Cemetery Junction – Ricky Gervais / Stephen Merchant (2010)

“Hayatta çalışmak, yemek yemek ve televizyon izlemekten başka şeylerin de olduğunu düşündünüz mü hiç?”

1973 İngiltere’sinde yollarını bulmaya çalışan, işçi sınıfından üç gencin hikâyesi.

İki İngiliz senarist, oyuncu ve yönetmen Ricky Gervais ve Stephen Merchant’ın birlikte yazıp yönettikleri bir film. Senaryosu “geçmişi hatırlıyorum” havasında olsa da filmin yaratıcılarından Merchant o tarihte henüz doğmamış, Gervais ise 12 yaşındaymış. Yine de filmin tüm havası birileri gençliğini anlatıyor havasında ve üstelik bu anlatılanların biz seyirciler için ne kadar çekici olduğu da tartışmalı. Birleşik Krallık’ta ekonomik, sosyal ve politik pek çok hareketin olduğu bir yılda, 1973’te geçen bir hikâyenin tüm bunları bir kenara bırakıp üç gencin yumuşatılmış anarşilerini anlatmaya soyunmasını da ciddiye almak pek mümkün değil.

Araya katılmış mizah tonlarının filme kimi katkılarda bulunduğunu söylemek mümkün olsa da kendi başına bile yeterince etkileyici olamayan dramatik yanının bu mizahtan dolayı daha da zayıf düştüğünü söylemek gerek öncelikle. Esprilerinden yan hikâyelerine, karakterlerinin pek çoğundan diyaloglarına zaman zaman klişeler geçidi halini alıyor film ve şaşırtmayan sürprizleri ile de kimi anlarında sıkıyor açıkçası. Derinlik arayanlara göre değil bu film ve kimi fırsatlarını da hoyratça harcamış. Örneğin sigortacıların yıllık toplantısındaki emekli olan sigortacı sahnesi ve bu toplantının balosu filmin tüm derdini özetleyebilecek çarpıcı anlara sahne olabilecekken, vasata kayan oyunculukları, oyuncunun ağzından çıkmadan tahmin edebileceğiniz diyalogları ve üstüne de klişe bir “genç adam sahneye fırlar ve ruhsuz yaşlıları dans ettirir” sahnesi ile yazık ediyor kendisine. Olan da hem bu sahnede hem de aslında tüm filmde burada ne arıyorum der gibi şakınlık içinde gezinen Emily Watson’a oluyor ama filmde elle tutulur tek performans da sadece bu muhteşem oyuncudan geliyor.

Olayların geçtiği “Cemetery Junction” kasabasının ruhsuz ve sıkıcı bir yer olduğu iddiasında film ama vatandaşları Morrissey’in “Everyday is Like Sunday” şarkısından haberdar değil herhalde bu ikili. “Everyday is like Sunday / Everyday is silent and grey” sözlerini hak eden bir kasaba değil burası; aksine küçük ve sevimli bir kasaba karşımıza getirilen. Zaten kahramanlarımızdan ikisi kalmayı seçerken, bir diğeri de muhtemelen geri döneceği bir yolculuğa çıkıyor sadece. Arada 70’lerin klasik şarkıları, sevimlilikleri ile idare eden genç oyuncuları, yeterince işlenememiş olsa da emeklinin trajedisi ve Emily Watson için göz atılabilir yine de. Keşke film gereksiz mizahını bir kenara bırakıp, emeklinin dramından da yola çıkarak düzene başını onaylamaz bir şekilde ve çekingen bir biçimde sallamak yerine, o düzene bir yumruk atmayı deneseymiş. “Saturday Night and Sunday Morning” filminden esinlendiğini söyleyen bir filme de yakışan “genç öfkelileri” anlatmaktı, mızmız gençleri değil.

