünden beri meraklı olan oğlan biyoloji okuyacaktır üniversitede ama kadının ne okuduğu konusunda bir bilgiyi nedense esirgiyor film bizden; bir sahnede Russell K. Alspach’ın “Irish Poetry from the English Invasion to 1798” adlı incelemesini okuduğunu görüyoruz kadının ve belki Pookie’nin üniversitede edebiyat bölümünde okuduğunu gösterdiğini düşünebiliriz bu nedenle.

İki ana karakter arasındaki ilişkiyi başlatan ve sürmesini sağlayan kadının ısrarı oluyor; hikâyenin sonunda kadının kişiliği baştaki gibi kalırken (bu kişiliğin arkasında saklananlar yavaş yavaş ortaya çıkıyor), erkek hemen tamamen kadından gördüğü ilgi sayesinde dönüşüyor ve güç anlamında roller değişirken hikâye farklı bir alana açılıyor. Üniversitedeki tüm erkek öğrenciler içinde takım elbise giyen tek kişi olan Jerry’nin finalde yaptıkları ve verdiği karar onun büyüdüğünü ve değiştiğini gösterirken, kadının aynı kalması (ve anlaşılan hep de kalacak olması) aşklarının imkânsızlığını ve aslında aralarındakinin belki de aşktan başka bir şey olduğunu söylüyor sanki. Hikâyenin bu iki karakteri arasındaki farklılığı günümüzün bağımsız Amerikan filmlerinin serbest tavrını da hatırlatan ve 1960’ların “özgür” havasına uygun bir şekilde anlatıyor bize Pakula. Jerry ve Pookie’nin ilk kez yattıklarına tanık olduğumuz sahneden tüm romantizm bölümlerine Hollywood ile Avrupa (özellikle de Fransız) sineması arasında duran bir yerden bakıyor yönetmen ve görsel açıdan üslupçu denebilecek bir bakışla yaklaşıyor zaman zaman öyküye. Örneğin Paskalya tatilini üniversitenin yurdunda ders çalışarak geçiren Jerry ile, “erkeği rahatsız etmeme” sözü vererek onun yanına yerleşen Pookie’nin sahneleri oldukça çekici ve ilginç anlar getiriyor karşımıza. Özellikle ilk yarısında iki karakterin farklılıklarını “ilk seks için soyunma” bölümünde olduğu gibi detaycı ve gözlemci bir mizahla anlatan film karakterlerin psikolojik boyutları ile birlikte anlatıldığı hikâyelerden hoşlananların da ilgisini çekebilir.

Kadının erkeği bir bakıma özgürleştirdiği bir hikâye bu ve onun hem kendisini hem de âşık olduğu kişiyi “tuhaf” dediği “normal” insanlara dönüşmekten esirgemeye çalışması da acı bir tat bırakıyor özellikle ikinci yarıda. Bu bağlamda değerlendirince, hikâyeyi sembolik olarak düzene meydan okuyanların -kaçınılmaz- yenilgisi olarak da görmek mümkün; özellikle erkeğin tüm davranışları yerleşik düzene uygun bir hayata doğru götürürken onu, kadın bir bakıma 1960’ların özgürlükçü arayışının ve yerleşik değerleri sorgulamasının sembolü oluyor. Jerry’nin üniversite yurdundaki oda arkadaşı Charlie karakteri de (41 yaşında hayatını kaybeden Tim McIntire sağlam bir yan oyunculuk sergiliyor bu rolde) filmin aynı özgürlükçü bağlamında ele alınması gereken bir unsuru; kadınlarla arasının çok iyi olması ile övünen bu genç adamla ilgili eşcinsellik imasının gerçekliği belirsiz bırakılıyor ve onun bir parça daha derin işlenmesi hikâyeye önemli bir katkı sağlarmış görünen yaralı hâli filmin ilgi çekici yanlarından birini oluşturuyor.

