The Walls are Coming Down – Fanfarlo (2009)

Beirut” grubunun arka planda devamlı çalınır olduğu günlerde “Charles Baudelaire” okununca varılması zorunlu bir durak oldu “Fanfarlo” grubu. Adını Baudelaire’in şiir ile ilişkilendirilmeyen tek nesir kitabı olan “La Fanfarlo” adlı kitaptan alan bu İngiltere çıkışlı grubun müzik tarzı Beirut ile hayli ilginç benzerlikler taşıyor ve bu benzerliklerin başında da vokaller geliyor. Grubun şarkılarının sinema ve televizyon filmlerinde ve dizilerinde, ve reklamlarda sıkça kullanılması şarkılardaki melodilerin enerjisi ve kolayca kulağa yerleşivermeleri ile ilgili olsa gerek.

El Baño del Papa – César Charlone / Enrique Fernández (2007)

“Tanrı fakirlere de yardım etmiyorsa, kime ediyor ki?”

Papanın yapacağı duyurulan ziyarete hazırlanan Uruguay’daki bir kasabada yaşayan bir adamın ziyaretçiler için genel tuvalet açarak para kazanma planı yapmasının hikâyesi.

Daha çok görüntü yönetmeni olarak tanınan César Charlone’un Enrique Fernández ile birlikte çektiği ilk uzun metrajlı sinema filmleri. Brezilya sınırındaki yoksul bir Uruguay kasabasında yaşayan ve çoğunlukla küçük kaçakçılık işleri ile geçinen insanların bu küçük ve sevimli hikâyesi Latin sinemasına ağırlık veren festivallerden epey ödül ile dönmüş, sevimli ve samimi, ve Charlone’un parlak görüntü çalışması ile de dikkat çeken bir film. Baş roldeki César Troncoso’nun oyunu da filmin dürüst ve samimi görüntüsünü ve küçük mizahını güçlü biçimde destekliyor.

Papa 2. John Paul’ün 1988’deki Uruguay ziyaretinden esinlenen film, “Olaylar özünde gerçektir ve sadece şans eseri burada anlatıldığı gibi gelişmemiştir” cümlesi ile başlıyor ve bu ziyaret nedeni ile kasabalarına gelecek binlerce katoliğe “bir şeyler” satmak ve yoksulluklarını bir nebze olsun azaltabilmek peşindeki halkın trajikomik çabalarını getiriyor karşımıza. Bunu yaparken de özellikle bisikleti ile Uruguy ile Brezilya arasındaki sınırda küçük kaçakçılıklar ile hayatını kazanan ve bu arada zalim gümrük amirinden çekmediği kalmayan Beto ve ailesine odaklanıyor. Beto herkesin aksine bir şeyler satarak değil, gelecek ziyaretçiler için hizmete sokacağı genel tuvalet ile para kazanmanın peşinde. Kasaba halkının satacaklarını üretebilmek için evini ipotek ettirerek bankadan kredi almaya, evini satıp aldığı inekleri kesip satmaya kadar farklı ve acınacak yöntemlere başvurması veya Beto’nun tuvaleti yapmak için gerekli parayı kızının okul parasından aşırmaya veya gümrük amiri için yasadışı işler yapmaya soyunması arasında bir fark yok; yoksul halk bir umudun (ve elbette sahte bir umudun) peşinde koşarken ezilmeye ve sömürülmeye devam ediyor. Filmde yoksul ama yaşama sevinci ile dolu insanlar olarak resmedilen kasaba halkının trajedisi belki bu açıdan biraz zayıf bir şekilde vurgulanıyor gibi ama hem filmin mizahi tonuna uygunluğu hem de yönetmenlerin, Charlone’un görüntü yönetmenliği geçmişinin eseri olan çarpıcı görüntülerinin sayesinde film etkileyiciliğini korumayı başarıyor.

Bir mesaj vermenin değil, daha çok tespit edip göstermenin peşinde olan hikâye aslında tam da bu sayede çağrıştırdığı düşünceler aracılığı ile yoksulun ezeli ve ebedi mağlubiyetini sinemasal yönden de güçlü bir biçimde sergiliyor. Kasaba halkının sondaki hayal kırıklığını görsel yönü çok güçlü bir biçimde karşımıza getiren karelerin her biri muhteşem birer fotoğraf kalitesinde ve bu fotoğrafların “sanatsal güzellikleri” korkulacağının aksine yoksulluğun manzarasını güzelleştirmiyor; aksine bu manzaranın içindeki ebedi kaderi ve bu kadere mahkum insanları hep yaşadıkları ve bundan sonra da yaşayacakları hayatlarının kaçınılmazlığı ile birlikte algılamamızı sağlıyor. Yönetmenlerin birlikte yazdıkları senaryo baş oyuncu Troncoso’nun, abartıya hayli müsait karakterini oldukça yalın ve doğal bir şekilde canlandırması ve diğer tüm ve genellikle tecrübesiz oyuncuların nerede ise kendilerini canlandırır bir doğallık içinde hareket etmeleri sayesinde mizahını da gerçekçi ve güçlü kılıyor. Örneğin erkeklerin kahvesinde geçen tüm sahneler gerçekçilikleri ile ama bir yandan da mizahı ile hayli keyifli. Filmin mizah açısından zirvesi Beto ve ailesinin gelecek ziyaretçilerin tuvaleti kullanımı ile ilgili test yaptığı sahne olsa gerek ama genel olarak film sondaki hayal kırlıklığı kareleri ile zirveye ulaşıyor.