(“Mezarlık Kavşağı”)

Casualties of War – Brian De Palma (1989)

“Kimsenin umurunda değil. Herkese söyledim, herkese. Endişe etmene gerek yok. Beni öldürmeye çalışmana gerek yok. Yaptıklarını onlara söyledim ama hiçbirinin umurunda değil”

Vietnam savaşı sırasında genç bir askerin sivillere karşı savaş suçu işleyen arkadaşları nedeni ile yaşadılarının hikâyesi.

Brian de Palma’dan Vietnam travması yaşayan bir askerin hikâyesi. Bu kez sinema savaşın doğrudan kendisine değil, savaş sırasında tuzağa düşürülerek öldürülen arkadaşlarının intikamını bir köylü kızı kaçırıp defalarca tecavüz eden ve sonunda da öldüren askerlerin sivillere karşı işlediği suça odaklanıyor. Dost ile düşmanın, elbette Amerikalı askerlerin gözünde dost ile düşmanın, birbirine karıştığı bir ortamda kimin sivil kimin asker, kimin savaşın parçası kimin değil olduğunu anlamak elbette zor. Bu nedenle olsa gerek, film sivil kadına yapılanları “gereksiz” suçlar sınıfına koyuyor. Buradan “gerekli veya zorunlu” suçlar da olabilir düşüncesine kaymak doğru değil kuşkusuz ama film tek bir anında bile Amerikalı askerlerin orada ne aradığını sorgulamıyor ve karakterlerinin aklından bu konuda tek bir düşünce dahi geçmiyor. Üstelik suçun başlangıç nedeni olarak gösterilen, askerlerin sivil bir köyde tuzağa düşürülmelerinin neden o askerler için şaşırtıcı olduğunu anlamak da filmin iddiasının aksine mümkün değil. Yine de filmin onurlu bir askerin karşılaştığı tüm engellemelere rağmen suçluların cezasını çekmesi için yaptığı mücadeleyi anlatırken barış yönünde verdiği mesajı atlamamak gerek.

1969’da New Yorker dergisinde anlatılan gerçek bir hikâyeden esinlenen film Sean Penn’in biraz fazlası ile altı çizili oyunu ile canlandırdığı çavuşun neden olduğu olayları anlatırken, kimi anlarında çekici bir sinema diline kavuşurken kimi anlarında vasata kayıyor. Aslında filmi suçu ve bu suçun ekip içinde yarattığı tedirginliği ve çekişmeyi anlattığı sahneler ve geri kalan tümü olarak ikiye ayırmak mümkün; ilk sahneler filmin başarısının, diğerleri ise vasatlığının göstergesi oluyorlar. Bu vasatlığı örneklendirmek gerekirse, sondaki askerlerin sorgu sahnesi alelacele çekilmiş izlenimini veren sıradan kareler. Savaş sahneleri ise ya başlangıçtaki gibi sıradan ya da kaçırılan kadının trajik sonuna da tanık olduğumuz sahne gibi başarılı ama filmin odağını kaydıran ve Palma’nın teknik becerisini sergilemek için çekilmiş gibi görünen bölümler daha çok. Film Michael J. Fox’un masum bakışlarının da desteklediği ama en iyimser bir yorum ile idare eder bir şekilde canlandırdığı karakterinin yaşadığı ikilemi, ekiple ayrı düşmesini ve kaçırılan kadını nasıl kurtarması gerektiğini bulmaya çalıştığı sahnelerde hem sinema dili hem de içerik olarak doruk noktasında. Özellikle Fox’un kadın ile birlikte kaçıp kaçmama arasında kaldığı sahne filmin yüreklere de dokunan hayli başarılı bir anı.

