Gelecek Uzun Sürer – Özcan Alper (2011)

“Bunların hesabını bize verecekler. Bize vermezlerse, yarın çocuklarımıza, o da olmazsa torunlarımıza verecekler hesabını”

Anadolu ağıtları üzerine araştırma yapan bir genç kızın Güneydoğu’da yaşadıklarının hikâyesi.

“Sonbahar” ile sinemaya çarpıcı bir başlangıç yapan Özcan Alper’in yine siyasi ve etnik öğeler barındıran ikinci (aradaki bir bölümünü çektiği “Kars Öyküleri” filmini saymazsak) ve şimdilik son filmi. Cesare Pavase’nin yürek yakan sorusu (“Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız, neden öldüler?) ile başlayan film ne yazık ki sinemasal açıdan aynı yakıcılığa sahip değil. Sık sık belgesel bir havaya da yaklaşan film dürüst içeriği ile dikkat çekiyor ama sanki senaryosu konusunun yüreğine tam ulaşamamış gibi. “Sonbahar” adlı filmde ağıtlar, gerçek olaylardan esinlese de bir kurgu olan hikâyenin insanı vuran parçalarından biri olmuştu. Burada ise ağıtlar belki de hem sorunun güncelliği ve hâlâ tüm sıcaklığı ile devam ediyor olması hem de belgesele yaklaşan tarzın “soğukluğu” nedeni ile vurmuyor seyredeni. Özcan Alper’in kendi deyimi ile belki de kendisinin sinemasal olgunluğu açısından erken çekilmiş bir film karşımızdaki. Yine de film başta iyi niyetli olması ve parlak görüntü çalışması ile ve kimi diğer özellikleri ile de kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma.

Bir filmi yönetmeninin bir başka filmi ile kıyaslayarak bir yerlere oturtmaya çalışmak çok sağlıklı bir yol değil elbette. Ne var ki hem ilk filmin bende bıraktığı olağanüstü etki hem de bu ikinci filmin benzer temaları içermesi ister istemez ilişkilendirmeyi beraberinde getiriyor. Nedir tam olarak “Gelecek Uzun Sürer” filminde eksik kalan? Birkaç farklı başlık altında incelemek gerekiyor bunu sanırım ve birincisi de bu başlıkların, herhalde senaryosu olmalı. Özcan Alper öncelikle bir hikâye mi anlatacağına, kurgusal bir belgesel mi yapacağına yoksa kurgusal karakterlerini gerçek hayatın içine atıp ortaya çıkacak olanı mı resmedeceğine karar verememiş görünüyor. Bu kararsızlık da filme nasıl yaklaşması gerektiği konusunda tereddüt içinde bırakıyor seyredeni. “Sonbahar” tam da bu konuda sınıfını parlak notlarla geçmişti: Hapiste iken tuttuğu ölüm orucunun yıkıcı izlerini bedeninde ve ruhunda taşıyan karakterinin son günlerini anlatan ve temel olarak buna odaklanan bir hikâye idi karşımıza getirilen. Bu karakter üzerinden yola çıkarsak iki filmin seyirciye de yansıyan bir başka farkını belirtebiliriz: “Sonbahar” filminin karakteri olayların içine girmiş, bir tutum almış ve “yaşayan” bir karakter idi. Oysa burada her iki karakterin de (ağıtların peşindeki kız ve Diyarbakır’da tanıştığı korsan DVD satan genç) çekingen ve çemberin içine girmeyip dışarıda kalmayı seçen yapıları filmin soğukluğunun da nedeni olmuşlar gibi görünüyor.

