Días de Pesca – Carlos Sorin (2012)

“Bazen kendini rüyadaymış gibi hissediyor musun? Belki de bu, o anlardan biridir; belki de aslında rüya görüyoruzdur”

Tatil için Patagonya’ya gelen bir adamın bu arada yıllardır görüşmediği kızını ziyaret etmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Alçak gönüllü filmleri ve özellikle 2002 tarihli “Historias Mínimas – Arjantin Hikâyeleri” adlı çalışması ile tanınan Arjantinli sinemacı Carlos Sorin’den tarzına uygun ve küçük hikâyesi ile dikkat çeken bir çalışma. Baş oyuncusu Alejandro Awada’nın ekonomik ve doğal oyununun öne çıktığı film samimiyeti, dozunda tutulmuş duygusallığı ve bağışlamak üzerine olan hikâyesi ile dikkat çekiyor ama kısa süresine rağmen uzatılmış bir görüntüye sahip olduğunu ve belki zaman zaman bir parça gereğinden fazla “sıradanlaştığını da” söylemek gerek.

Carlos Sorin filmlerinin gedikli bestecisi Nicolás Sorin’in piyano ağırlıklı ve sık sık Eleni Karaindrou’nun çalışmalarını hatırlatan başarılı müziğinin eşliğinde anlatılan hikâyeyi kısaca “alçak gönüllü ve duygusal” olarak tarif etmek mümkün. Tatile çıkan elli yaşındaki bir adamın hikâyesi olarak başlayan film adamın kızı ile arasındaki problemi de içine alarak ilerliyor ama bu çatışmayı filmin tek odak noktası yapmıyor. Kızı dışındaki diğer tüm insanlarla ilişkilerinde sevecen ve cana yakın bir profil çizen adamın kızı ve annesine “ne yaptığını” söylemiyor film ama kızından aldığı tepki pek de iyi bir baba olmadığını vurguluyor bize. Carlos Sorin’e ait olan ve hem kuvvetli hem zayıf yanları ile dikkat çeken senaryonun zayıf anlarına bir örnek de tam bu tepki sahnesi. Film bizi o sahneye ne yeterince iyi hazırlayabiliyor ne de tam tersi bir yönde yeterince hazırlıksız yakalıyor. Buna karşılık adamın kızı ve damadı ile birlikte yemek yediği ve eskilerden bir şarkı söylediği sahne gerek oyunculukları gerekse duygusallığın dozunda tutulmasının ne demek olduğunu sinema derslerine konu olacak kadar başarılı diyaloglar ve mizansen eşliğinde anlatabilmesi ile çok çarpıcı. Bu sahnede Alejandro Awada’nın oyununa ayrıca dikkat çekmek gerek. Awada tüm film boyunca yüzünden eksik etmediği acı gülümsemesi ile bir oyuncunun seyirciyi ekonomik bir oyunculuk ile nasıl avucunun elinde tutabileceğinin somut bir örneğini sergiliyor.

Carlos Sorin’in filmdeki temel başarılarından biri kahramanın karakterini ilk sahneden başlayarak ve onun gerek yolculuğu boyunca karşılaştıkları ile gerekse kızı ve damadı ile olan ilişkileri üzerinden adım adım inşa etmesi ve başta kendisi hakkında hiçbir fikrimiz olmayan adam için finalde kendimizi onun eski bir arkadaşı olarak hissedeceğimiz bir yakınlığı yaratabiliyor olması. Popüler bir Amerikan filminde göz yaşlarından başımızı alamayacağımız hikâyenin burada buna hiç başvurmadan derdini anlatabiliyor olması, evin önünde içilen sigara sahnesindeki gibi birkaç cümle ile çok şey anlatan diyalogları ve filmde karşımıza çıkan tüm yan karakterlerin sıcaklığı ile de önemli bir film karşımızdaki. Bu yan karakterlerdeki hümanizm adeta adam ile kızı arasındaki çatışmanın anlamsızlığını ve her ne yaşanmışsa bunun artık unutulması ve bağışlanması gerektiğini söylüyor seyredene ve umut aşılıyor açıkçası. Sorin’in filmi kısa süresine rağmen ayıklanması gerekirmiş gibi görünen sahnelerine ve her hikâyenin bir şekilde ihtiyaç duyduğu seyirciyi sarsacak anların eksikliğine rağmen ilgiyi hak eden bir çalışma. Umudu ve hümanizmi ayakta tutmak için ihtiyacımız olan bir film özetle.

(“Gone Fishing” – “Balığa Gidiyorum”)

Prometheus – Ridley Scott (2012)

“Bazen yaratmak için önce yok etmek gerekir”

2093 yılında insanın yaratılış sırrını keşfetmek üzere bir uzay gemisi ile çıkılan yolculuğun hikâyesi.

