Potiche – François Ozon (2010)

“Ne dedin? Bir fikrin mi var? Senden tek istediğim benim fikirlerimi paylaşman”

Fabrikatör kocası grev yapan işçiler tarafından rehin alınınca işin başına geçip dizginleri ele alan bir kadının hikâyesi.

Fransız yönetmen François Ozon’dan bir Catherine Deneuve güzellemesi. Ozon’un ciddi dramlar ile hafif komediler arasında gidip gelen kariyerinin komedi tarafında yer alan ve bir tiyatro oyunundan uyarlanan film Deneuve’ün şahsında kadınların bağımsızlık ve güç mücadelelerini anlatıyor ama oyuncunun tek başına her anlamda damgasını bastığı bir hikâye karşımızdaki. Senaryoyu yazarken oyuna başta politikanın devreye girdiği tüm final bölümü olmak üzere yeni öğeler katan Ozon 70’lerde geçen filmine dönemin havasını başarı ile vermiş ve başta şarkılar ve filmin görsel tasarımı olmak üzere 70’lerin atmosferini etkileyici biçimde taşımış perdeye.

Bizde “Kadın İsterse” adı ile gösterilen filmin orijinal adının (“Potiche”) tam bir Türkçe karşılığı yok. Kelime Uzakdoğu’nun dekoratif vazoları için kullanılıyor sözlük anlamı olarak ve mecazi olarak da kişisel tek fonksiyonu kendinden daha güçlü veya önde görünen birinin yanında süs vazosu olmaktan öteye geçmeyen insan anlamına geliyor. Zengin kocasının yanında başlangıçta tam da bu konumda bulunan kadının iradesi dışında üstlendiği sorumluluklar ile önce iş ve aile daha sonra da politikada kendini (ve aslında kadınların yeteneklerini) ispatlaması filmin ana teması. Ozon bu hikâyeyi açılış jeneriğinden başlayarak tam bir 70’ler resmi geçidi havasında anlatıyor. Jenerikte kullanılan yazı karakterlerinden renklere, bölünmüş perde tekniğinden mizansen anlayışına ve elbette şarkılarına film 70’lerin nostaljisini yapıyor sürekli olarak. Baccara’dan Sylvie Vartan’a, Catherine Ferry’den Johnny Hallyday’e dönemin ünlü şarkıcı ve gruplarının pop şarkıları eşliğinde anlatılan hikâye sinemasal olarak da sonuçta tam bir “pop film” ama sonlarda biraz etkisini yitirse de kesinlikle keyifli olanlarından. Bir Jean Ferrat şarkısı olan “C’est Beau La Vie” Catherine Deneuve tarafından seslendirilirken ve film bu şarkı ile veda ederken, hikâye içerdiği tüm o işçi mücadelesi, grevler, siyasi çekişmeler, ihanetler, aşklar ve kadınların mücadelesi ile hayatın güzelliği üzerine belki fazlası ile naif de olsa bir mesaj vermekten geri durmuyor. Bir komedi atmosferi içinde de olsa içinde grev, eşitlik gibi kelimeler geçen bir film seyretmek güzel elbette ve her ne kadar hikâye olası seçenekler olarak sadece vahşi kapitalizm ile vicdanlı kapitalizmi sunsa da bu böyle.

Bir diskoda Deneuve ile dans eden görüntüsü ile Gerard Depardieu’nün renk katan bir unsur olarak kaldığı filmin Deneuve dışındaki asıl yıldızları kocası rolündeki Fabrice Luchini ve onun sekreteri rolündeki Karin Viard. Yan karakterlerin nasıl güçlü ve filmi zenginleştiri unsurlar olabileceğinin ispatı her ikisi de. Deneuve ise kelimenin her anlamı ile tam bir yıldız bu filmde. Başlangıçtaki spor sahnesinden sondaki şarkı söyleyen politikacı sahnesine başta komedi olmak üzere tüm oyunculuk yeteneklerini keyif verici bir biçimde sergiliyor ve kendisinin de keyif aldığını göründüğü her karede hissettiriyor. Hikâyedeki komik anların çok güçlü olduğu söylenemez ve bu bağlamda filmin güldürmekten çok gülümseten bir havaya sahip olduğu rahatça ve doğru olarak öne sürülebilir ama belki de filme komediden çok bir eleştirmenin çok yerinde bir benzetmesi ile Catherine Deneuve’e (ve bence Ozon’un gözünden tüm kadınlara ve onların sahip olduğu özelliklere) düzülmüş bir aşk şiiri olarak yaklaşamak daha doğru olacaktır. Finalde kendisini destekleyen taraftarlarına seslenirken söylediği gibi kadınların anaç özellikleri belki de dünyayı kurtaracak olan. Diskoda naif bir şekilde dans eden Depardieu ve Deneuve görüntüsü, finaldeki Deneuve şarkısı ve mutfakta Michèle Torr’dan “Emmène Moi Danser Ce Soir” şarkısına eşlik eden bir Deneuve için, kısacası Deneuve için görülebilir ve görülmesi gerekli bir film. Kaldı ki kim onun “bu gece beni dansa götür” davetine karşı durabilir ki?