Ennio Morricone’nin bu kez diğer çalışmalarından daha az gösterişli ve duygusal yanı ağır basan müziği eşliğinde anlatılan hikâyenin savaşın “maço” yanını sergileyebilmek gibi bir başarısı da var aslında. Askerlerin tüm o konuşmaları, küfürlerden cinsel içeriklerine, savaşın bir erkek icadı olduğunun da kanıtı oluyor bir kez daha. Öyle ki tecavüze katılmamanın eşcinsel olmak dışında bir açıklamasının olmadığı bu dünyada ayakta kalabilmenin tek yolu “erkekliğin” kuralları ile hareket etmek. Senaryonun, insanların her an ölebilecekleri için her türlü ahlâki kuralı unuttuğu bir yer ve zamanda, Fox karakteri üzerinden bunun tam tersini öne sürmesi ve insanların asıl her an ölebilecekleri için ahlâklı olmaları gerektiğini söylemesi takdire değer bir yanı ama yukarıda da belirttiğim gibi senaryo keşke bu etik söylemini savaşın varlığına, Birleşik Devletler askerlerinin orada ne aradığı konusuna da taşıyabilseymiş.

Başlangıçtaki ve sondaki otobüsteki Vietnamlı kız bölümün hikâyeye bir şey katmadığını ve özellikle bu kızın ağzından duyduğumuz kötü düşlerin muhtemelen bittiği ile ilgili gereksiz cümleleri unutursak, film sonuçta Palma’nın tekniğini başarı ile kullandığı, sert sahnelerden kaçınmadığı ama temel eksikliklerine karşın ne olursa olsun barışçı bir mesaj taşıyan bir çalışma. Kötü düşlerin bitmesine gelince, her ne kadar kız “sanırım” diyerek bir açık kapı bırakmış olsa da Amerikalı askerlerin sadece Vietnam’dan yıllar sonra Irak ve Afganistan’daki sivil cinayetlerini düşününce bile bu kötü düşün bitmeyi bırakın bir karabasana dönüştüğünü tereddütsüz biliyoruz.

(“Savaş Günahları”)

Periferic – Bogdan George Apetri (2010)

“Seçim hakkın vardı ve sen yanlış bir seçim yaptın”

İzinli olarak hapisten çıkan bir genç kadının hayatını düzene koymaya çalışmasının hikâyesi.

2000’li yılların ortalarında hareketlenen ve Rumen Yeni Dalgası olarak adlandırılan yeni Rumen sinemasından bir örnek. Fransız Yeni Dalga akımı gibi tartışılmış, şu ya da bu şekilde prensipleri oluşturulmuş veya ideolojik çerçevesi çizilmiş olmasa da bu akım kapsamında değerlendirilen filmler genellikle gerçekçilikleri, düşük bütçeleri ve dramatik hikâyeleri ile kimi ortak özelliklere sahipler. “Periferic” filminin senaryosuna yönetmen ile birlikte katkıda bulunanlardan biri de yine bu akımın önde gelen filmlerinden biri olan “4 Luni, 3 Saptamâni si 2 Zile – 4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün” ile büyük beğeni toplayan Cristian Mungiu ve bu bağlamda yeni Rumen sinemasının yaratıcılarının birbirlerinden beslendikleri de söylenebilir. Ana Ularu’nun köşeli ama çocuksu yüz hatlarını karakterine büyük bir beceri ile yakıştırdığı ve güçlü ve gerçekçi oyunu ile seyredeni etkilemeyi başardığı filmde, onun baş karakterinin üç erkek karakter -erkek kardeşi, oğlunun babası olan eski erkek arkadaşı ve oğlu- üzerinden filmin adının da ifade ettiği gibi merkezin dışında kalmışlığının, marijinalliğe itilmesinin ve uğradığı ihanetlerin hikâyesini seyrediyoruz.