Bir ikinci başlık da, üstte belirttiğim soğukluktan yola çıkarak söylemek gerekirse, filmin atmosferi. “Sonbahar” denizi (mavisi) ve ormanı (yeşili) ile bir doğa filmi idi bir yandan da ve kahramanının yaralanmış vahşi ruhuna çok uygundu. Burada ise çoğunlukla Diyarbakır’da geçen filmin karakterleri şehrin griliği içinde kayboluyor gibi ama bir yandan da ilginç bir şekildebu grilik hayli sterilize edilmiş görünüyor bir şekilde. Film iki baş karakterinin şehrin üst kısımlarına çıkıp nehire (doğaya) baktıkları sahnede veya Hakkari yolculuğu boyunca nefes alıyor ama şehrin griliği yeterince vurgulanmadığı için bu değişikliklik de yeterince çarpıcı olamıyor. Bir de oyunculuklar var konuşulması gereken. Genç kızda Gaye Gürsel karakterinin yaşadığı şaşkınlığı (evet şaşkınlığı, çünkü film onun Diyarbakır’a tren ile geliş anından itibaren başka bir dünyaya düştüğünü söylüyor bize) yeterince geçiremiyor seyirciye ama senaryonun da ona yardımı olduğu söylenemez. Karakterinin sık sık görüntüye gelen sessiz ve pencereden dışarı bakan sahneleri bir süre sonra onun da oynamasını değil belli bir poz takınmasını gerektiren sahneler ve bir süre sonra da tekrara düşüyor bu anlar. Kürt genç adam rolündeki Durukan Ordu ise bakışlarındaki doğal görünen hüzün ve yıkılmışlığı karakterine yakıştırmayı başarıyor ama açıkçası yönetmenin tercihleri onun da sıkı bir oyunculuk sergilemesini gerektiren bir tarzda değil ve bu da zaman zaman sadece bu doğal yüzü ile yetinir gibi görünmesine neden oluyor.

Alper’in “Sonbahar” filmindeki kimi tercihleri de bu filme uymamış görünüyor. Zaman zaman Rus romanlarındaki ince hastalıklı erkek karakterleri çağrıştırsa da baş karakterin sırtı bize dönük olarak iskelede hırçın Karadeniz dalgalarını syretmesi filmin havasına çok uygun iken burada zaman zaman zorlandıkları doğaçlama diyaloglar için cümleler bulmaya çalışır görünen karakterlerin bir cümle – sessizlik – yeni bir cümle – sessizlik şeklinde ilerleyen konuşmaları ile boşluğa bakmaları hikâyenin akmasına da engel oluyor.

Filmin politik içeriği açısından eleştirilecek bir yanı yok diye düşünüyorum. Hiç de sessiz denemeyecek bir şekilde ve Pavese’nin içindeki “savaş” kelimesi ile kullanımının cesurane olduğu söylenebilecek sözünü girişte seyirciye sunması ile filmin, sorun üzerine düşünen beyinlerin eseri olduğu açık. Filmin yaratıcısı Alper’in Kürt ağırlıklı ama arada Ermeni ve Laz etnik kökenlilere de uzanan filminde karşımıza getirdiği gerçek tanıklıkların görüntüleri özellikle 90’lı yıllarda bölgede yaşananlar üzerine ek bir söze gerek kalmayacak netlikteler. Yukarıda belirttiğim eksikliklerine rağmen senaryo bölgedeki politik durumun asıl nedeni olduğu yalnızlık ve öteki olma duygusunu seyirciye geçirmeyi de başarıyor. Genç kızın yabancı bir ülkeye gelmiş bir turist edası ile gezindiği başlangıç sahnelerinde hissettiği öteki olma duygusu, Kürt gencin Tarkovsky ve Kieslowski filmlerine olan düşkünlüğü ile hissettiği kültürel yalnızlık veya tüm o görsel tanıklıkların kahramanları olan Kürtlerin yaşadıklarını anlatırken seyredene yansıyan kendi ülkelerinde öteki, üstelik düşman bir öteki olarak gördükleri muamele filmin politik açıdan başarılı olduğu anların örneklerinden bazıları sadece.

