Arthur – Steve Gordon (1981)

“Kızlar neden kötü evlilik yapıyor biliyor musun? Çok fazla kız ve çok az prens var”

Çok zengin bir ailenin tek oğlu ve mirasçısı olan bir playboy’un babasının kendisini zengin bir kız ile evlenmeye zorlaması ile yaşananların hikâyesi.

Amerikalı yönetmen Steve Gordon’un ilk ve tek sinema filmi. Bu filmin gösterime girmesinden 1 yıl sonra henüz 43 yaşındayken ölen Steve Gordon’un çalışması bugün 1980’lerin komedi klasiklerinden biri olarak hatırlanan ve daha çok iki oyuncusunun (kahramanımızı canlandıran Dudley Moore ve uşağını oynayan John Gielgud) performansları ile ayakta kalan bir film. Liza Minelli ise senaryonun kendisine fırsat tanımaması nedeni ile pek kendisini gösteremiyor bu 1930’ların screwball diye adlandırılan komedilerini hatırlatan filmde.

2011 yılında başarısız bir tekrar çevrimi yapılan film zenginlik içinde yetişmiş ve hayatını tam bir playboy olarak geçiren kahramanımızın sevmediği zengin bir kızla evlenmeye zorlanırken yoksul bir kıza aşık olmasını ve bu arada ilk kez çalışmak, başkasının sorumluluğunu üstlenmek ve kendisinden başkasını düşünmek gibi kavramlarla tanışmasını anlatıyor. Elbette tüm bunlar Hollywood kalıpları içinde geliyor karşımıza. Finalde kahramanımızın yaptığı seçim son bir komedi öğesi olarak sunuluyor ama asıl olarak Amerikan sinemasının asla “servet düşmanlığı” yapmayacağının da bir başka örneği oluyor. Tam bir çocuk ruhlu olan kahramanımızın Liza Minelli tarafından canlandırılan karaktere neden veya daha doğrusu hangi özelliklerinden dolayı aşık olduğunu seyirciye ikna edici biçimde anlatamayan senaryo, elle tutulur bir hikâyeden çok Moore ve Gielgud’ın oyunlarına ve özellikle filmin de en ele gelir yanı olan onlar arasındaki ilişkiye ağırlık vermeyi tercih etmiş. Bu ikili arasındaki ilişki (baba-oğul, sahip-uşak veya iki yakın arkadaş) özellikle Gielgud’ın oyunu ile filmin en eğlenceli anlarına kaynaklık ediyor. Yine de uşak karakteri ve özellikle de kahramanımızın büyük annesi oldukça klişe bir şekilde çizilmiş hikâyede. Filmin bu kusuru aslında hemen tüm yan karakterlerde kendisini gösteriyor. Öyle ki bu karakterleri canlandıran oyuncuların tamamı oldukça vasat ve abartılı bir performans sergilemiş görünüyorlar senaryonun bu probleminden dolayı.

Kilisede geçen ve kahramanımızın evlenmek üzere olduğu kızın babasının öfke ile bir bıçağı ele geçirdiği sahne filmin genel komedi havasının dışına çıkan ama öte yandan da keşke film vasat sularda seyretmeyi bırakıp bu tür anlara daha çok ağırlık verseymiş dedirten bir bölüm. Film bunun yerine hemen tamamı Moore’un veya Gielgud’ın ağzından çıkan sözlere ve bu ikili arasındaki sözlü esprilere dayanmayı tercih ediyor. Filmin eleştirilecek bir diğer yanı ise “politik” tutumu; hikâye zenginlik ve yoksulluğa gayet Amerikalı bir yaklaşım içinde sürekli olarak. Kahramanımızın özellikle filmin ilk yarısındaki patavatasızlıklarına insanların katlanmasını onun zenginliğine veren film bunu bir eleştiri hatta komedi konusu bile yapmayıp nerede ise doğal gösteriyor bu durumu. Kaldı ki finaldeki seçim de bu doğal bulunan yaklaşımın sonucu. Amerikan ana akım sinemasının hikâyelerini anlatırken yoksul kesimden ısrarla kaçınması ve onları sadece zenginlerle ilişkileri üzerinden ve zenginlerin dertlerine odaklanarak gündeme getirmesinin tipik örneklerinden biri olan film oyunculukları ve kimi eprileri ile ilgi toplayabilir yine de.

Kurteist Fólk – Olaf de Fleur Johannesson (2011)

“Başkentteki domuzların mezbahayı elimizden almayacağına söz ver”

Hayatındaki her şey kötü giden bir adamın küçük bir kasabaki terkedilmiş bir mezbahayı yeniden çalışır hale getirmeye çabalamasının hikâyesi.