(“Trophy Wife” – “Kadın İsterse”)

Town without Pity – Gottfried Reinhardt (1961)

“Bana bir şeyler oldu. İçimde vahşi bir şey kıpırdadı ve kendimi kaybettim. Ne yalvarması umurumdaydı ne de ne yaptığım”

Almanya’daki bir Amerikan üssünden dört Amerikalı askerin bir Alman kıza tecavüz etmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Bütün yönetmenlik kariyeri boyunca babası ünlü Avusturyalı tiyatro adamı Max Reinhardt’ın sanatsal başarısının gölgesinde kalmaktan kurtulamamış, oysa mütevazi ölçüler içinde kalsa da sinemasal başarısı ile dikkat çeken bir isim filmin yönetmeni Gottfried Reinhardt. Alman yazar Gregor Dorfmeister’in “Das Urteil – Hüküm” adlı romanından uyarlanan film temel olarak filmin adının da belirttiği gibi bir kasabanın insafsızlığına/vicdansızlığına odaklanan bir mahkeme filmi havasında olsa da suçluların İkinci Dünya Savaşı’nda ülkeyi “kurtaran” Amerikalılar, kurbanın ise “kurtarılan” taraftan olması ile farklı okumalara da imkân veriyor. Hikâyenin eksik bıraktığı nokta ise yine filmin adının gösterdiği gibi, kasaba halkına konsantre olurken suçluları savunan Amerikalı askeri avukatın askerleri olası bir idam kararından kurtarmak için saptığı belki hukuksal olarak doğru ama etik açıdan yanlışlığı tartışılmaz yolun neden oldukları.

Küçül kasaba hayatının insanı zaman zaman cendereye alan boğuculuğunun bir örneği sergileniyor bu filmde. Kıskançlıktan nefrete, gururdan muhafazakârlığa uzanan farklı duygular ile hareket eden kasaba halkının davranışları ve mahkemedeki ifadeleri kurbanın trajik sonununun hazırlayıcısı gibi görünüyor ama hikâye bu duyguların ortalığa dökülmesini sağlayan temel faktörün avukatın hırslı savunması olduğunun yeterince altını çizmiyor. Müvekkillerini idamdan kurtarmaya çalışması anlaşılır ve vicdani açıdan elbette tartışılmayacak bir seçim ama hikâye burada en az kasabanın insafsızlığı kadar önemli olan temayı oldukça ihmal ediyor ve bu seçim de filmi etik açıdan hayli sorgulanır bir duruma getiriyor. Bu problemin yanısıra hikâyedeki karakterlerin (belki romandan da kaynaklanan bir şekilde) yeterince derinleştirilemediğini ve dolayısı ile farklı okumalara açık olan yapının arkasında sağlam durulamadığını da belirtmek gerek.
Kirk Douglas’ın avukat rolünde kimi sahnelerde hayli parlayan oyununa kurban rolündeki Christine Kaufmann’ın incelikli oyunu ile eşlik ettiği filmde Dimitri Tiomkin’in biraz fazla kullanılmış olsa da caz esintili orijinal müziği ve yine onun Oscar adayı olan “Town Without Pity” şarkısının Gene Pitney yorumu dikkat çekiyor. Çekiyor ama şarkının sözlerinin fazlası ile filmin mesajını vermesinin rahatsız ediciliği de ortada. Görsel bir sanat olan sinemada filmin başında şarkıyı tüm sözleri ile duymamız ve yaratıcılarının bu sanat eserinden nasıl bir ders çıkarmamız gerektiğini bize nerede ise dikte etmesi pek hoş değil elbette. Filmin karakterlerinden biri olan haber patlatma peşindeki Alman gazetecinin zaman zaman anlatıcı rolü üstlenmesi filmin aksayan yönlerinden bir diğeri. Bu anlatıcı Alman karakterlerin kendi aralarındaki Almanca konuşmalarını çevirmek gibi bir işlev bile üstleniyor bazen ki filmin genelinde zaten gereksiz olan ve hikayeye bir zenginlik katmayan anlatıcının bir de böyle bir rol üstlenmesi hayli garip duruyor. Neyse ki bu çevirmenlik birkaç sahne ile kısıtlı kalıyor ve altyazı okuma özürlü olan Amerikalı seyirciler için tercih edildiği açık olan bu yola rağmen filmin doğal olanı yaparak Almanların kendi aralarında Almanca konuşmasını sağlamasınını ayrıca takdir etmek gerekiyor.
Başarılı siyah beyaz görüntüler eşliğinde anlatılan hikâyenin aradan geçen elli bir yıldan sonra çok iyi yaşlandığı söylenemeyebilir belki ve bunda da temel neden olarak yukarıda vurgulamaya çalıştığım gibi avukat karakterinin etikliğini yeterince tartışmaya açmamasının ve ilave olarak karakterleri ve temasını yeterince derinleştirememiş olmasının payı var. Yine de medya eleştirisi içermesinden insanların zaman zaman nasıl duyarsız ve acımasız olabileceklerine uzanan hikâyesine, iyi oyunculuklardan görsel siyah beyaz başarısına ilgiyi hak den bir film bu. Filmde anlaşılabilir nedenlerle de olsa tek bir cümle ile geçiştirilen, bir süre önce yönetimi nedeni ile nefret objesi olan bir halkın (Alman halkı burada söz konusu olan) “kurtarıcısının” elinden zulme uğraması gibi zengin bir potansiyel daha iyi işlenebilmiş olsa ve kasabanın insafsızlığı kadar Amerikalı avukatın “vicdanlı sinsiliği” de dile getirilmiş olsa film çok başka yerlere ulaşırmış.