Finaldeki “yeni bir fikrim var” cümlesi ve ailenin ve genel olarak kasabanın dayanışma kareleri, filmin çözüm öneren değil tespit eden ve gösteren yanının örnekleri olurken, hikâye bize bu durumun ebediyen süreceğini de vurgulamış oluyor. Dini duyguların güçlü olduğu bir Latin Amerika ülkesinde kasaba halkının bir dini önderin ziyaretini ticari bir fırsat olarak görmesi ve bundan rahatsız olmamalarının sergilenmesi ise aslında belki de filmin temel dertlerinden birini ortaya koymasını sağlıyor: Yoksulluk her duygunun önüne geçecek kadar acımasız bir durum. Baş karakteri dışındaki diğer karakterlerini yeterince işlememiş olması, din ile yoksulluk arasındaki ilişkiyi (örneğin Papa’nın ziyaretinin neden olduğu umudu ve bunun boşa çıkışını fark etmemesi üzerinden yoksulun herkesin gözünden ve gönlünden ırak oluşunu) açmaması ve belki mizahın trajediyi zaman zaman örtmesi ile eleştirilebilir ama film Latin Amerika’dan kesinlikle etkileyici bir yoksulluk manzarası getiriyor karşımıza ve ilgiyi hak ediyor.

(“Les Toilettes du Pape” – “The Pope’s Toilet” – “Papa’nın Tuvaleti”)

Breakfast at Tiffany’s – Blake Edwards (1961)

“Buradan şu kapıya gitmen tam dört saniye sürer. Ben sana iki saniye veriyorum”

Yazar olmaya çalışan bir adam ve taşındığı apartmanda, üst katında yaşayan garip ve güzel kız arasında gelişen olayların hikâyesi.

Truman Capote’un aynı adlı romanından uyarlanan ve günümüzde farklı özellikleri nedeni ile kimileri için artık bir kült statüsüne de erişmiş olan bir klasik film. Filmi bilmeyenlerin bile Henry Mancini bestesi “Moon River” şarkısı ile aşina olduğu bir çalışma karşımızdaki. Zarafetin kraliçesi Audrey Hepburn, çekicilikte ondan geri kalmayan George Peppard, romanın yazarı Capote ve yönetmen Blake Edwards isimlerinin bir araya gelmesinin sinemaseverler için şu ya da bu nedenle bir çekicilik yaratacağı açık ve bu film de artık “efsane” statüsüne ulaşmış kimi sahneleri, Capote ve senaryoyu yazan George Axelrod imzalı çarpıcı diyalogları ve elbette şarkısı ile kesinlikle bu çekiciliğe sahip. Sinema dili açısından bir farklılıktan söz etmek kesinlikle mümkün değil belki ama film kendisini oluşturan unsurların uyumu ile Hollywood’un o altın çalışmalarının arasında yerini almayı başarmış. Bugünün seyircisi için eskimiş görünen ve pek de önemsiz olmayan pek çok yanına rağmen üstelik.

Sabahın ıssız saatlerinde arabadan inen, şık siyah elbisesi, güneş gözlükleri ve elindeki kahvesi ve çöreği ile Tiffany’s mağazasının vitrinine bakarak kahvaltısını yapan Audrey Hepburn görüntüsü sinemanın unutulmaz sahnelerinden biri ve bu parlak giriş ile açılan bir filme kayıtsız kalınamaz kuşkusuz. Bu sahne Edward’ın hayli başarılı bir şekilde kotardığı ve hikâyenin derdini de çok iyi anlatan bir sahne; Hepburn’ün zarafeti eşliğinde bir “üst sınıfa atlama hırsı” hikâyesi anlatılacağını söylüyor seyircisine. Komedinin kalıpları içinde de olsa aşkın veya sözlerin değil paranın önemli olduğu bir yolun takipçisi Hepburn’ün karakteri ve eğlence gecelerinde eşlik ettiği erkeklerden aldığı parayı biriktirerek kendi yolunu çizmeye çalışıyor. Peppard’ın yazarı ise tek bir kitap bastırabilmiş ama gerisini getirememiş ve o da, Hepburn’ün niyetlerini taşımasa da, ona benzer bir yol seçmek zorunda kalmış ve zengin ve evli bir kadının sevgilisi olmuş. Bu “yırtma” çabasına iki karakterin bakışları farklı olsa da hikâye inandırıcılığını da yitirmeden olması gerektiği gibi sonuçlanıyor.

