Alaska – Claudio Cupellini (2015)

“Beni ziyaret etmeyeceğini biliyorum ama yarın sabah uyandığımda adımı anons etmelerini ve bana çikolata getiren bir kadının beni beklediğini duymak istiyorum”

İki yalnız insanın, garsonluk yapan bir İtalyan adam ile model olmaya çalışan bir Fransız kadının Paris’te tesadüfen karşılaşmaları ile başlayan aşklarının hikâyesi.

Claudio Cupellini’nin yönettiği ve senaryosunu Filippo Gravino ve Guido Iuculano ile birlikte yazdığı, İtalya ve Fransa ortak yapımı bir film. Biri lüks bir otelde garsonluk yapan, diğeri modellik için seçmelere katılan iki kişinin tesadüfen başlayan ve araya kazaların, cezaevinin, ihanetin, kavgaların ve hatta bir cinayetin girdiği ilişkilerini tüm bu olayların korkutacağı şekilde abartılı bir melodram olarak değil, sakin bir dil ile anlatmayı başaran film iki başrol oyuncusunun performanlarından da sıkı bir destek alarak kendisini ilgi ile izletiyor. Buna karşılık, hikâye bir film süresi için fazlası ile dolu olduğu ve bu da bir süre sonra sanki birkaç bölümlük bir dizi filmin özetlenmiş halini seyrettiğiniz duygusunu yarattığı için yeterince güçlü bir çalışma değil karşımızdaki. Daha yalın bir hikâye ile çok daha farklı noktalara gidebilirmiş film açıkçası; yine de karşılıklı hatalar ile ilerleyen ve hatta güçlenen bir aşkın hikâyesi olarak ilgiyi hak ediyor.

İtalyan oyuncu Elio Germano ve Fransız-İspanyol oyuncu Astrid Bergés-Frisbey’in canlandırdığı, tutkuları olan iki karakterin aşklarının hikâye boyunca aşmak zorunda kaldıkları engeller o kadar çok ve sürekli ki nerede ise bir epik aşk hikâyesi anlatmaya soyunmuş Cupellini diye düşünüyorsunuz. Filmin zayıf noktası da tam burası: O kadar çok şey olup bitiyor ki tıpkı aşklarının nasıl bu derece tutkulu bir hale büründüğünü anlamanız zor olduğu gibi bunca zorluğu aşacak kadar nasıl güçlü kalabildiğine de pek ikna edemiyor sizi film. Senaryonun bu ikna edicilik problemi karakterlerin kimi tercihlerinde de gösteriyor kendisini. Ne para çalma ne de ihanet anları örneğin içinize sinecek bir ikna ediciliğe sahip; karakterlerin hikâye boyunca rollerini değişip durmaları (para, suç, özgürlük ve tutku gibi pek çok alanda sürekli değişiyor roller) filmin etkisini azaltıyor kesinlikle. Germano ve Bergés-Frisbey’in, dengesiz çizilmiş olmalarına rağmen karakterlerini yetkin bir şekilde oynayabilmelerini ve gerekçesine çok ikna olamasanız da geçirdikleri tüm dugusal dönüşümlere kayıtsız kalmanıza izin vermeyecek bir performans sergilemelerini yürekten takdir etmek gerekiyor tam da bu nedenle. Germano’nun hassasiyeti ve öfkeyi aynı anda barındıran karakterini ona çok yakışan bir dinamizm içinde oynaması ve Bergés-Frisbey’in kadını hem zarif hem güçlü gösterebilen performansı filmin en büyük kozunun oyunculukları olmasını sağlıyor.

Romantik drama olarak adlandırabileceğimiz türü içinde karakterlerinin başına birden fazla klasik trajediye yakışacak kadar çok şey gelen filmin senaryosunun zaman zaman toparlanamamış bir havası olmasında ve özellikle finale doğru tanık olduğumuz gelişmeler ile yoldan çıkmasında payı olan Cupellini, buradaki hatasını yönetmenliği ile örtüyor neyse ki. İki baş oyuncusundan da aldığı destekle, hikâyesini deyim yerinde ise su gibi akıtıyor ve seyircinin karakterleri tüm zayıflıklarına rağmen benimsemesini sağlıyor. Pasquale Catalano’nun imzasını taşıyan ve tıpkı hikâye gibi bir parça fazla gelgiti olsa da kesinlikle etkileyici olan müziği ve Gergely Pohárnok’un özellikle iç mekan çekimlerindeki başarısı ile kendisini gösteren görüntü çalışmasından da güç alan yönetmen Cupellini, kusurlarına rağmen filmini ilgi çekici kılabilmiş seyirci için. Kaoslar içinde geçen bir romantik hikâye anlatabilmek ve kimi ikna edicilik problemlerine rağmen bu romantizmin iki tarafını da çekici kılabilmek hiç kolay bir iş değil ama bunu kesinlikle başarmış Cupellini. İşte onun bu başarısı ve çarpıcı performanslar gösteren iki oyuncusu için görülmeyi hak eden bir çalışma bu.