Filmin yeterince işlemediği veya işlemeyi tercih etmediği kimi durumlar da var. Örneğin felsefe okumuş Kürt gencinin aksiyon almak ile almamak arasındaki ikilemi ve yine onun üstte bahsettiğim kültürel yalnızlığı çok daha fazla ilgiyi hak eden ve sadece yılgın bakışlar ve sessizlik ile geçiştirilmemesi gereken olgularmış. Özcan Alper’in Louis Althusser’in otobiyografisinin ismine gönderme yaparak koyduğu isim, beraberinde bir umut mesajını taşıyarak geleceğin (özlediğimiz geleceğin) uzun sürse de mutlaka geleceğini söylüyor ama filmin tümüne bakıldığında genç kızın hayli akademik kalan yaklaşımı ile ve sondaki gözyaşları dışında bu umut geçmiyor seyirciye. Bir başka eksiklik olarak da filmin Diyarbakır’ın hareketli politik havasına hayli mesafeli durduğunu söylemek gerekiyor. Belki doğrudan ve sadece buna odaklanmak filmin kolaya kaçmış olması olurdu ama şehrin sokaklarını gezen kameranın bu açıdan saptadıklarının yetersiz görünmesine engel değil bu durum.

“Sonbahar” filmindeki başarılı görüntü yönetimini Feza Çaldıran burada da gösteriyor ve sisler altındaki nehir, evlerin damlarından Diyarbakır veya açılış ve kapanış sahnelerindeki şiirsel görüntüler ile filme hayli katkı sağlıyor. Müzikler etkileyici ama bu açıdan “Sonbahar” filminin gerisinde kalmış bir çalışma var. Üstelik bu filmin ağıtlar derleyen bir genç kızın hikayesi olduğu düşünüldüğünde bu eksiklik daha fazla göze batıyor. Bu durum belki her ne kadar film altını yeterince çizmemiş olsa da konunun sertliği ile açıklanabilir. Alper’in belki erken çektim dediği ama bir yandan da çekilmesi ve bugün çekilmesi gerekiyordu dediği bir film bu ve üzerinden geçen bir yıldan sonra Kürt sorununun bugün geldiği nokta düşünüldüğünde de iyi ki çekilmiş dememiz gereken bir film. Artık gözlerin kapatılamayacağı, denenmiş ve başarısız olmuş yöntemleri değil yeni, özgürlükçü ve barışçı yaklaşımları gerektiren bir sorunun yaşandığı yerleri seyircinin önüne getiren film başta yönetmeninin dürüst yaklaşımı, görüntülerindeki başarısı ve tüm gündeme getirdikleri ile kesinlikle görülmesi gerekli bir film. Gelecek, evet uzun sürer ama bizim coğrafyamızda gelecek çok ama çok uzun sürüyor.

The Dry Land – Ryan Piers Williams (2010)

“Benimle gurur duymamalısın anne; korkunç şeyler yaptım”

Savaştığı Bağdat’tan Teksas’a geri dönen bir askerin yaşadığı uyum problemlerinin hikâyesi.

Amerikalı yönetmen Ryan Piers Williams’ın ilk uzun metrajlı filmi savaştan sonra eski hayatlarına geri dönen askerler üzerine sinemanın pek çok örneğini verdiği türden bir çalışma. Kimi sorunlu yanları olsa da film kendisini seyrettirmeyi başarıyor ve türünün klasikleri arasında giremeyecek olsa da başta sinemadaki ilk baş rolünü oynayan Ryan O’Nan’ın ekonomik ve samimi oyunu olmak üzere farklı öğeleri ile ilgi çekmeyi başarıyor. Yeni bir şey söylemeyen ama eski de olsa söylemlerini doğal ve içten bir dille aktarmayı deneyen ve kimi anlarında da bunu başaran bir film özet olarak.

Yaşadığı travma nedeni ile içinde bulunduğu kritik bir çatışma anını hatırlamayan adamın özellikle kâbuslar gördüğü uykularında yaşadığı travmasını, film, Ryan O’Nean’ın başarılı oyunu sayesinde altını fazla kalın çizgiler ile çizmeden sergileyerek doğru bir seçim yapıyor. Yönetmen Williams kendi yazdığı senaryoda savaştan sonra evine dönen bir askerin başına gelebilecek en kötü şeyleri (savaştan dönen ve travmaları olan bir askerin çalışması gereken en son yerde, bir mezbahada işe başlaması, aile içi problemler, bir ölüm ve neden olduğu trajik olayı hatırlama vb.) peş peşe sıralamasına rağmen korkulanın aksine hikâyesinde inandırıcılığı korumayı başarıyor ki bu da az bir başarı değil. Williams’ın sık sık başvurduğu el kamerası kullanımı ve yakın plan çekimleri de hikâyenin gerçekçiliğinin algılanmasına katkıda bulunuyor, her ne kadar özellikle kamera kullanımında fazla bir yaratıcılık bulunmasa da. Bu tercihlerin bağımsız Amerikan filmlerinin havasını kattığı çalışmanın senaryosunun temel problemlerinden biri, gelişmeleri daha çok televizyon filmlerinin havasına uygun bir şekilde fazlası ile düz ve bazen de yüzeysel anlatıyor olması. Buna Çehov’un “tabanca görünüyorsa patlamalıdır” kuralına uygun yaklaşımları da eklersek bu yüzeysellik daha iyi anlaşılabilir.

