È Stato Il Figlio – Daniele Ciprì (2012)

“Ve bir anda Nicola kendini Palermo’nun tanrısı gibi hissetti”

1970’li yıllarda geçen ve Palermo’da hurdacılıkla geçinen bir ailenin kızlarının mafya tarafından yanlışlıkla öldürülmesi üzerine gelişen olayları anlatan bir hikâye.

İtalyan yazar Roberto Alaimo’nun aynı adlı romanından yapılan bir uyarlama. Aralarında yönetmen Daniele Ciprì’nin de bulunduğu bir ekip tarafından senaryosu yazılan ve diğer çalışmalarında olduğu gibi Ciprì’nin görüntü yönetmenliğini de üstlendiği film bir traji-komedi. Zaman zaman bir opera havasını veya Fellini esintilerini karşımıza getiren çalışma çeşitli problemleri nedeni ile tam bir başarıya ulaşamamış bir eser.

Ciprì’nin satir (yergi) olarak nitelenebilecek çalışması “hatırlıyorum” başlığı ile özetleyebileceğimiz bir havaya sahip. Finalde hikâyeyi anlatanla hikâyenin kahramanlarından biri arasındaki ilişki ortaya çıkınca bu hatırlama havası daha anlamlı gelecektir seyredene. Ciprì görüntü yönetmenliği üzerinden kendisini daha da hissettiren bir stilize tarz benimsemiş ve oyuncularından aldığı “büyük” oyunculuklar ile filmin masalsı tiyatro havasının altını çizmiş. Evet, film operadan tiyatroya masaldan fanteziye uzanan pek çok kelime ile özetlenebilir. Operadaki gibi bir parça gösterişli bir oyunculuk ve etrafındakilere sonunda mesajı da olan bir masal anlatır gibi görüntüye gelen anlatıcımız filmi farklı kılmayı başarmış ama buradaki temel soru tüm bunların bileşiminden ortaya çıkan sonucun sinemasal olarak ne kadar etkileyici olduğu. Hikâye yönetmenin başarılı görüntü çalışmasından ve Carlo Crivelli’nin filmin özellikle trajedisine uymuş görünen müziğinden aldığı destekle etkileyici olmayı başarıyor aslında. Ne var ki bu etkileyicilik bir bütünsellik göstermediği gibi filmin hedefinin tam olarak ne olduğu da anlaşılamıyor. Öldürülen kızlarından gelen para ile değişen hayatlar, kendilerini içinde buldukları yeni problemler ve paranın üzerinden kendisini gösteren bencillikler aslında filmin hem komedi hem trajedi anlamında pek çok çarpıcı sahneye sahip olmasını sağlıyor ama film bir türlü tıkanıklığını tam anlamı ile aşamıyor yine de.

Sinemada geçen sahnesi ile Fellini’ye selam gönderen (veya ondan esinlenen de denebilir) ve şarkı söyleyerek çalışan hurdacılar sahnesi ile (ki filmde ne aradığını cidden sorgulamak gerekiyor bu sahnenin) müzikal bir İtalyan Yeni Gerçekçi filmini çağrıştıran filmde Ciprì tefecide geçen sahnelerde zaman zaman tekrara düşse de kesinlikle etkileyici bir hava yaratıyor ve benzer şekilde kızın öldürülmesi anı ve hemen sonrası da mizansen açısından başarı ile kotarılmış. Filmin tümüne de bir Akdeniz (daha özel olarak da İtalyan elbette) atmosferi sağlamayı becermiş. Mahalle halkının görüntüleri, yaramaz çocukların topunun patlatılması veya televizyon üzerindeki dantel örtü filmin bize de yakın gelecek ve bir Amerikan filminde asla karşılaşmayacağımız pek çok unsurundan sadece üçü. Ne var ki film hissedeceğiniz bu yakınlığı alıp vurucu bir noktaya taşıyamıyor bir türlü. Hikâyede bir ara ciddi bir yeri olan tefeci ve onunla ilişkinin birdenbire ortadan kaybolması –sebebi anlaşılır olsa da- bir yarım kalmışlık duygusunun uyanmasına neden oluyor seyredende. Arabayı kutsayan kurnaz rahip örneğin kendi başına eğlendirici veya finalde ninenin olaya el koyması kesinlikle iyi oynanmış ve yönetilmiş bir sahne olarak etkiliyor seyredeni ama tüm bunlar bir “bütün hikâye” seyrettiğiniz duygusunu yaratmakta yeterli olamıyor bir türlü.