(“Stadt ohne Mitleid” – “İnsafsız Şehir”)

Womb – Benedek Fliegauf (2010)

“Korkuyorum anne. Senin kim olduğunu bilmiyorum. Benim kim olduğumu da. Kimsin sen? Ben kimim?”

Bir kazada ölen kocasının klonunu doğuran bir kadının ve “oğlunun” hikâyesi.

Macar yönetmen Benedek Fliegauf’dan İngiliz ve Fransız baş oyuncular ile İngilizce olarak ve Almanya’da çekilen bir Almanya, Fransa ve Macaristan ortak yapımı. Bu küresel çabanın sonucu son yılların netameli konusu insanların klonlanması ve bunun sonuçları üzerine bilim kurgusal öğeler de taşıyan ama dram yanı ağır basan bir film olmuş. Klonlamanın yaygın olduğu ama “normal” insanların klonları şu ya da bu ölçüde dışladığı bir yakın gelecek toplumunda geçen film kimi parlak öğelerine karşılık farklı konusunu yeterince iyi işleyememiş görünen ve görüntülerdeki ve atmosfer yaratmaktaki başarısını hikâyesinde aynı ölçüde tekrarlayamamış bir çalışma.

Filmin adının önce “Clone – Klon” sonradan “Womb – Rahim” olması aslında filmdeki kafa karışıklığının da bir göstergesi; hikâye klonun kendisine mi yoksa bu klonu doğuran ana rahmine mi, bir başka deyiş ile doğurulana ve onun yaşadıklarına mı yoksa doğuran ve bu doğuranın doğum sonrası yaşadıklarına mı odaklanacağını iyi belirleyememiş görünüyor. Kocasını doğuran kadın hikâyesi filmin geçtiği yakın gelecekte en azından bugüne göre daha normal karşılanıyor gibi görünüyor ve filmde annesini doğuran insanlar da yer alıyor örneğin. Ensest tanımını kökünden sarsan bir hikâye şüphesiz karşımızdaki ve bu rahatsız edici yanı ile bir yandan da bilimin karşımıza çıkardığı veya çıkarmak üzere olduğu bir sorunsal durumu da sergilemeye çalışıyor. Tam da burada şunu sorgulamak gerekiyor: Klonlamayı bugünün insanları olarak nasıl karşılamamızı bekliyor bu hikâye? Enseste kayan bir durum olmasaydı ve hikâyenin trajikliğine bu anlamda bir ilave daha gelmeseydi, klonlamayı film kendisi nasıl görüyor? Bu soruları cevapsız bırakan bir film bu ve cevap üretmek yerine bir durumu sergilediği söylenerek de bu cevapsızlık izah edilemez. İzah edilemez çünkü etik açıdan, bilimsel açıdan, toplumsal açıdan ve inançlı insanlar için inançlar açısından çok önemli bir konu bu. Klonlamaya karşı çıkan tek kişinin ölen adamın annesi olması da açıklanabilir bir durum değil açıkçası. Jonathan Glazer’ın 2004 tarihli “Birth” adlı filminin bu film ile kıyaslandığında hayli masum görüneceğini de ekleyelim son olarak.

