Empire of the Sun – Steven Spielberg (1987)

“Gökyüzünde büyük beyaz bir ışık gördüm. Sanki Tanrı fotoğraf çekiyordu.”

İkinci Dünya savaşı sırasında Japonların Şangay’ı işgali ile ailesinden ayrı düşen ve bir esir kampına götürülen bir İngiliz çocuğun hikâyesi.

İngiliz yazar J.G. Ballard’ın aynı adlı yarı otobiyografik romanından uyarlanan film ünlü yönetmen Steven Spielberg tarafından aktarılmış sinemaya. Spielberg’in popüler, ticari ve gösterişli sinemasına her açıdan uygun bir film karşımızdaki ama film bir olmamışlık havasından da kurtulamamış. 150 dakikayı aşan uzunluğu, binlerce figüranı, trajik hikâyesi, gözyaşları ve kahramanının bir çocuk olması ile Spielberg’in aradığı her şey var bu filmde. Kısacası gösterişe uygun bir konu elindeki ve buna bir de Hollywood’un ticari filmlerinin vazgeçilmez ismi John Williams’ın görkemli müziklerini ve Allen Daviau’nun başarılı görüntülerini ekleyince, Spielberg tüm malzemelere sahipmiş ama yine de yine kendisinin kimi popüler filmlerinden geride kalan bir film yapmış dememek mümkün değil.

Japonların işgaline kadar Çinli hizmetçileri ile görkemli evlerinde mutlu hayatlar süren İngiliz ve Amerikalı ailelerin işgal ile birdenbire değişen hayatlarını Spielberg başta işgal sahnesi ve binlerce figüranın etkileyici kullanımı ile hayli başarılı biçimde aktarıyor. Elbette Asya’nın bu doğu yakasında İngiliz ve Amerikalıların ne aradığını sorgulamaya yönelik bir söylemi yok filmin. Acımasız Japonların parçaladığı hayatları ve özellikle onlardan birini, bir İngiliz çocuğununkini, anlatmaktan başka derdi yok çünkü filmin. İşgalden hemen önce Şangaya sığınmaya çalışan binlerce Çinlinin arasından kıyafet balosuna giden Batılıların görüntüsü, evet oldukça etkileyici ama bu sahnede sanki Batılılara eleştiriden çok onların bir süre sonra yaşayacakları sıkıntıların etkisini artırmaya yönelik bir hazırlığın telaşı var Spielberg’in. Filmin seyirciyi hedeflediği kadar sarsamamasına da yol açıyor Tom Stoppard’ın senaryosu ve Spielberg’in tercihleri. Zeki, ukala ve şımarık olarak çizilen çocuğa Çinli bir hizmetçinin (elbette işgalden sonra) attığı tokat çocuğun o sırada içinde bulunduğu duruma rağmen hani nerede ise hiç rahatsız etmiyor örneğin.

Sinir bozacak kadar “İngiliz” karakterli bir çocuğun dört yıl boyunca bir Japon esir kampında yaşaması trajik bir hikâye doğurur ama kahramanımız zaman zaman o kadar güçlü ve becerikli resmediliyor ki adeta “Evde Bir Başına” filminin farklı versiyonunu izliyor gibi oluyorsunuz. Ballard kampta geçirdiği günlerin, bir çocuğun gözü ile, o kadar da trajik olmadığını söylemiş bir röportajında ve örneğin kamptaki çocuklar ile yüzlerce oyun oynadıklarından söz etmiş. Belki roman/senaryo kampın bu resmini de ayrıca göstermeye çalışmış ama gördüğümüz yaşıtları ile değil büyükler ile takılan, becerikli bir İngiliz çocuk sadece. Senaryonun bir başka kusuru ise bir hikâye anlatır gibi görünmesi ki Spielberg’ten aksi beklenemez ama ortada pek de bir hikâyenin olmaması. Senaryo biraz daha törpülenip “Küçük Jimmy Esir Kampında” adında bir çocuk romanına/filmine dönüştürülebilirmiş gibi duruyor.

Christian Bale sinemadaki bu ilk filminde hemen her sahnede ve hatta her karede görünerek zorlu bir işin altına girmiş ama bu işin altından da başarı ile kalkmış görünüyor. Dört yıllık bir süreye yayılan hikâyede karakterinin yaş değişimini de rahatsız etmeyecek ölçüde canlandırmış görünüyor. Spielberg o zamanların çocuk oyuncusu olan Bale’i oldukça etkileyici biçimde kullanırken filmin görkemli görselliğinin de parçası yapmış onu zaman zaman. Örneğin uçaklara karşı fanatikçe bir sevgisi olan çocuğun esir kampında gördüğü Japon uçaklarına dokunması ve hatta sarılması, işgal sahnesinde çocuğun binlerce insandan oluşan bir kalabalığın içinde tek başına kaldığını fark etttiği anda yaşadığı korku veya çocuğun ailesini bulmak için döndüğü terk edilmiş evlerinde tek başına geçirdiği anların tümü yönetmenin görsel becerisini sonuna kadar kullandığı etkileyici anlar. Gerek bu görsel güç gerekse senaryodan oyunculuklara diğer kimi önemli öğeler açısından filmi kamp öncesi veya sonrası diye ikiye ayırmak da mümkün. İlk yarı nerede ise tam bir başarıyı ve keyifli bir sinema örneğini işaret ederken, ikinci yarı etkileyiciliği hayli düşük, anlatımı sarkmış ve gereksiz uzamış bir havaya sahip. Ballard’ın romanı bu kadar “yumuşak” değildi muhtemelen ve Spielberg çocuk kahramanının kendisine odaklanırken kampta yaşadıkları üzerinde düşünmeyi unutmuş görünüyor. Özetle görkemli ama sinemasal açıdan tatmin ediciliği düşük bir film.

(“Güneş İmparatorluğu”)