John Nichols’ın romanının adı Pookie’nin yazdığı bir şiirden geliyor ama bu şiir romandan filmin senaryosuna taşınmayınca, isim havada kalmış doğal olarak. Pakula’nın filmin önemli bir kısmında sadece öykünün iki kahramanını göstermesi, oyuncuların başarılı performanslarının da yardımı ile, seyrettiğimizin gücünün artmasını sağlamış çünkü her ikisinin de duyguları ve eylemleri daha yoğun bir şekilde geçiyor bize. Oscar’a aday olan Liza Minnelli kendisine şov fırsatı veren sahneler başta olmak üzere (örneğin Jerry ile telefonda konuştuğu ve erkeğin sadece sesini duyduğumuz sahne) zor bir karakteri inandırıcılığı yakalayarak ve kadının “anormal”liğini anlaşılabilir ve gerçekçi kılarak güçlü bir biçimde canlandırıyor. Jerry rolündeki Wendell Burton da karakterinin sıradanlığına ve çekingenliğine çok uygun düşen bir ton yakalamış performansında ve Minnelli ile iyi bir uyum göstermiş.

Boş mekânların (spor alanı, kilise, geniş kırlık alanlar vs.) görsel kullanımının dikkat çektiği çalışmada, görüntü yönetmeni Milton R. Krasner’ın kamera açıları ve renk tercihleri de hikâyeye ek bir seyir zevki katmış. Anaakım sinemadan çok uzaklaşmasa da, Pakula’nın taze ve farklı bir hava yakaladığını rahatlıkla söyleyebileceğimiz film alçak gönüllü yapısı ile ilgiyi hak eden bir Hollywood eseri.

(“Bahar Rüzgârı”)

Starting Over – Alan J. Pakula (1979)

“Aşkın asıl olayı, kendini rezil bir duruma düşürebilmenmiş”

Yeni kız arkadaşı ile boşandığı eşi arasında kalan bir adamın hikâyesi.

Dan Wakefield’ın 1973 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu James L. Brooks’un yazdığı ve yönetmenliğini Alan J. Pakula’nın yaptığı film 1970’lerin ilgi gören romantik komedilerinden biri. Başrollerinde Burt Reynolds, Jill Clayburgh ve Candice Bergen’in (son ikisi sırası ile Kadın Oyuncu ve Yardımcı Kadın Oyuncu dallarında Oscar’a aday olmuşlardı) yer aldığı çalışma, zaman zaman seyircisini eğlendirmeyi başaran, romantizmi ile de ilgi çeken ama ikna edici olmayan gelişmeler ve arada bir sit-com havasına bürünmekten de kaçınamamak problemleri de olan bir yapıt. Marvin Hamlisch’in film için yazdığı üç orijinal şarkı (“Easy for You”, “Starting Over” ve “Better Than Ever”) ile de dikkat çeken çalışma, senaryosunun yeterince güçlü olmamasının neden olduğu sıkıntıları yaşıyor ama yine de komedi süslü romantizmden hoşlanananlar tarafından keyifle izlenebilir.

Flu bir yatak görüntüsü fonu üzerinde duyulan bir diyalogla açılıyor film: Bir erkeğin (Burt Reynolds) ve bir kadının (Candice Bergen) konuşmaları duyduğumuz ve ayrılmak üzere olduklarını anlıyoruz. Çift görüntüye geldiğinde, erkek bu veda sözlerinin onları -son bir kez de olsa- yatağa götüreceğini umut eder ama kadın ret eder onun girişimini. Kadın adamı aldatmıştır ve şimdi de şarkıcı olmaya çalışmaktadır. Erkek onun sesine ve şarkılarına katlanamamaktadır. Ayrılırlar. Adam erkek kardeşinin yaşadığı şehire taşınır, kilisedeki “boşanmış erkekler” terapi grubuna katılır ve abisinin tanıştırdığı bir kadınla da çıkmaya başlar. Bundan sonrası, onun yeni bir kadınla (Jill Clayburgh) yeni bir hayat kurma çabasının ama bu arada aslında tam olarak kopamadığı eski eşi ile yeni sevgili arasında kalmasının hikâyesidir ve Alan J. Pakula mizahı da olan bu hikâyeyi özel bir çekiciliği olmasa da öykünün gerektirdiği sadelik ile anlatıyor.