Capote’un romanından epey ve bir kısmı Hollywood için gayet anlaşılır olan sapmalar da var ve örneğin yazarın romandaki eşcinsel eğilimleri hikâyeden tamamen çıkarılmış. Bir Blake Edwards filminde olduğumuzu hatırlarsak, Hepburn’ün film boyunca giydiği ve artık bir ikon olan siyah küçük elbisesi ve filmin yine bir ikon olan afişindeki gibi uzun çubuğu ile içtiği sigarasının partide bir kadının şapkasını yakması ve yanlışlıkla dökülen içki ile ateşin söndürülmesi gibi esprilerin eklenmesini de normal karşılamak gerek. Romanda İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen hikâyenin 60’lı yılların başına taşınması da aslında radikal bir değişiklik. Kadın karakterin özgür ruhu düşündüldüğünde rahatsız etmeyen bir değişiklik bu ama fimin sonunun romandan tamamen farklı olduğunu da eklemek gerek.

Hepburn’ün kariyerindeki en farklı rollerinden biri canlandırdığı filmde, sanatçının bu zorlu işten yara almadan çıktığı rahatça söylenebilir ama burada, filmin tüm tasarımı içinde adeta birer ikon olmaları için özellikle üzerinde çalışılmış siyah elbiseden güneş gözlüklerine, şarkısından karakterin zarifliğine pek çok unsurun katkısını göz ardı etmemek gerekiyor. Tüm bu unsurları taşıyabilen herhangi bir oyuncunun filmden parlak notlar ile çıkacağı açık. Ayrıca Hepburn’ü sakladığı geçmişindeki asıl kişiliği içinde düşünmek de inanması hayli zor bir dönüşümü işaret ediyor. George Peppard çekiciliğini ustalıkla kullanıyor filmde ama oyunculuk açısından çok da akılda kalıcı bir resim çizmiyor. Filmde Mickey Rooney’nin canlandırdığı Japon komşu karakteri zamanında Hollywood’un Asyalı karakterleri bile Amerikalı oyunculara oynatma küstahlığının bir uzantısı olarak görülmüş ve hayli eleştirilmiş. Buna bir de Rooney’in eğlenceli ama abartılı oyununu ve bu abartıyı iyice göze batar hale getiren şişirilmiş yanakları da eklemek gerek.

Film Tiffanys’deki kahvaltı sahnesi dışında, yine bu mağazadaki alışveriş ile başlayan ve kütüphaneye, oradan da bir oyuncak mağazasına uzanan sahnelerde de hayli başarılı ve tümü ele alındığında sinema dili açısından bir parça eskimiş görünen filmin yine de çekiciliğini korumasını sağlıyorlar. Blake Edwards’ın Hepburn’ü adeta bir masumiyet ve zarafet şahikası olarak resmettiği ve onu bir yatakta tüyler içinde yatarken tepe kamerası ile görüntülediği sahne de unutulmaz anlardan biri. Film bu sahnelerdeki başarısnı tüm zamanına yayamamış ve zaman zaman bir tempo düşüklüğünü veya sıradanlığa yaklaşan bir şekilde bilinenin tekrar edildiğini hissettirmiyor da değil ama işte tüm bu anlarda neyse ki Hepburn’ün varlığı filmi alıp götürmeye yetiyor. Şık, zarif ve çekici bir klasik. Kusurları ne olursa olsun, sinemanın pek çok ikonu ile dolu bu film mutlaka görülmeli.

(“Çılgınlar Kraliçesi”)

How to Murder Your Wife – Richard Quine (1965)

“Otuz sekiz yıldır evliyim. Bir gün pişman olmadım evli olduğuma. Pişman olmadığım o gün… 2 Ağustos 1936 idi. Karım annesini ziyarete gittiği için tüm gün şehir dışında idi”

Bekâr hayatının tadını çıkaran zengin bir New York’lunun sarhoş olduğu bir gece evlendiği İtalyan kadından kurtulma çabasının hikâyesi.

