La Mémoire dans la Chair – Dominique Maillet (2012)

“Siz siyasi mültecilerden nefret ediyorum. Yapıp yapış duygusallığınızdan da, vıcık vıcık merhametinizden de nefret ediyorum”

Franco İspanya’sının son günlerinde siyasi mahkum babasının ölümü üzerine on beş yıl sonra ülkesine dönen bir siyasi mültecinin hikâyesi.

Fransız yönetmen Dominique Maillet’den Franco’nun ölmekte olduğu günlerde İspanya’da geçen bir eve dönüş hikâyesi. Maillet on yedi yıl aradan sonra çektiği bu ikinci uzun metrajlı filminde, tam otuz dokuz yıl süren faşist diktatörlüğün son günlerini yaşayan bir ülkenin halkının bundan sonra ne olacağını bulmaya çalıştığı günleri kronolojik bir anlatımı bilinçli olarak ret eden bir bakışla ele almaya çalışmış. Kahramanımızın filmdeki tüm hikâyesini iki kez baştan alan ve iki farklı hikâye anlatır gibi görünen senaryo filme değişik bir atmosfer katmış ama bu değişik ve kimi anlarda da sanatsal olma çabası filme çok da katkı sağlamamış gibi görünüyor.

Dar bir alanda kapalı kalan ve oldukça öfkeli görünen bir boğanın yakın plan çekimleri ile başlayan ve içeri giren oldukça parlak bir ışığın kapının açıldığını hissettirdiği bir sahne ile sona eren film bu metaforla otuz dokuz yıl boyunca bir diktatörlüğün baskısı altında yaşayan bir halkın şimdi sahip olduğu özgürlük ile ne yapacağını bilemediğini anlatmaya çalışıyor ve bu iki sahne arasında da sanatsal görünmekten öteye geçemeyen ama etkileyici olan bir arabalarla boğa güreşi sahnesi, gereksiz ve anlamsız sertlikte sevişme sahneleri ve kimi Cumhuriyetçilerin safında Franco’ya karşı savaşmış, kimi bu davaya ihanet etmiş karakterler üzerinden geçmişi ve bugünü, ve elbette geleceği keşfetmeye çalışan karakterleri karşımıza geliyorlar hikâye boyunca. Bölgenin güvenlik güçlerinin başındaki Manrique karakteri de kırk yıla yakın süren bir diktatörlüğün izinin kolay kolay silinemeyeceğini vurguluyor seyredene. İspanyol oyuncu Sergio Peris-Mencheta’nın filmin kafası karışık senaryosu içinde yolunu bulması biraz zor olmuş gibi görünüyor ama yine de oyuncu farklı fiziğini de etkili bir şekilde kullanarak rolünde aksamamayı başarıyor.

Bir parça gizemli olmaya çalışan ve bunun için de özellikle düz bir anlatımdan uzak duran film bir süre sonra seyircinin ilgisini de kaybetmeye başlıyor. Ne karakterlerin davranışlarını ne de filmin ne anlatmak istediğini takip etmek kolay bu filmde. Gerçekçilik ile fantezi arasında seçimini yapamamış ve iki arada bir derede kalmış görünen film aslında ülkemiz için hayli çekici bir konuya sahip ve belki de temel olarak bu açıdan ilgiyi hak ediyor. Franco’nun naaşının önünden geçen kimi İspanyolların kendilerini paralarcasına ağlaması ve muhtemelen eski bir asker olan yaşlı bir adamın naaşa selam durması gibi gerçek görüntülere de yer veren filmde her toplumun güce tapma eğilimi olduğunu ve taptığı o gücün söylediklerini ve yaptıklarını içerikleri açısından değil dile getireni açısından değerlendirdiğini görmek hayli tanıdık bir resim bizim için. Bir baskı rejiminin açtığı yaraları kapatmak çok uzun bir süreç gerektiriyor ama bunu çok soluk renklerle sergileyen film, keşke baskı rejimini ve o baskının kaynağının ortadan kalktığı anda halkın hissettiklerini daha güçlü bir dil ile anlatabilseymiş demek yapılabilecek en doğru yorum sanki.

(“Flesh Memories: The Aftermaths of Franco’s Regime” “Taze Anılar: Franco Rejiminin Akıbeti”)

Cairo Exit – Hesham Issawi (2010)

“Sakin bir denizden iyi denizci çıkmaz”

Kahire’de Müslüman bir erkek ile Hristiyan bir kadın arasında yaşanan bir aşkın hikâyesi.

