Margin Call – J.C. Chandor (2011)

“Eğer doğru yaparsak, çok para kazanırız. Ve eğer yanılırsak, yol kenarına atılıveririz. Kazananların ve kaybedenlerin yüzdeleri eskiden nasılsa şimdi de öyle ve hep öyle kalacak. Bu dünyada mutlu olanların ve mutsuz olanların, şişman kedilerin ve açlıktan ölen köpeklerin yüzdeleri hep aynıydı. Bugün sayımız daha yüksek olabilir ama bu yüzdeler hiç değişmedi”

Ekonomik bir krizin hemen öncesinde bir yatırım şirketinde 24 saat içinde yaşananların hikâyesi.

J. C. Chandor yazıp yönettiği bu ilk uzun metrajlı filminde zengin bir kadro ile sıkı bir hikâye anlatıyor ve kapitalizmin kutsal sektörü olan finansta dönen dolapları, krizlerde her zaman kimin kaybedip kimin kazandığını ve bu krizlerin ekonomik düzenin doğasında var olduğunu süslemelere başvurmadan yalın bir dil ile getiriyor önümüze. Özellikle beyaz yakalı parlak beyinlerin görmesinde mutlak yarar olan bir film karşımızdaki.

Bir beyaz yakalı olarak hayat sürdü iseniz çok tanıdık gelecek bir sahne ile başlıyor film. Masalarında çalışırken göz ucu ile ofise giren ve aralarından birilerini seçip işten çıkarma konuşması yapacak olan insan kaynakları çalışanlarını kollayan beyaz yakalılar geliyor önümüze öncelikle. Genç ve çok parlak beyinleri olan bu çalışanları takip eden kamera, tasarımları ve heybetleri ile göz alan plazaların önünde duruyor ve ellerinde masalarından topladıkları kişisel eşyaların olduğu kolileri taşıyan taze işsizleri resmediyor. Hikâyenin en çarpıcı yanı kapitalizmin gönüllü köleleri olan bu insanların, parlak cümleler ile konuşan, zekâlarını göstermekten keyif alan ve çok ama çok kazanan gençlerin tepkilerini, daha doğrusu tepkisizliklerini başarılı bir biçimde sergilemesi; ne finalde terfi eden ne de işsiz kalan genç tüm o zeki filozof sözlerini düzeni eleştirmek için sarfediyorlar. Onlar sadece düzenin “gerçeğini” bir kez daha tespit ediyorlar ve buna göre kendilerini konumlandırmaları gerektiğini tekrar teyit ediyorlar. Bir üretimleri olmayan, sadece kağıt üzerindeki varlıkları alıp satan bu insanların toplumun en yaratıcı ve zeki insanları olduklarını çekincesizce vurgulaması da hikâyenin bir diğer artısı. Bu gençlerin çoğu mühendislik okumuş ve bilim adamı olarak veya benzer bir profil ile kamunun yararı için çalışmak yerine garip isimli ve matematiksel formüllere, modellere dayalı tuhaf yeni finansal ürünleri tasarlamak ve satmak/almak peşinde geçiriyorlar hayatlarını. Yılda yüzbinlerce, terfi ettiklerinde milyon dolarlara varan kazançları ile ayrıcalıklı, keyifli bir hayat sürüyorlar elbette. İşten çıkarılan bir yöneticinin inşaat mühendisi olarak çalıştığı dönemde inşa ettiği köprü ile insanların hayatını nasıl zenginleştirdiğini özlemle anması veya krizi ilk keşfeden yatırım şirketi çalışanı gencin aslında MIT mezunu bir mühendis olması gibi vicdan sahibi yürekleri etkileyebilecek çarpıcı örnekler var filmde.

J. C. Chandor film boyunca, tüm finansal dolapların döndüğü (finalde şirket çalışanlarının birkaç saat içinde değerini yitirecek şirket varlıklarını kişisel dostluklarını da kullanarak diğer şirketlere satması ve kaba tabiri ile dostlarını kazıklamaları ve bu arada halkın hiç ama hiç önem taşımaması gibi) gökdelenleri çarpıcı soğuklukları ile karşımıza getirirken tüm oyuncu kadrosundan tam bir takım oyunu alıyor. Kevin Spacey, Jeremy Irons, Paul Bettany ve Stanley Tucci gibi ünlü isimler veya Zachary Quinto ve Penn Badgley gibi genç oyuncular tam bir tiyatro ekibi havasında sürekli üst düzeyde bir konsantrasyon ile kamera önünde yerlerini alıyorlar.