Filmin komediye gerçek anlamda göz kırptığı ilk sahnede, takip edildiğini düşünen bir kadının neden olduğu yanlış anlamaya ve mahcubiyete tanık oluyoruz. Benzer bir eğlenceye sahip, hatta bazıları kahkaha attıran birkaç eğlenceli sahnesi daha var filmin ama senaryo sanki bunları öyküye özellikle yerleştirmiş gibi duruyor ve doğallığın sağlayacağı güçten yoksun bırakıyor filmi; adeta romantik / dramatik bir hikâyenin ortasına düşmüş gibi görünüyor bu komedi anları. Bu probleme karşın, yine de filme renk katıyor bu komedi ve özellikle Clayburgh’un performansı ile oldukça keyif de veriyor seyirciye. Filmin zaman zaman bir sit-com havasına bürünmesinin ve bunun olumlu ve olumsuz sonuçlarının arkasında da yine bu mizah var. Her sit-com’da olduğu gibi burada da bir kanepe var ve her ne kadar işlevi farklı da olsa, yine de öyküde sembolik bir anlam da taşıyor üstelik. Senaryonun -aynı kadınla defalarca evlenen ama bir türlü yürümeyen bu ilişkiden bir türlü kopamayan adamda ve kilisedeki toplantılarda olduğu gibi- mizahtan yan hikâyelerde de yararlanması ise işlevini yerine getirebilen doğru bir seçim olmuş.

Belki de senaryonun asıl problemi Reynolds’ın canlandırdığı Potter karakterinin iki kadın arasında neden kaldığını ikna edici bir şekilde anlatamaması seyirciye. “Daha önce hiçbir kadını bu kadar arzulamamıştım” sahnesi yeterince ikna edici bir söylem oluşturamıyor adamın yaşadığı ikilem için; eğer senaryo Potter’ın çocuksu karakterinin onun her şeye birden sahip olma (veya elindeki hiçbir şeyi kaybetmeme) hırsına neden olduğunu ima ediyorsa, bu mesajını yeterince geçiremiyor seyirciye. Aksine, “ayartılma”nın sorumlusunun onun karakterinden çok karşısındaki kadının becerisi olduğunu düşünmenize neden oluyor senaryo çoğunlukla. Finaldeki gelişmelerin bir sit-com hızında olup bitmesi de çok tatmin edici değil gerçekçilik açısından.

Marvin Hamlisch hikâyenin havasını çok iyi destekleyen bir müzik çalışmasının yanında üç de orijinal şarkı yazmış hikâye için. Filmde bunları Candice Bergen’in sesinden dinliyoruz ama plak kayıtlarını sonradan Grammy ödülü de kazanacak olan Stephanie Smith yapmış. Bu şarkıların renklendirdiği filmde mobilya mağazasında geçen ve “Yanında sakinleştirici olan var mı?” (Burt Reynolds’ın başından geçen gerçek bir olaydan esinlenerek yazılmış bu sahne) sorusu ile eğlencesi doruğa çıkan sahne veya karlı bir caddedeki romantik anlar gibi ilgi çekebilecek bölümler de var. Reynolds ile Bergen arasındaki, tek çekimle gerçekleştirilen soyunma ve yatağa girme sahnesi ise ilişkideki mekanikliği göstermesi ile önemli ve keşke filmde bu tür biçimsel yaklaşımlar daha fazla olsaymış dedirtecek kadar başarılı. Partnerlerinin ikisi de Oscar’a aday gösterilirken kendisinin buna lâyık görülmemesinin üzdüğü ve kızdırdığı söylenen Reynolds’ın sadeliği ile etkileyici olan performansı karakterinin kararsızlığını ve çocuksuluğunu çok iyi yakalarken, Clayburgh onun tersine daha gösterişli ve eğlencesi bol bir oyunculuk sunuyor. Bergen ise senaryonun karakterini nasıl görmemiz (ciddi mi bir parodi mi?) gerektiği konusunda yarattığı kafa karışıklığına rağmen işini iyi yapmış ve ciddiyet ile parodi arasında bir ton yakalamış olması gerektiği gibi.

Kilisede geçen son sahne ile, kadınlar ve erkekler arasındaki ezelî ve ebedî kavgayı ve hayatın “ne onunla ne onsuz” olduğu gerçeğini bir romantik komedide olması gerektiği şekilde dile getiren film bir “patlama noktası”nın eksikliğini sık sık hissettirse de, eğlencesi ve romantizmi ile yine de görülmeyi hak eden bir çalışma.