Olaf de Fleur Johannesson’dan İzlanda yapımı bir küçük komedi. Esprilerden çok kahramanının içine düştüğü trajikomik durumun üzerinden ilerleyen film sürekli küçük bir gülümseme ile kendisini izleten ama karakterlerinin yeterince derinlikli işlenememesi ve sürprizlerinin azlığı nedeni ile zaman zaman vasata da kayan bir çalışma.

İzlandalı yönetmen Olaf de Fleur Johannesson’un senaryosunu Hrafnkell Stefansson ile birlikte yazdığı hikâyede kahramanımız önce karısının kendisini üstelik kendi iş arkadaşı ile aldattığını öğreniyor, arkasından da işini kaybediyor. Ölüm döşeğindeki babasının son isteği olan eski mezbahanın yeniden çalışır hale getirilmesini bir fırsat olarak görse de burada da başına gelmeyen kalmıyor. Küçük kasabanın biraz tek boyutlu olarak çizilmiş karakterleri hem özel hem iş hayatlarında sürekli oyun peşinde olan ve kasabadaki herkesin birbirini tanıması nedeni ile tüm çatışmaların oldukça eğlenceli ve girift bir hal aldığı hayatlar yaşayan insanlar. Sürekli aşk peşinde olan ve o anda kimi güçlü görüyorsa ona aşık olan kadın, yozlaşmanın her türüne bulaşmış olan politikacılar veya her fırsatta eşini aldatan adam gibi karakterler filme eğlence katıyor kuşkusuz ama sonuçta filmin bir bütün olarak yeterince eğlendirici olmasını sağlayamıyorlar. Yine de kasaba meclisinin toplantısı gibi, benzer toplantılara giren herkesin hayli keyif alacağı sahnelerin veya aslında mühendis olan kahramanımızın yaptıkları iş hakkında hiçbir fikrinin olmadığı yerel çiftçilere derdini anlatmayı ve mezbaha için para toplamayı denediği anların seyirciyi eğlendireceği rahatça söylenebilir.

Kahramanımızı canlandıran Stefán Karl Stefánsson karakterinin yıkılmışlığını ve hikaye boyunca yaşadığı şaşkınlığı başarılı bir oyunculukla getiriyor karşımıza ve filmin alçak gönüllü havasına gayet uygun bir biçimde ekonomik bir oyunculukla hem acı ve korkularını hem de keyifli anlarını akıllıca hissettiriyor seyircisine. Evet Stefánsson bunu hissettiriyor ama filmin atmosferi de bu kadar ekonomik olunca ve komikliği seyircinin hikâyenin içinden kendisinin alıp çıkarmasını bekleyince, film yeteri kadar çarpıcı olamıyor ve kısa süresine rağmen havasını da yitiriyor. Yine de sonlardaki politikacının peşinden koşma sahnesindeki gibi keyifli anları ve küçük bir kasabadaki insanların tüm bir insanlığın adeta mikrokozmosu gibi her türlü küçük oyunların peşinde düştüğü halleri göstermesi ile ilgiyi hak ediyor.

(“Polite People” – “Kibar İnsanlar”)

Tepedeki Ev – Cesare Pavese

Tezer Özlü olağanüstü karanlık ve güzel “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adlı kitabında üç yazarın ayak izlerini takip eder. Bu yazarlardan biri de kırk iki yaşında intihar eden İtalyan Cesare Pavese. Onun 1949 tarihli bu kitabı İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, Mussoli’nin devrildiği ama Almanlar’ın kısa bir süre için de olsa Kuzey İtalya’da hâkimiyeti ele geçirdiği ve iç savaşın yaşandığı günlerde Torino’da geçiyor. Pavese’nin en karanlık örneklerinden biri olmasa da roman, kahramanı olan öğretmenin bir taraftan etrafındaki savaştan kaçmaya çalışmasını, öte yandan da tüm yaşananları insanlığı sorgulamak için referans olarak kullanmasını anlatıyor. Onun günümüzde sık sık tekrarlanan şu sözleri de kitabın son cümleleri : “…Biliyorum ki, savaş günün birinde biterse herkes şöyle soracak: “Peki, ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?…”

Pavese ilk kez 1942 tarihli “Aile” adlı hikâyesinde yer verdiği kahramanlarını tekrar kullandığı bu kitabında, diğer eserlerinde de sıkça görüldüğü gibi bir yandan insanlarla ilişki kurmak isterken diğer yandan onları bir şekilde kendisinden uzaklaştırmayı tercih eden bir karakterin ağzından anlatıyor hikâyesini ve umutsuzluğun kol gezdiği günleri hiçbir süslemeye başvurmadan çarpıcı olmayı başararak sergiliyor. Yalnızlığın, karanlığın ve insana dair umutsuzluğun bu basit ama etkileyici hikâyesi kesinlikle okunmalı.