Una Vita Tranquilla – Claudio Cupellini (2010)

“Kimseye güvenme, çok çalış, dışarı zorunlu olmadıkça çıkma, bir hayalet gibi yaşa”

Eskiden mafyaya bulaşmış bir İtalyan katilin Almanya’da on beş yıldır sürdürdüğü gizli ve sakin hayatının tehlikeye girmesi üzerine yaşadıklarının hikâyesi.

İtalyan yönetmen Claudio Cupellini’nin bu ikinci sinema filmi zaman zaman küçük bir hikâye tadını veren keyifli bir çalışma. Baş oyuncusu ve İtalyan sinemasının usta ismi Toni Servillo’nun yine yüksek bir performans sergilediği film, geçmişten kaç(ama)ma ile ilgili düşük tonda da olsa gerilim içeren hikâyesi ile bir anti kahramanı getiriyor karşımıza.

Geçmişinde onlarca cinayet olan bir adamın “huzurlu” bir hayat için ailesini terkedip kaçtığı Almanya’da yeni bir kimlikle ve restoran sahibi olarak kurduğu düzen yeni bir Alman eş ve yeni bir çocuk ile de süslenmiş olarak sakin bir şekilde yolunda gidiyor. Kendisini ziyarete gelen iki İtalyan gencin hayatına girmesi ile bu düzenin birden bire bozulması, daha doğrusu bozulma riski taşıması olayların da başlangıcı oluyor. Adamın işlemek zorunda kaldığı yeni cinayet ile tamamlanan filmin yaklaşık üçte ikilik bölümü yukarıda bahsettiğim küçük ve sıkı bir hikâye tanımını doğrulayan anların tümünü içeriyor. Bu cinayetten sonraki bölüm ise kendi içinde farklı bir başarıyı sürdürüyor olsa da ve bir anti kahramanın kaçışının asla son bul(a)mayacağını anlatmak için gerekli olsa da, hikâyeyi bir parça uzatmış gibi görünüyor. Katilin içindeki ruhun asla ölmeyeceğini gösteren hikâyenin başı sonu belli olan örneklerden olması filmin en büyük artılarından biri aslında. Kimi karakterleri, örneğin adamın Alman eşini yeterince işleyememiş olsa da veya restorandaki Alman garson kızla ilgili kimi gelişmeler biraz hızlı ve ikna etmeyen bir şekilde gerçekleşse de hikâye temel olarak ilgiyi canlı tutacak bir düzeyde seyrediyor.

Paolo Sorrentino’nun çarpıcı filmi “Il Divo” örneğinde olduğu gibi kariyerinde birbirinden onca farklı tüm karakterleri aynı başarı ile canlandırabilen Toni Servillo’nun akşam yemeği masasındaki yüz ifadeleri ve vücut dili başta olmak üzere, onun oyunculuğundan çok yararlanan bir film karşımızdaki. Geçmişten kaçılamaz temalı bu hikâyeyi gerçekçi ve cazip kılan en önemli unsurlardan biri onun performansı ve Servillo bunu çoğunlukla düşük tonda bir oyunculuk sergilemesine rağmen başarıyor. Kimi anlarında kara filmleri de çağrıştıran eserde Servillo geride bıraktığını düşündüğü ile yüzleşmek zorunda kalan adamı keyifli bir biçimde canlandırıyor özet olarak.

Gergely Pohárnok’un yansımaları iyi yakalayan görüntülerinin de görsel güç kattığı filmin baş karakteri bana zaman zaman bir başka anti kahramanı, Patricia Highsmith’in Ripley karakterini çağrıştırdı; gizemli bir geçmiş, yalanlar üzerine kurulu bir hayat ve sürekli bir risk altındaki “huzurlu” bir hayat gibi öğeler bu karaktere tıpkı Ripley gibi tuhaf bir çekicilik katıyor. Yönetmen Claudio Cupellini’nin Filippo Gravino ve Guido Iuculano ile birlikte yazdığı senaryo gerilimini yavaş yavaş artırarak seyirciyi elinde tutmayı başarıyor ama bazı anlarında, örneğin iki İtalyan gencin iş için geldikleri kasabanın baş karakterimizin de yaşadığı yer olması gibi tercihlerinde tesadüfe fazlası ile sığınıyor açıkçası. Yine de bunu görmezden gelmek, başta Servillo olmak üzere, iki İtalyan genci canlandıran Marco D’Amore ve Francesco Di Leva’nın da katkıda bulunduğu oyunculukların tadını çıkarmak ve işte o küçük ve sıkı hikâyelerden birine tanık olmak için görülmesi gerekli filmlerden biri. Servillo’nun döktürdüğü mutfaktaki akiam yemeği ve hemn sonrasından yaşananlar yönetmen Cupellini’nin mizansen ustalığını gösterdiği hayli çekici bir bölüm ve özellikle dikkatle seyredilmeli.

(“A Quiet Life” – “Huzurlu Hayat”)