Mısırlı yönetmen Hesham Issawi’nin Dubai ve Almanya’dan yapımcıların da katıldığı Mısır yapımı bu filmi farklı dinlerden olan iki gencin bir Ortadoğu ülkesinde yaşamalarının pek de kolay olması beklenemeyecek aşklarının hikâyesini anlatıyor. Bu “imkânsız” aşk hikâyesinin üzerine bir de yoksulluğu ekleyince ortaya çıkan bizim yerli televizyon dramlarından çok da farkı olmayan ve sinemasal kıymetinden çok Mısır’dan çıkması ile önem taşıyan bir çalışma oluyor.

Yaşamanın da bırakıp gitmenin de pek kolay olmadığı bir dünyada yaşayan insanların hikâyesini anlatan filmde her bir kahramanın, İtalya’ya kaçmayı hedefleyen müslüman Tarek’den onun Hristiyan sevgilisi Amal’a, Amal’ın ablası Hanan’dan arkadaşı Rania’ya, içinden çıkamadığı sorunları var ve karakterlerimiz bu sorunları bir kısmı küçük yasadışı yollardan olmak üzere bir şekilde çözmeye çalışıyorlar. Bu sırada da küçük hırsızlıklardan fuhuşa ve para için yapılan evliliklere kadar her yolu deniyor kahramanlarımız. Hikâyedeki trajik öğeleri sömürmemeye çalışan iyi niyetli bir film karşımızdaki ama sonuç sinemasal açıdan yeni bir dil üreten veya bırakalım yeni bir dili, yeni bir soluğu olan, sinemasal açıdan güçlü bir film olamamış. Kahire’de geçip kentin turistik hiçbir öğesi üzerine odaklanmaması ve aksine görüntüye sadece kentin kenar mahallelerini ve oradaki yoksulluğu getirmesi filmin takdiri hak eden bir yanı ve bu açıdan filmin gerçekçiliği kesinlikle başarılı ama sorun senaryoda ve yönetmenin sinema dilinde. “Geri kalmış” ülkelerde geçen bu tür hikâyeler Batılı kimi seyircilerin ilgisini çekebilir ama bu tür gerçekler ile iç içe yaşayan bizim gibi ülkelerin halkları için ortada bir orijinallik olmadığı açık.

Film gitmek ve kalmak (daha doğrusu gidememek) arasında sıkışıp kalan insanların hikâyesini anlatırken aslında kaçmanın da bir çözüm olamayacağını söylüyor satır aralarında. Genç aşıklarımızın tekno müzikten yerel bir müziğe geçiş yaparak dans etmeleri ve bu dans sırasındaki doğallıkları ve mutlulukları onların asıl kimliğini, bu kimliği oluşturan yerel motifleri ve bu kimliklerini geride bırakmak zorunda kalacakları yeni bir dünyada, kısacası herhangi bir Batı ülkesinde, nasıl da yabancı kalacaklarını gösteren güzel bir sahne örneğin. Filmin kusurları bu tür anları filmin geneline yayamaması ve finaldeki belki çok yaratıcı olmayan ama kesinlikle etkileyen görsellik dışında kendisini öne çıkaracak öğeler ile donatılmamış olması ve yanlış anlamalar, yalanlar ve fedekârlıklar ile dolu bir hikâyeye anlamlı bir derinlik katılamamış olması. Senaryodaki bazı anların veya karakterlerin de fena halde 60’lı ve 70’li yılların Yeşilçam filmlerinden fırlamış gibi görünmesi de cabası bu durumun. Örneğin Amal’ın üvey babası oyunculuktan diyaloglarına bir Vahi Öz karakterini aratmıyor. Bahar olup olmadığı tartışmalı Arap Baharı öncesideki Mısır’da geçen hikâyedeki “yasak aşk” Müslüman Kardeşler’in yönetimine giren ülkede nasıl bir şekil alırdı bunu zaman gösterecek ve yaşananların bahar mı yoksa başka bir şey mi olduğu da ancak o zaman anlaşılacak kuşkusuz.

(“Kahire’den Çıkış”)

The Landlord – Hal Ashby (1970)

“Sakın bana bu fare deliğine kira toplamaya geldiğini söyleme. Senden öncekiler de denedi bunu”

Brooklyn’de siyahların yaşadığı bir gettodaki bir apartmanı lüks bir binaya çevirmek için satın alan zengin bir beyaz adamın yaşadıklarının hikâyesi.

Tüm kariyeri boyunca sadece on bir film çekebilen Hal Ashby’nin ilk filmi. 1970 tarihli film beyaz-siyah ve zengin-yoksul karşıtlığı üzerinden hikâyesini anlatan ve Hollywood’un politik olabildiği nadir dönemlerden biri olan 70’li yıllardan gelen bir çalışma. Konusunu satir kalıpları içinde ele alan film dönemin atmosferini anlamaya yarayacak sosyal komedilerden biri olarak değerli daha çok ve bu yanı bir kenara bırakılırsa bugün hem içerik hem de sinemasal olarak hayli eskimiş görünüyor. Bazı filmler “iyi” yaşlanmıyor ve bu da o filmlerden biri.