Üç farklı bölümde anlatılan ve bu bölümlere kadının hayatındaki erkeklerin adını veren film, kadının üç ilişkisinde de uğradığı ihaneti anlatırken çok karanlık bir tablo çiziyor. Erkek kardeşinin korkaklık da içeren küçük oyunu, eski sevgilisinin büyük oyunu ve çocuğunun son darbesi finalde Köstence’de denize bakmakta olan ve bir çıkış umudu da yok görünen kadın ile baş başa bırakıyor bizi. Yönetmenin özellikle çocuğun ihanetinin keşfini doğrudan değil ama uykudan uyanan kadının kuşkulu bakışları, ve sonra da tepkisi ile değil yalnızlığı ve umutsuzluğu ile anlatmayı tercih etmesi bir anda bitivermiş gibi görünen filmin bu finalinin oldukça etkileyici olmasını sağlıyor. İzinli çıktığı hapishaneye dönmeme ve oğlu ile yeni bir hayat kurma planının her aşamasında başarısız olan kadının hikâyesi bu hali ile oldukça karanlık ve seyretmesi de kolay değil. Oğluna baktığı kısa bir iki sahne dışında sevginin, sıcaklığın veya dostluğun var olmadığı bir dünyanın resmini çizen filmin sertliğinden kaynaklanan bir zorluk buradaki. Zaman zaman el kamerası kullanarak bu sertlikteki gerçekçiliğin dozunu da artıran film en ufak bir ışığın bu karanlık dünyaya girmesine izin vermiyor adeta hikâye boyunca ve bu tercih filmin de zaman zaman aleyhine oluyor aslında. Çünkü bir süre sonra olacak bir sonraki “olumsuz şeyi” beklerken buluyorsunuz kendinizi.

Filmi bir “yolculuk” hikâyesi olarak da görmek mümkün. Üç farklı erkek arasında yapılan bir yolculuk bu ve senaryo yolculuğun her bir durağında baş karakterinin hayatını bir parça daha açıyor bize. Bu açıdan senaryo odağının kadın olduğunu çok açık bir şekilde vurguluyor çünkü bir bölümden diğerine geçildiğinde bir önceki bölümdeki kadın dışındaki tüm karakterleri bilinçli olarak bir kenara bırakıyor hikâye. Bunu filmin finali ile birlikte okumak gerekiyor aslında ve bu yalnızlık senaryosu finalde kadının o karakterlerden herhangi birini, istese bile, hayatında tutamayacağını söylüyor bize. Yönetmen Bogdan George Apetri bu ilk uzun metrajlı filmde Rumen Yeni Dalga’sına uygun bir biçimde gerçekçilik ve karanlık ile örülmüş hikâyesini olduğu gibi, bir başka deyiş ile süslemeden, değiştirmeden anlatıyor. “4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün” filmi bir şeylerin olacağı tedirginliği ile seyredilen ama bir şey olmayan hikâyesini daha ustalıklı anlatıyordu ve burada yönetmen yine bu hiçbir şey olmama (daha doğrusu bu kez hiç bir şeyi başaramama) hikâyesini o denli etkileyici bir atmosfere sokamıyor belki ama kesinlikle ilgiyi hak eden bir ilk filme imza atıyor.

(“Outbound” – “Kıyıda Kalan”)

Tatarak – Andrzej Wajda (2009)

“Hayatta olduğun için, gençler ölüyorken yaşadığın için, sen de utanmıyor musun benim gibi?”

Yaşlanmakta olan ağır hasta bir kadının bir genç adam ile arkadaşlığının hikâyesi ve bu hikâyeyi filme çeken film ekibinin ve kadını oynayan aktristin hikâyesi.