Ridley Scott 1979 tarihli ve sinemanın bilim kurgu alanındaki yüz akı örneklerinden biri olan “Alien – Yaratık” filminden 33 yıl sonra bu filmin öncesini anlatmak için yola çıkıp daha sonra bağımsız bir film çekmeye karar vermiş kendi deyişi ile. Yine de “Alien” filminin hayranlarının bir “öncesinde ne olmuş” hissine kapılarak seyretmekten kendilerini alamayacağı film, teknik becerinin hayli ön plana çıktığı ama bu beceri bir yana bırakılırsa içerik olarak pek de güçlü yanları olmayan bir çalışma. Yaratılışın sırrını keşfetmek ve yaratıcısı ile tanışmak isteyen insanların bu hikâyesi ne yazık ki onların hedefi kadar heyecan verici olmayı başaramamış.

Yunan mitolojisine göre tanrılardan ateşi çalıp insanlara armağan eden ve bu anlamda insanoğluna yaşamını sürdürme imkânını veren Prometheus’un adını taşıyan film “Alien” filmini başarılı ve çarpıcı kılan unsurlardan yoksunluğu ile dikkat çekiyor öncelikle. Hikâye yeterli dozda bir gizem içermiyor ve iddia ettiğinin aksine uzay gemisindeki mürettabatın gezinin gerçek anlamını bilmemelerinden kaynaklanan ve bu gerçeği anladıklarında bize de yansıması hedeflenen bir gerilimin yaratılamamış olması örneğindeki gibi sık sık hedeflerini ıskalıyor. Rahatlıkla bu filmin “düşünen veya düşünmek isteyenlerin” değil “heyecanlanmak isteyenlerin” filmi olduğu söylenebilir tüm çabasına rağmen. Oysa yaratıcı ile tanışmak arzusundan “yaratıcının bizi başka herhangi bir amaçla değil ama sadece yaratabildiği için yaratmış olması” gibi üzerine epey gidilebilecek malzemesine film bu derin konular üzerine birkaç cümle sarfetmekten öteye geçemiyor. Böyle yapınca da James Cameron’ın “Aliens – Yaratığın Dönüşü” filminin Yaratık serisine yaptığını yapıyor; kısacası hikâyeyi tüm felsefesinden arındırıp nerede ise sadece sıkı bir aksiyon filmine dönüştürüyor. “Prometheus” filminin inanç boyutu ve insanın bulunduğu noktaya bir müdahale (karakterlerden birinin taktığı haç ile simgelenen bildiğimiz Tanrı’nın veya Erich Von Daniken’in “Tanrıların Arabaları” kitabında iddia ettiği uzaylıların müdahalesi) olmadan gelemeyeceği teması keşke filmin hikâyesinin aktığı ana mecralardan biri olsaymış.

Kesinlikle çok etkileyici olan görsel efektleri, Dariusz Wolski’nin kamerasından bize yansıyan ve kayıtsız kalınması mümkün olmayan görüntüleri ve Marc Streitenfeld’in kulağa belki tanıdık gelecek ama hikâyeye çok yakışan müziği filmin gözden kaçırılmaması gereken başarılı öğeleri. Ridley Scott filmini geniş kitleler için çok çekici kılacak pek çok sahneye imza atmış. Örneğin ameliyat sahnesi soluk almadan izlenecek güzellikte. Tüm set tasarımları da sıkı bir alkışı hak ediyor. Oyuncu kadrosu içinde ise android David rolündeki Michael Fassbender tüm kadronun açık ara ile önüne geçiyor ama diğer oyuncuların bu denli geride kalmasının bir nedeninin de senaryonun onlara içini doldurabilecekleri adamakıllı bir karakter sunmaması olduğunu vurgulayalım. Oysa senaryo David karakterine diğerlerinden esirgediği her şeyi sunmuş; baştaki basketbol sahnesinden diyaloglarına bu karakter hikâyenin en elle tutulur olanı ve seyri de en keyifli olanı kesinlikle.

Yaratıcıları bu çalışmanın “Alien” filminin öncülü olmadığını söylediğine göre hikâyenin sonunu nasıl değerlendirmek gerekir bilmiyorum açıkçası. Belirsiz bırakılan bu final ancak bir devam filminin işareti olarak açıklanabilir ve eğer gerçekten böyle ise bu devam filmi de yine Cameron’a yakışır. Sonuçta bu film felsefesinde zayıf, aksiyonunda çok güçlü bir çalışma ve bu da onun uzmanlık alanı sonuçta. Tüm kusurlarına rağmen “Prometheus” seyri kesinlikle keyifli bir film; kendinizi uzmanlığın konuştuğu teknik becerisine bırakmanız ve ilk kez finale doğru “Alien” filmindeki hali ile göreceğiniz yaratığın görüntüsünden etkilenmeyecek kadar katı yürekli olmamanız koşulu ile elbette.