(“Yeniden Başlayalım”)

The Parallax View – Alan J. Pakula (1974)

“Biliyorsunuz, Parallax sektörün her noktasından talep alıyor. Sıradışı personel talebi. Elemeyi geçebilirseniz ki geçebileceğinizi düşünüyoruz, size çok kârlı ve getirisi bol bir iş önereceğiz”

Bir senatörün suikastini araştıran gazetecinin karşı karşıya kaldığı ve devletler üstü faaliyet gösteren bir uluslararası şirketle mücadelesinin hikâyesi.

1970’li yıllarda Amerikan sinemasının gözde temalarından biri komplo teorileriydi ve o yıllardan bugüne pek çok film kaldı. Alan J. Pakula’nın “Klute” ve Sydney Pollack’ın “Three Days of the Condor” filmleri gibi başarılı örneklerin yanına yine Pakula’nın çektiği bu film de rahatça eklenebilir. Film sıkı bir komplo teorisi filminden zaman zaman uzaklaşıyor ve temposu da düşüyor ama ne olursa olsun başta finalinin başarısı ve bu finalin yarattığı trajik hüznü olmak üzere kimi sahneleri ile günümüze bir klasik olarak kalmış olmayı hak ediyor.

Tüm komplo filmlerinde olduğu gibi burada da gizemli bir organizasyon, bu organizasyonun tüm kurumlarınkinin üzerindeki gücü, örtbas edilen olaylar ve tüm bunlardan habersiz yaşayıp giden halk, Loren Singer’ın romanından uyarlanan bu çalışmada da yerlerini almışlar. Senaryo final dışında çok özel bir başarı içermiyor aslında ve bu final de tüm başarısına rağmen girişinin, bir başka deyişle olacaklara hazırlığın, fazla uzun tutulması sonucu etkisini yeterince güçlü hissettiremiyor. Zaten filmi de final ve kalan tüm sahneleri olarak ikiye ayırmak mümkün çünkü kurgunun da etkisi ile final birden bire başlıyor sanki ve anlamakta zorlanıyorsunuz. Yine de tüm bunlar finalin Warren Beatty’nin yüz ifadesi ile doruğuna çıkan başarısını engelleyemiyor. Finalde kamera üstten çekimle içinde masalar ve sandalyeler olan koca salonu görüntülerken ortaya çıkan “geometrik resimler” filmin bir başka çarpıcı başarısının örneği. Hikâye boyunca karşımıza çıkan binaların farklı, soğuk ve ürkütücü mimarileri ve bu mimarilerin geometrik biçimleri filme etkileyici ve gizemli bir hava katmaya ciddi katkıda bulunmuşlar ve tek tek bireylerin bu korkutucu kurumların karşısındaki çaresizliğini simgeliyorlar adeta.

Gazeteciyi canlandıran Warren Beatty ve patronunu oynayan Hume Croyn başta olmak üzere filmin oyunculuk performansları da üst düzey ve başlarda göründüğü kısa sahnelerinde Paula Prentiss de çarpıcı bir oyun sergiliyor. Oyunculukların kalitesine özellikle yukarıda belirttiğim mekanların geometrik çarpıcılığını yakalayan ve hikâyenin parçası haline getiren görüntü yönetmeni Gordon Willis’in başarısını da eklemek gerek. Bu özelliklerine rağmen film için tam bir başarıyı yakaladığını söylemek zor yine de. Bunda da en temel etken bu tür gerilim içeren diğer klasiklerin yakaladığını bu filmin kaçırmış olması. Bir Hitchock filminde örneğin gerilimi başlatır usta yönetmen ve günümüz filmleri gibi birden bire üzerinize gelmek yerine yavaş yavaş bu gerilimin dozunu artırır ve gerilim sona erdiğinde farkedersiniz nefessiz kalmak üzere olduğunuzu. Burada ise Pakula gerilimi başlatıyor, sonra unutuyor, daha sonra hatırlıyor ve tekrar unutuyor vs. Film bir yandan karamsar bir tonda sona eriyor ama neyse ki düzenin içinde iyi politikacılar var demeyi de ihmal etmiyor ama bir Hollywwod filminden düzenin gerçek anlamda sorgulanmasını beklemek de gerçekçi değil elbette. Tüm bunlara ilave olarak kendi başına hayli başarılı çekilmiş olan ama hikâyeye ne kattığı tartışmalı bardaki kavga sahnesini de söylemekte yarar var.