Benedek Fliegauf tüm film boyunca görsel dili ile zaman zaman hayranlık uyandıracak başarılara erişiyor. Başta deniz kenarında geçen tüm sahneler olmak üzere her bir kamera açısı, çerçevenin içindeki nesnelerin yerleşimi ve hikâyeye hâkim olan grilik yönetmenin görsel yeteneklerinin açık birer kanıtı. Görüntülerin bu güzelliği her ne kadar bazı anlarda kıyısına kadar yaklaşsa da bir klip güzelliği değil ve sadece güzellikleri için değil asıl olarak filmin atmosferine katkıları için oradalar. Evet görsellliği bu denli başarılı olan filmin hikâyenin akışında da aksadığı hayli fazla sayıda nokta var. Örneğin kadın kahramanın on iki yıl sonra geri geldiğinde çocukluk aşkına hâlâ aynı kuvvetli sevgiyi hissediyor olması ve bunun karşılıklı olması çok da inandırıcı değil ve bunun nedeni de çocukluk aşkının onca yıl sonra nasıl bu denli canlı kalabildiği değil sadece. Bu aşkın anlatıldığı çocukluk bölümlerinin aşkı ve bu aşkın kalıcılığını kesinlikle yeterince güçlü hissettiremiyor olması asıl problem. Öyle olunca da filmin trajik yanını başlatan klonlama kararını da anlamak pek kolay olmuyor. Üstelik ölen kocanın klon hayvanlardan oluşturulmuş bir eğlence parkına sabotaj yapmayı planladığını düşününce, kadının sevgilisini klonlaması da pek anlaşılır olmuyor.

Fliegauf’un birkaç kısa sahne dışında müziği kullanmaması ve dış seslerin de çok az işitilir olması seyircinin görüntünün kendisine odaklanmasına yardımcı oluyor ve yönetmen kimi sahnelerde, örneğin oyuncak dinozorun gömülmesi, bu görüntülerin etkileyiciliğini zirveye taşıyor. Sessiz ve hareketsiz kimi anlar bu tip bir anlatımdan rahatsız olmayan seyirciler için hayli çarpıcı özetle ama bu anlatım hikâyenin bu akışı için doğru bir tercih mi, orası tartışılır. Görüntülerin atmosferi yoğun duyguları ve bir tedirgin edici havayı destekliyor ama anlaşılan yönetmen eninde sonunda geleceği noktanın, doğurduğuna aşık olan/olacak kadının telaşında olduğu için bu görüntülerin hikâyenin doğru parçası olarak algılanması üzerinde düşünmeyi ihmal etmiş görünüyor. Yine de Péter Szatmári’nin görüntüleri karşısında bravo demek gerekiyor. Kadında Eva Green aksamıyor ama filmin asıl yıldızı hem adamı hem çocuğunu canlandıran Matt Smith. Babanın çocuksu yanını ve çocuğun daha küçükken kendisini hissettiren olgun yanını aynı ustalıkla canlandırıyor sanatçı. Babanın annesini oynayan ve benim özellikle “Another Year” filminde hayran olduğum Lesley Manville de kısa rolünde çarpıcı bir performans veriyor.

Hikayenin potansiyel olarak taşıdığı ahlâki içeriği ve bu içeriği ele almak için gerekli psikoseksüel bakışı yeterince taşıyamamasının ciddi bir zaafiyete neden olduğu filmin, benzer şekilde etiğin bu denli önemli olduğu bir konuda yeterince fikir beyan etmemiş olmaması da zayıf bir başka noktası. Kimi zaman soyuta kayan sinema dilinin konunun somut boyutlarını dile getirmeye çalıştığı anlarda aksadığını da söylemek gerek. Özetle yapılanın “ahlâk dışılığını” dile getirmeden sonuçları anlatmaya soyunmak doğru bir tercih olmamış film için.