Dünyaya tepeden bakan kulelerinde milyonlarca insanın kaderini etkileyecek şekilde sayılar ile oynayan ve kendileri gerçek anlamda hiç kaybetmeyen bu insanların derinlere ittikleri vicdanlarını ancak ölen köpekleri üzerinden rahatlattıklarını gösteren ve Spacey’nin döktürdüğü final sahnesi ile de dikkat çeken filmin senaryosu krizin keşfinden sonra gelişen olayları gerilimi adım adım artırarak ve her bir adımda hikâyeye kattığı hiyerarşide daha üstteki bir karakter aracılığı ile bu düzendeki herkesin bir başkasının piyonu olduğunu sinemasal bir keyfi ihmal etmeden anlatmayı başarıyor. Kısıtlı sayıda mekanlarda geçmesine rağmen Chandor görüntü yönetmeni Frank G. DeMarco’nun plazaların soğukluğunu aktarmayı başaran karelerini de başarı ile kullanarak sinemasal çekiciliği de elde etmeyi beceriyor.

İki beyaz yakalı yöneticinin asansördeki tartışmaları sırasında “anlamadığı bir dilde” konuşan bu insanlar yokmuş gibi davranan ve sabit bir şekilde asansörün kapısına bakan temizlikçi kadının görüntüsü gibi unutulmaz anları da olan film Demi Moore’un bile iyi oynadığı bir çalışma olarak bile ilgiyi hak ediyor aslında. Kimi diyalogların biraz fazla tiyatrovari olması, senaryonun krize neden olan durumun açıklamasını karmaşıklığı nedeni ile yeterince aktaramaması ve iki genç beyaz yakalının gece kulübündeki sahnesi gibi filme mekansal bir ferahlık kazandırmak amacı ile eklenmiş gibi görünen gereksiz sahneleri barındırması gibi sorunları olsa da bu sadece para konuşan insanların filmi üzerinde sonradan da düşünmeyi hak eden başarılı bir çalışma. Milyonlarca insanın canını yakacak bir kriz sırasında birisi ölen köpeği ile diğeri gazetedeki bulmacası ile meşgul olarak vicdanlarını susturan insanların bu filmi kesinlikle görülmeli.

(“Oyunun Sonu”)

Una Vita Tranquilla – Claudio Cupellini (2010)

“Kimseye güvenme, çok çalış, dışarı zorunlu olmadıkça çıkma, bir hayalet gibi yaşa”

Eskiden mafyaya bulaşmış bir İtalyan katilin Almanya’da on beş yıldır sürdürdüğü gizli ve sakin hayatının tehlikeye girmesi üzerine yaşadıklarının hikâyesi.

İtalyan yönetmen Claudio Cupellini’nin bu ikinci sinema filmi zaman zaman küçük bir hikâye tadını veren keyifli bir çalışma. Baş oyuncusu ve İtalyan sinemasının usta ismi Toni Servillo’nun yine yüksek bir performans sergilediği film, geçmişten kaç(ama)ma ile ilgili düşük tonda da olsa gerilim içeren hikâyesi ile bir anti kahramanı getiriyor karşımıza.

Geçmişinde onlarca cinayet olan bir adamın “huzurlu” bir hayat için ailesini terkedip kaçtığı Almanya’da yeni bir kimlikle ve restoran sahibi olarak kurduğu düzen yeni bir Alman eş ve yeni bir çocuk ile de süslenmiş olarak sakin bir şekilde yolunda gidiyor. Kendisini ziyarete gelen iki İtalyan gencin hayatına girmesi ile bu düzenin birden bire bozulması, daha doğrusu bozulma riski taşıması olayların da başlangıcı oluyor. Adamın işlemek zorunda kaldığı yeni cinayet ile tamamlanan filmin yaklaşık üçte ikilik bölümü yukarıda bahsettiğim küçük ve sıkı bir hikâye tanımını doğrulayan anların tümünü içeriyor. Bu cinayetten sonraki bölüm ise kendi içinde farklı bir başarıyı sürdürüyor olsa da ve bir anti kahramanın kaçışının asla son bul(a)mayacağını anlatmak için gerekli olsa da, hikâyeyi bir parça uzatmış gibi görünüyor. Katilin içindeki ruhun asla ölmeyeceğini gösteren hikâyenin başı sonu belli olan örneklerden olması filmin en büyük artılarından biri aslında. Kimi karakterleri, örneğin adamın Alman eşini yeterince işleyememiş olsa da veya restorandaki Alman garson kızla ilgili kimi gelişmeler biraz hızlı ve ikna etmeyen bir şekilde gerçekleşse de hikâye temel olarak ilgiyi canlı tutacak bir düzeyde seyrediyor.