Senaryonun kimi anlarındaki sıradanlığı dışında daha “tehlikeli” bir tavrı var, üzerine bir şeyler söylenmesi gereken. Evet film savaştan dönen bir askeri anlatıyor ve sadece bu tanıma uygun davranıp o bireye odaklanması anlaşılır bir tercih ama Irak savaşı gibi çok sıcak bir olay söz konusu burada ve hikâyenin herhangi bir anında o askerin ağzından savaşın karşı tarafı üzerine veya orada ne aradıkları üzerine tek bir söz veya düşüncenin dile getirilmemesi kabul edilir bir durum değil. Karşı tarafın bahsinin geçtiği tek sahnede de “düşmanın” Amerikalı askerleri tuzağa düşürmek için bir kadını yaralayıp yola bırakan canavarlar olduğunu söylüyor film ve bu ifadeler de sadece bir askerin sözleri olmaktan çıkıp aslında filmin duruşunun da örneği oluyor. Filmin kendisine ad olarak aldığı çorak toprakların Irak çölleri değil, Teksas olması da bu durumu hafifletmiyor açıkçası. Hikâyedeki bir başka problem de baş karakterin hatırlamadığı gerçeği keşfetme çabasını odağına alır gibi davranması ama bu temaya filmin diğer temalarından daha fazla önem veren bir yaklaşımı da gösterememesi. Böyle olunca da film sahip olabileceği bir başarıyı kendi eli ile itmiş oluyor. Son olarak filmin hikâyenin bir noktasından sonra aldığı “yol filmi” havasının da çok fazla işler görünmediğini söylemek gerek.

“Hair” filmindeki Claude Hopper Bukowski karakterinin savaşa gidip travma ile geri dönmüş hali denebilir baş karakterimiz için. Film bu karakterin “çorak” olduğunu söylediği Teksas topraklarındaki işçi sınıfı köklerini ele alıp onun üzerine hikâyesini kurmuş olsa başka yerlere gidebilirmiş gibi görünüyor ama yine de Ryan O’Nan’ın oyunculuğunun da katkısı nedeni ile kendisini seyrettiriyor. Buna karşılık filmin yukarıda sıraladığım kimi eksikliklerinin sonucu olarak kalıcı olamayacağı da çok açık. Kapanış jeneriğinde adları verilen Internet sayfalarının da açıkça vurguladığı gibi fazlası ile “devlet” odaklı olan bakışını ve ordunun doktor albay karakteri üzerinden sergilenen “iyi” karakterini ise görmemezlikten gelmek en iyisi. Aksi takdirde Teksas’ın işçi sınıfından bir gencin Bağdat’ta ne aradığını hiç sorgulamayan ve travmanın asıl bu kaynağını hiç gündeme getirmeyen filme, gerekçe ne olursa olsun olumlu yaklaşmak imkânsız olur.

(“Çorak Topraklar”)

Paris Sıkıntısı – Charles Baudelaire

Şiir: Zengin sembollerle, ritimli sözlerle, seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan, hece ve durak bakımından denk ve kendi başına bir bütün olan edebî anlatım biçimi, manzume, nazım, koşuk.