(“La Casa in Collina”)

Jess + Moss – Clay Jeter (2011)

“Komik; bir şeyi her gün gördüğünde o kadar yavaş değişiyor ki… ama yine de değişiyor. Her şey daha kötüye gidiyor”

Biri annesi tarafından terk edilen, diğeri çok küçükken ebeveynlerini araba kazasında kaybetmiş bir genç kız ve bir erkek çocuğun arkadaşlıklarının hikâyesi.

ABD’li yönetmen Clay Jeter’in ilk uzun metrajlı filmi. Hemen tamamen sadece iki genç oyuncusunun görüntüye geldiği ve bu iki karakterin yaz tatilindeki aylak günlerini karşımıza getiren film kahramanlarının gençliğinin uçarılığını yansıtan bir havaya sahip olsa da nerede ise elle tutulur bir hüzün de içeriyor. “Olmayan” hikâyesi, parçalı anlatımı ve sıradan ama can alıcı görünebilecek diyalogları ile ortalama seyircinin pek ısınamayacağı bir film kesinlikle ama şiirsel havası, sıcak yaz günlerinin aylaklığını ve hatırlanmaya çalışılan/unutul(a)mayan geçmişin trajedisini sergilemesi ile bu film özellikle bağımsız sinemadan hoşlananların keyif alacağı bir çalışma.

Biri çocuk, biri genç iki insanın kahramanı olduğu bir hikâyenin finali dışında geleceğe veya bugüne değil nerede ise sadece geçmişe odaklı bir içeriği olması başlıbaşına hayli ilginç. Teyplerde çalınan ve gidenlerden geride kalmış ses kasetleri geçmişin izlerini bugüne taşıyor sürekli olarak hikâye boyunca. Ortalama bir sinema filminde büyük sözlerin, tavsiyelerin veya itirafların yer alacağı bu kasetlerde burada sadece sıradan hatta ne söyleyeceğini tam bilemeyen bir insanın öylesine ağzından çıkmış sözler var. Çocuğun sürekli dinlediği ve “mega hafıza” adındaki kişisel gelişim yönteminin ses kasetleri ise onun hatırlayamayacağı kadar küçük olduğu geçmişten bir takım anları hatırlamaya veya yeniden yaratmaya çalışmasının, bir başka deyişle geçmişi inşa etmeyi denemesinin aracı oluyor. Sadece ses kayıtları değil geçmişi bu karakterlerin bugününe taşıyan. İç ve dış bölümleri oldukça etkileyici bir biçimde tasarlanmış terkedilmiş ev veya her tarafı yosun tutmuş kuyu gibi öğeler kahramanlarımızın hayatlarını sürekli geçmiş üzerinden üretmelerine aracılık ediyor. Özetle iki çocuğu/genci anlatan bir filmin nerede ise nostaljik bir biçim ve içeriğe sahip olması filmin etkileyici olmasını sağlıyor.

İki karakterin arasındaki dostluğun, çatışmaların, küsmelerin vs. akıl dolu görüntüler eşliğinde sergilendiği film başta Debbie Reynolds’ın seslendirdiği ve sık sık tekrarlanan “Tammy’s in Love” olmak üzere şarkılarından ve Will Basanta’nın (yönetmenin kendisi de kimi sahnelerin görüntü yönetmenliğini üstlenmiş) çarpıcı görüntü çalışmasından da sıkı destek almış. Kimi zaman grenleri ile oynanan kareler, zaman zaman dozu kaçsa da genel olarak hayli “güzel” olan görüntüler filmin şiirsel havasına katkıda bulunmuş açıkçası. Benzer bir katkı da Isaac Hagy’nin kurgusundan geliyor. Bir hikâyesi olmayan ve genel olarak nerede ise sadece görsel atmosferine dayanan bir filmde bu görüntülerin doğru kurgulanması çok önemli ve o derece de zor ama Hagy bunun altından başarı ile kalkmasını bilmiş.

İki karakterin sıcak bir yaz gününde toprak yolda ayaklarını sürterek yürüdükleri ve çıkan tozu umursamadıkları sahnenin gençliğin o aylak havasını perdeye taşıdığını ve sık sık tekrarlanan bisikletle gezi sahnesinin de gençliğin uçarılığının altını çizdiğini söylemek gerek. Yine sık sık çocuğun genç kıza tekrarlattığı kaza gecesi hikâyesi de filmin üzerinden hiç eksik olmayan hüzünlü havasını elle tutulur kılıyor. Atmosferini belki düşsel olarak nitelendirmemizin daha doğru olacağı film terkedilmenin trajedisini karşımıza getirmesi ile bile kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Özellikle ekonomik olduğu kadar vuruculuğu ile dikkat çeken finali ise filme müthiş bir kapanış sağlıyor. Geçmişin hayaletlerinden kaçıp dostluğa sığınan iki karakteri anlatan film o küçük ama etkileyici çalışmalardan özet olarak.