Paolo Sorrentino’nun çarpıcı filmi “Il Divo” örneğinde olduğu gibi kariyerinde birbirinden onca farklı tüm karakterleri aynı başarı ile canlandırabilen Toni Servillo’nun akşam yemeği masasındaki yüz ifadeleri ve vücut dili başta olmak üzere, onun oyunculuğundan çok yararlanan bir film karşımızdaki. Geçmişten kaçılamaz temalı bu hikâyeyi gerçekçi ve cazip kılan en önemli unsurlardan biri onun performansı ve Servillo bunu çoğunlukla düşük tonda bir oyunculuk sergilemesine rağmen başarıyor. Kimi anlarında kara filmleri de çağrıştıran eserde Servillo geride bıraktığını düşündüğü ile yüzleşmek zorunda kalan adamı keyifli bir biçimde canlandırıyor özet olarak.

Gergely Pohárnok’un yansımaları iyi yakalayan görüntülerinin de görsel güç kattığı filmin baş karakteri bana zaman zaman bir başka anti kahramanı, Patricia Highsmith’in Ripley karakterini çağrıştırdı; gizemli bir geçmiş, yalanlar üzerine kurulu bir hayat ve sürekli bir risk altındaki “huzurlu” bir hayat gibi öğeler bu karaktere tıpkı Ripley gibi tuhaf bir çekicilik katıyor. Yönetmen Claudio Cupellini’nin Filippo Gravino ve Guido Iuculano ile birlikte yazdığı senaryo gerilimini yavaş yavaş artırarak seyirciyi elinde tutmayı başarıyor ama bazı anlarında, örneğin iki İtalyan gencin iş için geldikleri kasabanın baş karakterimizin de yaşadığı yer olması gibi tercihlerinde tesadüfe fazlası ile sığınıyor açıkçası. Yine de bunu görmezden gelmek, başta Servillo olmak üzere, iki İtalyan genci canlandıran Marco D’Amore ve Francesco Di Leva’nın da katkıda bulunduğu oyunculukların tadını çıkarmak ve işte o küçük ve sıkı hikâyelerden birine tanık olmak için görülmesi gerekli filmlerden biri. Servillo’nun döktürdüğü mutfaktaki akiam yemeği ve hemn sonrasından yaşananlar yönetmen Cupellini’nin mizansen ustalığını gösterdiği hayli çekici bir bölüm ve özellikle dikkatle seyredilmeli.

(“A Quiet Life” – “Huzurlu Hayat”)

The World of Henry Orient – George Roy Hill (1964)

“Bu onun bana hiç yazmadığı ilk aşk mektubu”

On dört yaşındaki iki kız, onlardan birinin aşık olduğu garip bir piyanist ve gelişen komik olayların hikâyesi.

Amerikan sinemasının televizyon ve sahne kökenli yönetmenlerinden ve daha sonraki yıllarda art arda çekeceği “The Sting”, “Slaughterhouse-Five” ve “Butch Cassidy and the Sundance Kid” filmleri ile hayli başarılı bir seyir çizen yönetmen George Roy Hill’in ilk dönem filmlerinden biri. Peter Sellers’ın varlığına rağmen asıl olarak iki genç kızın filmi olan çalışma ilk yarısında bir Walt Disney aile filmine yakın dursa da ve ikinci yarısında da gençlik filmi olmakla bir Sellers filmi olmak arasında kalmış görünse de özellikle ikinci yarısında eğlendirmeyi başaran, hafif ve keyifli bir film.