Richard Quine’den Jack Lemmon’ın performansı ve Virna Lisi’nin güzelliği üzerine kurulmuş, epey eğlence vaat eden bir havada başlayan ama gerisini getiremeyen bir komedi. Tipik Amerikan politik doğruculuğunun ve yüzeysel ahlâkçılığının da izlerini taşıyan filmin mizahı, George Axelrod’un nereye gittiği başından belli olan ve sık sık dağılan senaryosundan çok Lemmon’ın ve diğer oyuncuların fiziksel performanslarından ve anlık durumların komikliğinden kaynaklanıyor.

Sıkı bir giriş ile başlıyor film aslında. Terry Thomas’ın canlandırdığı ve zengin ve mutlu bekârımızın uşağı, en yakın dostu ve sırdaşı olan karakterin doğrudan seyirciye (ve sadece erkek seyirciye) hitap ettiği tanıtımı ile başlayan keyifli girişle açılan film, sahip olduğu pek çok potansiyel çekiciliği bırakıp bildik sularda yüzmeye başlayınca ilginçliğini de yitiriyor. “Saten kırlentli” evler ile “fonksiyonel bekâr evleri” üzerinden üretilen mücadelenin hikâyesi, yanına başka temaları da alarak ilerlemiş olsaydı, film çok eğlenceli olabilirmiş oysa ki. Başlıbaşına tek bir konu, uşak ile patronu arasındaki ilişki, hikâyenin odak noktası olsa imiş örneğin, bugün hâlâ keyif ile hatırlanan bir klasik komedi örneği olarak görebilirdik bu filmi. Bu yargımın en temel göstergesi, patronunun evlenmesi ile bütün düzeni bozulan ve kadından kurtulmak için patronunu en uç çözümlere dahi teşvik etmekten kaçınmayan uşağın kendisini “aldatılmış” hissetmekten alamadığı sahnelerin keyifli ve komik anları. Bu “ilişki” bir komedi senaryosu içinde hayli espriler üretebilirmiş ama senaryo bundan özellikle kaçınmış görünüyor. Bunun yerine, tüm hikâye boyunca adamın yaşadığı hayata övgüler dizen ve bu hayatın tüm erkeklerin özlemi olduğunun altını çizen film, Virna Lisi’nin muhteşem güzelliği dışında bir çekicilik ilave etmeden adamı evliliğin yanına kendi isteği ile yerleştiriyor. Patronunun evlendiğini öğrenince ağzından çıkan ilk cümlenin “şimdi bize ne olacak?” olduğu bir uşak herhalde çok daha iyi değerlendirilmeliymiş diye özetlenebilir kaçırılan bu fırsat.

Senaryodaki sarkmalara, gereksiz uzamalara rağmen yine de filmde keyifli birkaç sahne var. Cenaze evi gibi bir ortamda geçen bekârlığa veda partisinin gelinin evlenmekten vazgeçtiğinin duyulması üzerine “Happy Days are Here Again” şarkısı ile zirvesine ulaşan bir çılgın partiye dönüşmesi, yeni evlilerin parti sahnesi, mahkemede bir tanığa dönüşüp kendi özgürlüğünün heyecanına kapılan avukatın evliliğe isyanı veya Lisi’nin suflesinin söndüğü sahne kesinlikle çok keyifli. Yine de filmin asıl mizahı bu sahnelerdenden çok, Lennon’ın partideki sarhoşluğu ve yine onun elindeki çorba tenceresi ile yaşadığı mutfak kazası gibi anlar filmin asıl doruk noktasını oluşturuyor. Lennon’ın bu sahneler başta olmak üzere gerekli katkıyı fazlası ile sağladığı filmde Virna Lisi’den seksi İtalyalı kız olması istenmiş ve o da başta partideki çılgın dans sahnesi olmak üzere bunu yine fazlası ile başarmış. Avukat ve karısı rolündeki Eddie Mayehoff ve Claire Trevor ile uşak rolündeki Terry Thomas da başarılı yan oyunculuklar ile bu ikiliden geri kalmıyorlar.

Baş karakterin öncelikle kendisinin yaşadığı (veya yaşamayı istediği) maceraları gerçek hayatta denemesi ve sonra bunları popüler çizgi romanları ile okuyucularının karşısına getirmesi gibi filme de hayli malzeme sağlayan hayatı senaryonun zeki olduğu anlardan biri ve bu tür anların daha fazla olmaması filmi zayıflatmış. Lemmon’ın uşağı ile gizli buluşmaları bu karakterin filmin finalinden sonra yaşayacağı gerçek hayatın göstergesi aslında ve film mahkemedeki keyifli “bas düğmeye Harold” sahnesinin peşinden gitmeyip sıradanlığa yönelmeyi tercih etmiş ve bu hayatın arkasına takılmış.

(“Karınızı Nasıl Öldürürsünüz”)