(“Clone” – “Rahim”)

Hi, Mom! – Brian De Palma (1970)

“Hepinizin siyahların tecrübesinden geçmenizi istiyorum ve sizler siyah olmanın kaybetmek demek olduğunu biliyorsunuz”

Vietnam’dan dönen bir gencin evinin penceresinden gizlice çekimlerini yaptığı komşularının görüntülerini satmaya çalışması ile gelişen olayların hikâyesi.

Brian de Palma’nın 1968 tarihli “Greetings” filmindeki ve yine Robert de Niro’nun canlandırdığı Jon Rubin karakterinin 1970 tarihli macerası. Kara komedi türündeki film “anarşist” yapısı ile hayli farklı bir çalışma. Kahramanımızı önce porno film endüstrisinde, sonra tiyatrocu olarak ve son olarak da aslında terörist olan bir sigortacı rolünde izlerken, film aslında bildiğimiz anlamda bir hikâyeye ve bütünsel bir yaklaşıma sahip olmanın derdinde olmadan sadece karşımıza etkileyici kareler getirmenin telaşında gibi görünüyor zaman zaman.

Hızlı bir kurgu, hızlandırılmış gösterimler, ara yazı kullanımı ve kimi anlarda başvurduğu zumlar ile film hayli genç bir hava taşıyor ve üzerinden geçen kırk iki yıla rağmen de bu havasını yitirmemiş. Evet yitirmemiş ama filmin bu genç havası ile sinemasal olarak ne kadar değerli olduğu ciddi bir tartışma konusu olabilir. Baştaki ev kiralama sahnesinden, karşı apartmandaki komşu kadını yatağa atma ve olan biteni filme çekme oyununa kadar film kara mizahın üst noktalarına ulaşıyor kimi anlarında ama belki de bilinçli bir tercih ile tüm bunları sinemasal bir bütünlük içinde bir araya getirmeyince seyrettiğimizden bir sinema filmi tadını almamız da zorlaşıyor. Örneğin gerçek zamanlı olarak çekilen ve filmin kesinlikle en etkileyici bölümü olan “Be Black Baby” bölümü kahramanımızı bir siyah tiyatro ekibinin parçası olarak karşımıza getirirken off-off-broadway’in de ötesine geçen bir tiyatro oyununu sergiliyor bizlere. Beyaz seyircilerinin bir siyah olmanın ne demek olduğunu anlamalarını hedefleyen tiyatro ekibi bu “kurbanlarına” etmedik kötü muamele bırakmıyor. Tüm bu eziyet sahneleri ve oyunun sonunda liberal bakışlı seyircilerin entelektüel yorumları kesinlikle seyredeni çarpan bir etkiye sahip. Bu siyah tiyatro bölümünün kendinden önceki bölümle ve sonraki bölümle hikâye açısından hiçbir bağının olmaması veya böyle bir bağ yaratmanın üzerinde bile çalışılmaması da seyredilen bölümün kendi başına başarısı dışında kalıcı bir sinema keyfi yaratılmasına engel oluyor doğal olarak.

Vietnam sonrası temelinden sarsılmaya başlayan bir toplumda eski değerlerin anlamını yitirmesi ve yerine yeni değerlerin koyul(a)maması ve ırkçılıktan kapitalizme (örneğin kahramanımızın sigortacı rolünde olduğu ve karısı ile tipik bir küçük burjuva ailesinin akşamını geçirdiği sahne aile düzenine sıkı ve komik bir yumruk atıyor) toplumun temel sorunları bu serbest anlatımlı filmin temaları ama söylenmek istenenler bu kadar serbest bir dille anlatılınca filmin de sanki dikişleri tutmamış. Kendi başlarına en kötü anında bile idare eder durumda olan sahneler birbirine dikilmemiş de öylesine tutturulmuş gibi. Eric Kaz’ın sıkı r&b melodileri ile süslenen film özetle tam bir “kara” film. Komedisinden ağırlıklı olarak ele aldığı karakterlere ve müziğine kadar bir kara film bu. 70 başlarında seyirciye gerçek Amerika’ya göstererek sarsmayı hedefleyen film bunu başarıyor ama bu sarsma daha çok filmin dağınıklığından ve çelişkili bir ifade ile söylemek gerekirse denetlenememiş anarşizminden kaynaklanıyor.

(“Merhaba Anne”)