Bu filmi çektiğinde 83 yaşında olan ve şu anda Lech Walesa üzerine bir film üzerinde çalışan Polonyalı usta sinemacı Andrzej Wajda’dan hüzün, melankoli ve kaybetme duygusunun el ele gittiği ve kimi özellikleri ile hayli kişisel, sadece yönetmeni için değil ama ondan daha fazlası ile baş oyuncusu Krystyna Janda için kişisel, bir film. Kişisel çünkü film Wajda ile pek çok filmde çalışmış olan ve 2008’de ölen usta görüntü yönetmeni Edward Klosinski’ye ithaf edilmiş ve Klosinski Krystyna Janda’nın da eşi. Senaryosu Jaroslaw Iwaszkiewicz’in aynı adlı kısa hikâyesinden, Macar yazar Sándor Márai’nin bir hikâyesinden ve Janda’nın eşinin hastalığını öğrenmesinden ölümüne kadar olan süreci kendi duyguları üzerinden anlattığı ve kendisinin yazdığı monologdan Wajda tarafından yazılmış filmin. Bunca kişisel olayın iç içe geçtiği bir yapım hikâyesi var filmin ve Wajda bir yandan yaşlı kadın ile genç erkek arasaındaki arkadaşlığı anlatan filmi getiriyor karşımıza, diğer yandan da bu filmi çeken ekibi ve baş kadın oyuncunun duygularını. Ortaya çıkan ise alçak gönüllü ama kesinlikle etkileyici bir film.

Geçmişteki trajik kayıpları ile (İkinci Dünya Savaşında iki oğlunu kaybetmiş) hâlâ baş etmeye çalışan kadının, yakalandığı ağır hastalık sırasında tanıştığı bir genç erkek ile yaşadığı kısa süreli ilişkiyi anlatan film içindeki film başta Janda’nın dokunaklı oyunu ve Pawel Sjazda’nın sevimli genç karakterini elle tutulur hale getiren oyunu olmak üzere, başarılı görüntüleri ama en çok da Wajda’nın bu hikâyeyi ve trajedisini içimizde hissetmemizi sağlayan kamera açıları, kimi yakın planları ve genel olarak mizansen anlayışı ile hayli dokunaklı. Kadının ve onun bir yandan kaybettiği oğullarının yerine koyduğu ama diğer yandan da duygusal bir yakınlık hissettiği genç erkeğin birlikte göründükleri tüm sahneler taşıdığı “genç” duygular ile filmin Berlin Festivalinde aldığı ve sinemada yeni perspektifler açan filmlere verilen Alfred Bauer ödülünü neden hak ettiğini gösteriyor bize. Wajda özellikle sazlıktaki trajik bölümde ustalığını konuşturuyor.

Janda’nın bir odada tek başına bazen yatakta oturarak, bazen ayakta durarak Klosinski’yi, aralarındaki aşkı, onu kaybetme sürecini ve özetle tüm duygularını paylaştığı monoloğu hem içeriği hem sinemasal anlatımı ile basit ve o denli içten; tam da bu nedenle çok etkileyici. Bir eleştirmenin çok yerinde tespiti ile Hopper’ın resimlerindeki gibi aydınlatılmış ve objelerin çerçeve içine o resimlerdeki gibi yerleştirildiği bu sahnelerde Janda bu denli kişisel bir hikâyeyi usta bir duygusallıkla geçiriyor seyirciye. Gerçek ve fantezinin, geçmiş ve geleceğin iç içe geçtiği filmde temel odak noktası sevilen birinin kaybı. Hem çekilen filmdeki “kayıp” hem de filmi çekenlerin yaşadığı “kayıp” filmi depresif yapar gibi görünse de Wajda akıllıca bu depresyondan uzak durmayı başarıyor. Kadının evinde geçen ve kendisinden okumak için hafif bir kitap isteyen gence Wajda’nın sinemaya uyarladığı ve başyapıtlarından biri olan Jerzy Andrzejewski romanını (Popiół i Diament – Küller ve Elmaslar) verdiği sahneden birlikte nehir kenarında oturdukları sahneye, yönetmen bu depresyonu uzak tutan bir tarz ile aşk, geçmişe özlem ve huzur duygularını sergiliyor bize. Kadın ile adamın ilk karşılaştıkları sahnedeki sessiz bakışmalarından sazlıktaki trajediye, Wajda bu filmde hem alçak sesle konuştuğunda hem de sesinin tonunu yükselttiğinde nasıl usta olduğunu gösteriyor bir kez daha.

(“Sweet Rush” – “Sazlıkta”)