Türk Dil Kurumu üstteki şekilde tanımlıyor şiiri. Ünlü Fransız şair Charles Baudelaire’in “Paris Sıkıntısı” (Le Spleen de Paris) adlı eseri ise kitabın sonundaki “Sonuç” başlıklı kısa şiir dışında elli adet düzyazı şiirden oluşuyor ve TDK’nın ve dolayısı ile şiirin bilinen tanımının da hayli dışına düşüyor bu anlamda. Daha doğrusu dışına düşüyor gibi görünüyor ama kitaptaki elli şiir de uyaktan uzak olsa da zengin sembolleri ile kesinlikle türünün en çarpıcı örnekleri. Yazarın daha çok bilinen “Kötülük Çiçekleri” (Les Fleurs du Mal) kitabının gölgesinde kalmış olsa da, çok değerli bir kitap karşımızdaki. Değeri de şuradan geliyor: Kitaptaki her bir kelimenin ve bu kelimelerin oluşturduğu her bir cümlenin dikkatle ve yüksek bir konsantrasyon ile okunması gereken bir mükemmeliği var. Tahsin Yücel’in çevirisi eserin hakkını veriyor ama hayli zengin bir Türkçenin kullanımının söz konusu olduğunu ve “ergi”, “tansık” ve “ığralamak” gibi kelimelerin yer aldığı çevirinin zaman zaman sözlük kullanımını zorunlu kıldığını da söylemek gerek.

Kitaptaki elli şiiri zaman zaman bir küçük hikâye, bir filmin kısa bir sahnesi veya kimi zaman da bir sinopsis olarak görmek mümkün. Kendinden sonraki pek çok Fransız şairi (örneğin Rimbaud) bu kitapta örneği yer alan tarzı ile etkilemiş bir isim Baudelaire ve kitapta Paris görüntülerinden (“Yoksulların Gözleri” şiirinde olduğu gibi çoğunlukla yoksulluğun derin izlerini taşıyan insanlar üzerinden anlatılan görüntüler bunlar) kadınlara, Tanrı ve Şeytan üzerinden yorumlanan dinden yoksulluğa çeşitli kavramlar üzerine benzersiz şiirler (veya şiirimsi düzyazılar) var. Bir sonraki okumayı teşvik eden okumalar en değerli olanları sanırım ve işte bu kitap da bir ara Rimbaud’ya geri dönmek gerektiğini hatırlattı bana.

(“Le Spleen de Paris”)

Esir Şehrin İnsanları – Kemal Tahir

Kemal Tahir’in mütareke dönemi İstanbul’unu konu alan “Esir Şehir Üçlemesinin” ilk kitabı. Roman İstanbul’un işgalinden hemen önce başlıyor ve sivil Osmanlı aydınlarının Birinci Dünya Savaşı sonrası yıkılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Anadolu’yu işgal eden Batılı askerlerin karşısında takındıkları tavırları ele alıyor. Romanın kahramanı Kâmil Bey Batılı değerler ile yetişmiş ve yıllarca yurtdışında yaşamış bir paşa oğlu ve kendi yurdunda İstanbul dışında hiçbir yer görmemiş bu karakterin roman boyunca geçirdiği dönüşüm Tahir’in kaleminden yeni bir aydın tipinin ve yeni bir ülkenin de sembolü oluyor.

Savaşı kaybeden bir ülkenin halkının takındığı farklı tavırlar (direnişten ihanete, umursamazlıktan kendi derdine düşenlere) roman boyunca Yakup Kadri’nin benzer romanlarına kıyasla çok daha gerçekçi bir biçimde ele alınıyor. Romandaki direnişçi karakterlerden birinin ağzından “Mustafa Kemal’in halkla yakınlaşması ve onunla birlikte hareket etmesi” övülürken, ileriye yönelik olarak “eğer değişirse ona da direniriz” sözleri de Tahir’in cumhuriyetten sonraki devlete olan itirazlarının da izini taşıyor.

Güçlü bir dili ve akıcı bir kurgusu olan roman Tahir’in topluma görüşlerini aktarma telaşının örneklerinden biri ve bu bakımdan kimi zaman hafif didaktik bir hava da taşımıyor değil. Bir de kitabın biraz fazlası ile “erkek” bir hava taşıdığını da söylemek gerek. Kitaptaki tek olumlu kadın karakterin “erkeklik değerleri” üzerinden övülüyor olması da bu havanın örneklerinden.