Kelimenin tam anlamı ile züppe ailesi ile birlikte yaşayan genç adamın kendi başına giriştiği yatırım, neo liberalizmin dört bir koldan saldırıya geçtiği bizim gibi ülkelerde son yılların moda kavramı olan soylulaştırma çalışmasının bir örneği. Beyoğlu’ndan Sulukule’ye yoksulları yerlerinden edip onların yaşam alanlarını ranta dönüştürmeyi hedefleyen süreci anlatan bu kavram, filmimizin de temel noktalarından biri. Buna kiracılardan birinin kocası rolündeki ve sık sık tutuklanan radikal siyahı, ve zengin beyazların yapaylığı ve yoksul siyahların doğallığı ve bu iki farklı dünyanın ilk kez karşılaşmaları üzerinden ilerleyen politik temayı da eklemek gerek. Beau Bridges’in kariyerindeki en iyi oyunculuklarından birini verdiği performansı ile canlandırdığı genç adamın, içine girdiği ve kendisi için hayli yeni olan “siyah” dünyada yaşadıkları kimi keyifli sahneler de sunuyor seyredene. Örneğin apartmandaki kiracılardan biri olan yaşlı kadın (Marge) ile ilk karşılaşması bu iki karakterin iki farklı dünyanın insanı olduğunu başarılı bir biçimde anlatıyor bize. Yine aynı kadının genç adamın annesi ile ilk karşılaşması da benzer bir biçimde ve kimi klişelerden nasibini alsa da keyif veriyor seyredene.

Filmin yükü Beau Bridges’ın üzerinde ama filmde öne çıkanlar iki kadın oyuncu. Marge’ı canlandıran Pearly Bailey ve genç adamın aşık olduğu bir başka kiracıyı oynayan Lee Grant filmin asıl yıldızları. Göründükleri her sahnede kendi ortalama performansının üzerinde oynayan Bridges’ı ezip geçiyorlar kelimenin tam anlamı ile. Kesikli kurgusundan ironik yaklaşımına, garip karakterlerinden sosyal temalara dokunan hikâyesine film tam bir 70’ler filmi. Evet öyle ama film Hal Ashby’nin diğer pek çok filminde, örneğin “Being There” adlı baş yapıtında, gösterdiği başarısını sergileyebildiği bir çalışma olamamış. Belki çekildiği yılda taze bir bakış açısı taşıyordu film ama bugünden bakıldığında pek de bu hissi yaratamıyor açıkçası. Karakterlerinin garipliği örneğin, ilgi çekici olmayıp sadece gariplik olarak görünüyorlar bugün. Beyazların siyahlara, siyahların beyazlara bakışındaki kalıpları ve bu kalıpların içinde kalmaktan kaynaklanan klişe düşünceleri yermeye yola çıkmış gibi görünen bir filmin kendisinin bu klişelerin içinde takılıp kalmış görüntüsü vermesi pek de olumlu bir durum değil elbette.

Amerikalıların WASP (White, Anglo Saxson and Protestant – Beyaz, Anglo Sakson Kökenli ve Protestan) dedikleri dünyaya ait insanların yaşam biçimleri, değerleri ve bu filmde siyahlar ile örneklenen “alttaki ötekilere” bakışını eleştirisinin odağına yerleştiren film, bunu yeterince güçlü, sinemasal ve söylem olarak güçlü, yapamıyor ve bu da filmin bugün neden hayli eskimiş göründüğünü açıklıyor sanırım. Yine de kimi anlarındaki serbest stil kurgusu, günümüz Türkiye’sinde ve özellikle İstanbul’da tırpan gibi önüne geleni yok edip ilerleyen “soylulaştırma” kavramını gündeme getirmesi ve Bailey ve Grant ikilisinin oyunları için ilgiye değer bir film. Liberallerin o kadar da liberal olmadığını ve doğası gereği olamayacaklarını da söyleyen bir film ne de olsa karşımızdaki.

(“Ev Sahibi”)

Schlafkrankheit – Ulrich Köhler (2011)

“Burada kimseye eşcinsel olduğunu söyleme. Seni ya hapse atarlar ya da şifacıya gönderirler”

Uyku hastalığının tedavisi için Kamerun’da çalışan bir Alman doktor ile Dünya Sağlık Örgütü adına bu tedavi programını kontrol için ülkeye gelen Afrika asıllı bir Fransız doktorun hikâyesi.