Oyunculuk kariyerleri çok kısa süren iki genç oyuncu, Merrie Spaeth ve Tippy Walker’ın sürükledikleri ve 1964 yılında Amerika’nın resmi seçimi olarak Cannes ‘da Altın Palmiye için yarışan film Cannes’ın bugün çağrıştırdığı sinemasal biçim ve içerikten uzak ve genel olarak Hollywood kalıpları içinde hareket eden bir eser. Başlangıçta Walt Disney’in aile filmlerini fazlası ile çağrıştıran film hem kazandığı tempo hem de Sellers’ın katkısı ile ivmeleniyor ve daha eğlendirici ve kayda değer bir hal alıyor. Nora Johnson’ın kendi romanından yola çıkarak babası ve ünlü senarist/yönetmen Nunnally Johnson ile birlikte yazdığı senaryo, hikâye kurgusu olarak yeterince sürükleyici ve ilgi çekici olmakla birlikte, Sellers karakteri ve aslında Sellers’ın kendisi filme hem ciddi bir katkıda bulunuyor hem de filmin odağını saptırıyor biraz. Senaryo Sellers’a pek de yardımcı değil aslında; iki genç kız yüzünden aşık olduğu evli kadınla bir türlü birlikte olamaması dışında senaryo kendisine yeterince mizah malzemesi sağlamıyor çünkü. Filmin en komik anlarından biri olan sahnede evine gelen kadını baştan çıkarmaya çalışan Sellers’ın oyunculuğu komediyi asıl yaratan ve sanatçının benzer şekilde film boyunca iki farklı aksanla konuşması gibi tercihler de yine onun kişisel şovu örneğin. Sellers’ın piyanist karakterinin soyadı Orient ve bu kelime hikâyedeki kimi doğulu öğelerin de açıklayıcısı oluyor. İki kızın taktıkları Çin usulü hasır şapkalar veya Doğu geleneklerini çağrıştıran tütsüler hikâyenin bu kelime oyununun bazı örnekleri.

Üç yıl sonra, 1967’de müzikal olarak yine George Roy Hill tarafından sahneye de uyarlanan film iki genç kızın büyüme ve ilk aşk hikâyesini anlatırken yeni pek bir şey söylemiyor ama 60’ların özgür ruhundan soluk da olsa bazı esintiler taşımıyor değil. Bu iki baş karakterin tüm dış sahnelerindeki dinamizmleri ve zaman zaman yavaşlatılmış çekimlerle görüntülenen atlayıp zıplama ve uçma kareleri ve kızlardan birisinin annesinin ve onun gibi boşanmış bir kadın arkadaşın aynı evde mutlu bir hayat sürmelerinin gösterilmesi (herhangi bir cinsel iması yok filmin bu konuda kesinlikle ama erkeksiz bir mutlu ve sıradan ailenin sergilenmesi dönemin Hollywood’u için yeterince radikal) filme bir uçarılık katıyor. Filmin John Barrymore’dan Gregory Peck’e sinemaya yaptığı kimi göndermelerde romanın yazarı Nora Johnson’ın babasından dolayı sinema dünyasının içinde büyümesinin de katkısı olsa gerek.

Ünlü film müzikçisi Elmer Bernstein’ın filmin komedi, hayaller ve kalp kırıklığı atmosferine uygun havasını destekleyen ama bugünün sinema anlayışına göre biraz yoğun kullanılmış gibi duran müziği hikâyenin rahat akmasını sağlayan başarılı bir çalışma olarak dikkat çekiyor. Bu müzik eşliğinde anlatılan hikâye on dört yaşlarındaki ve hayal güçleri hayli gelişmiş iki genç kızın büyümesi sırasında yaşanan sorunları gereğinden yumuşak bir hikâye ile anlatıyor gibi görünebilir ama sonuçta karşımızdaki komedisi ağır basan bir dram. Kızlardan birinin annesi rolündeki Angela Lansbury’nin sağlam oyunu ile karşımıza getirdiği duygusuz anne rolü ile de ilginç olan film, davranışları asıl tehlikeli olanların genç kızlar değil yetişkinler olduğunu vurgulamasıyala da ilgi toplayabilir. Rolü kızların rollerinin yanında ikinci planda kalmış gibi görünse de Peter Sellers’ın varlığı da başlı başına yeterli olabilir kimileri için; avantgart piyano konçertosunu orkestra ile birlikte çaldığı sahne örneğin, kesinlikle eğlendirecektir. Sellers’ın karakterinin ve yarattığı mizahın filmin asıl karakterleri ve hikâyesi ile yeterince kaynaşmaması ise ayrı bir konu ve filmin zayıflığı elbette.

(“Henry Orient’in Dünyası”)