Gazetecinin Parallax şirketine sızmak için girdiği sınavların parçası olan eğitimde seyrettiği birkaç dakikalık ve çeşitli sözler ve görüntülerin kurgusundan oluşan film aslında tek başına sinemada kurgunun seyircinin algısını nasıl yönlendirebileceğine dair çarpıcı bir örnek olarak kullanılabilir. Film kimi eksikliklerine rağmen ve evet yarım bir başarı olarak kalmış olsa da sinema tarihindeki komplo teorileri filmleri arasındaki özel yerini almayı başarıyor. Kesinlikle ilgiye ve seyre değer bir film.

(“Parallax Esrarı”)

All the President’s Men – Alan J. Pakula (1976)

“Bütün bu tertemiz küçük evler, bütün bu sevimli küçük sokaklar. Bu evlerin bazılarında kirli dolaplar döndüğünü düşünmek çok zor”

Birleşik Devletler başkanı Nixon’ın istifası ile sonuçlanan Watergate skandalını ortaya çıkaran iki gazetecinin hikâyesi.

70’lerin o liberal bakışlı Amerikan filmlerinden biri. 1976’da Oscar’a aday olan “Bound for Glory” ve “Network” ile bu açıdan aynı kategoriye koyulabilecek olan bu film, “Taxi Driver” ile birlikte hem film hem yönetmen dalında “Rocky” adlı filme kaybetmişti. Liberal Amerika’lının ne kadar sol olduğu çok tartışmalı elbette ama yine de bu sonuç muhafazâkar Hollywood’un tercihi olarak değerlendirilmişti o yıl.

Filmin temaları arasında belki de en önemlisi gazeteciliğe ama araştırmacı gazeteciliğe ve muhabirliğe düzdüğü övgüler. Başlarda kimsenin ilgilenmediği, sonrasında ise üzeri örtülmeye çalışılan bir skandalı, hem de devletin en tepesine uzanan bir skandalı ortaya çıkarmak için iki gazetecinin sergilediği dürüstlük ve daha da önemlisi inatçılık toplumların barış ve huzurunda gerçek gazetecilerin önemini etkileyici bir şekilde ortaya koyuyor. Burada bahsettiğim elbette eline tutuşturulan belgeleri (gerçek veya sahte) yayınlayan değil, kendisini bir takım güç odaklarının aracı haline getirmeden yozlaşmanın peşinde koşan tarafsız gazeteciler. Özellikle bir şeyleri yakaladıklarını hissettikleri andaki heyecanları bu “bavul değil emek gazeteciliği” yapan iki gazetecinin samimi mutluluklarını bizim de hissetmemizi sağlıyor. Kongre kütüphanesinde binlerce kitap fişini tek tek araştıran iki gazetecinin yakın plan çekimi ile başlayıp binlerce kitabı ve kütüphane içindekileri gösterecek şekilde geriye/yukarıya kayan kameranın görüntüsü hem gerçeğe ulaşmanın sabır gerektirdiğini hem de insanlığın tüm bilgi birikiminin toplandığı bir mekanın kutsallığını söylüyor gibi.

Sinemasal açıdan yaklaşıldığında filmin en çok övgüyü hak eden tarafı farklı yaklaşımların dozunu çok iyi dengeleyerek konusuna yaklaşması. Bir yandan bir siyasi polisiye kurgusu havasını taşıyan film diğer yandan sanki bir belgesel havasında ve nesnelere herhangi bir müdahelede bulunmadan gerçeği ve sadece gerçeği bize aktarıyor gibi. Dolayısı ile aktardığı çarpıcı olayların önüne geçmeyen bir kurgu ile seyredene hikâyeyi tüm çıplaklığı ile ve doğru noktaya odaklanmış bir şekilde geçirmeyi başarıyor. Başrollerdeki oyunculardan özellikle Robert Redford dozu çok iyi ayarlanmış bir oyunculuk ile kendisini gösterirken kalabalık yan kadro içinde Jane Alexander etkileyici bir performans sergiliyor. Filmin süslenmemiş ve müdahele edilmemiş bir görüntü çizen anlatımı, ilk bakışta “soğuk” bir izlenim vermesine neden olabilir filmin ama sanırım hikâyenin gerektirdiği tam da bu. Böylece hikâyedeki tüm taraflara nispeten eşit ölçüde bakabilmemizi ve sorgulamamızı sağlıyor.

(“Başkanın Bütün Adamları”)