Alman yönetmen Ulrich Köhler uzun aralıklarla çektiği uzun metrajlı filmlerinin üçüncüsü ve şimdilik sonuncusu olan bu çalışmada, dünyanın az gelişmiş veya politik doğrucu bir yaklaşımla söylersek gelişmekte olan ülkelerinde çalışan Batılılar üzerinden yerellik ve küreselleşme, Batının Afrikaya yaptığı yardımın ne kadar işe yaradığı ve gerçek anlamının ne olduğu ve sahip olduğumuz kimlikler üzerine düşünceler ve saptamalar getiriyor karşımıza. 2011 Berlin Film Festivali’nde “Jodaeiye Nader az Simin – Bir Ayrılık” filminin yaratıcısı Asghar Farhadi’nin önüne geçilerek kazanılmış bir en iyi yönetmen ödülü de olan filmin bu ödülü güçlü rakibine bırakmaması tartışılabilir belki ama Köhler’in filmine hayli katkıda bulunduğu açık. Senaryoyu da kendisi yazan Köhler, alışılan türden bir başı ve sonu olan bir hikâyeyi değil bir “durumu” getiriyor perdeye ve bu durumun içindeki karakterleri üzerinden de kendisi de bizimle birlikte düşünüyor gibi.

Hikâyedeki Alman doktor “Sınır Tanımayan Doktorlar” örgütünün bir üyesi ve 1971’den beri dünyanın geri kalmış ülkelerinde sağlık hizmeti veren bu örgüt adına Kamerun’daki salgın hastalıklardan biri olan uyku hastalığı için çalışan idealist birisi. Filmin başında yerel sağlık bürokrasisi ile hasta sayısının çok düşmüş olması ve bu nedenle çalışmaya sağlanan fonların azaltılacak olması nedeni ile tartışan doktor filmin büyük kısmını oluşturan ikinci bölümde kendisi aynı nedenle denetimci Fransız doktor ile çatışıyor. İlk çatışmanın nedeni yerel bürokratların dış yardımı kaçırmamak için doktora yaptığı baskı iken, ikinci çatışma aynı nedenle iki doktor arasında çıkıyor. Batı’nın yardımlarının kaynağı, amacı ve yerel güç sahiplerinin bu yardımları kullanım şekli ile ilgili konular üzerine daha önceden düşünmüş, okumuş değilseniz filmdeki bu çatışmaları veya Fransa’daki bir toplantıda mali yardımın Afrika’daki sosyal ve ekonomik gelişmeyi engellediği, çözümün ticareti ön plana çıkarmak olduğu sözlerinin arkasındaki idelolojik düşünceleri yeterince ve doğru anlamak güç olabilir. Hikâye bu ideolojik konuyu karşımıza getirirken, en az o denli önemli bir ikinci tartışma alanı daha açıyor. Afrika’da kalmayı seçen Alman doktor nerede ise tam bir Afrikalıya dönüşmüşken, Fransa’da doğmuş ve büyümüş ama kökeni Afrikalı olan Fransız doktor da o denli Batılı. Öyle ki bu Fransız doktor havaalanına geliş anından itibaren yerel insanlarla güvensizliğe ve onlardan çekinmeye hatta korkmaya varan duygulara dayanan bir ilişki geliştirebiliyor ancak. Alman doktor Afrika’nın bu ücra köşesinde ne denli rahat hareket edebiliyorsa, Fransız o denli rahatsız hikâye boyunca. İki doktor arasındaki bu farklılık da kimliği belirleyenin ne demek olduğu üzerine epey bir düşünme imkânı sağlıyor seyredene.

Zaman zaman “Apocalypse Now” filmindeki Marlon Brando’yu akla getiren durum ve karakter özellikleri olan doktoru canlandıran Fransız oyuncu Pierre Bokma’nın parlak performansı ile sürüklediği filmde yönetmen Köhler de usta bir iş çıkarmış. Başta taşıdığı hayal ve fantezi havası ile tüm final bölümü, Afrika’nın görselliğini popüler sinemanın kartpostal görüntüsü peşinde koşan sömürgeci tarzı ile değil doğal bir biçimde ele alması ve hikâye ile iglili kimi aksaklıkları ve bu aksaklıklardan kaynaklanan iç dinamizm eksikliğini örten mizansen anlayışı ile filmini farklı kılmayı başarmış Köhler. Evet, hikâyenin kimi aksaklıkları var. Kimliklerin bu denli önemli olduğu bir hikâyede senaryonun karakterleri daha fazla açması gerekirdi seyirciye ama film bu konuda epey geride kalıyor ve karakterleri kimlikler ile bütünleştirme işi seyirciye kalıyor. Oysa film karakterlerini daha elle tutulur kılabilse, amacına ulaşamayan dış yardım ile kendisine pazar ekonomisini ve ticareti empoze eden liberal anlayış arasında sıkışıp kalmış ve bir çözümsüzlüğün içinde yuvarlanıp giden geri kalmış bir ülkede geçen bu hikâye çok daha etkileyici olabilirmiş.

(“Sleeping Sickness” – “Uyku Hastalığı”)