Karakterler Güney İtalya’da geçen bir hikâyede işçi sınıfı için düşünebileceğiniz alışılagelmiş tiplerden pek farklı değil ama özellikle baba rolündeki Toni Servillo ve oğlu rolündeki Fabrizio Falco bu karakterleri fazlası ile –filmin yaratıcılarının da tercihi yönünde biraz fazlası ile- elle tutulur hale getirerek bunun rahatsız edici olmamasını sağlamışlar. Trajedisi ve komedisini daha iyi dengeleyebilse, hikâyedeki “hatırlıyorum” havasının cazibesine kapılıp eklenmiş görünen kimi sahneler (yukarıda bahsedilen müzikal sahne, kepekli avukat karakteri vs.) çıkarılmış olsa ve film kendisine odağını bulamamış havasını veren esinlenmelerini bütünsel bir biçime kavuşturabilmiş olsa gerçekten etkileyici olabilecekmiş bu çalışma. Yine de kimi yukarıda anlatılan çekici yanları ve trajikomiklik içinde arada kaybolur gibi olsa da para üzerinde dönen hayatlara getirdiği toplumsal eleştirisi ile ilgi gösterilebilecek bir film özet olarak.

(“It was the Son” – “Oğlumdu”)

Eski Bahçe / Eski Sevgi – Tezer Özlü

Tezer Özlü’nün 1964 ile 1982 arasında yazdığı öykülerinden oluşan iki kitap. Yazarın “yaşamöyküsel” olarak nitelendirilen öyküleri klasik edebi biçimlerin çok dışına çıkılarak yazılan eserler; örneğin “Dönüş” ve “Eski Bahçe” başlıklarını taşıyan öyküler nerede ise tek tek cümlelerden oluşan, kesik kesik bir anlatıma sahip ve nerede ise her cümlesi bir anı dondurup karşımıza getiren bir fotoğraf gibi. Benzer biçimde “Gabuzzi” başlıklı öykü de bu tek tek cümlelerin bir “şiir” gibi mısralar halinde ve hatta bazen kelimeleri harf harf parçalayarak yazılmış. Özellikle “Eski Bahçe” adlı ilk kitapta bu radikal biçim denemeleri çok daha fazla ve klasik öykü biçimine, olay akışına alışkın olanları şaşırtacak bir yapı içeriyorlar. Bu farklı üslup öykülerin sadece bir üslupçuluğun peşine düşülerek yazılmış eserler olduğunu düşündürtmemeli ama. Kendisinden bazen birinci bazen üçüncü şahıs olarak söz eden yazar, bu farklı üslupları öykünün içeriğini zenginleştiren bir araç olarak kullanıyor. Bir başka ilginç yan da “1980 Yazı Güneşi A./” öyküsündeki anların ve temanın “1980 Yazı Güneşi B./” öyküsünde daha uzun bir versiyon ile tekrarlanmış olması.

Özlü’nün kendisinden yola çıkan öykülerini okuyanın Özlü’den uzaklaşarak “bireysel” değil daha “evrensel” bir şeylere tanık olduğu duygusuna kapılmasını sağlayabilmek bu öykülerin önemli bir başarısı. Düşsel, karamsar, soğuk ve depresif havası ile bu öyküler okuyucuya bir karaktere hem içten hem dıştan bakmanızı sağlayabilecek bir samimi –bu kelimenin yazarın “soğukluğu” düşünüldüğünde yanlış olduğunu ve daha doğru bir seçimin açık/tarafsız kelimeleri olacağını söylemek mümkün aslında- içeriğe sahip olmaları ile dikkat çekiyorlar.

“Navona Alanı” ‘ndaki başkasının yaşlılığından kendi yaşlılığına geçiş, “Motorcu İbrahim’in Bahçeli Evleri” ‘ndeki çarpıcı yaşlılık, muhtaç olma durumu ve akıl yitimi betimlemesi veya “Palmas” ‘ın 12 Eylül’ün kâbusu altındaki bir İstanbul’da AKM’de verilen bir konseri anlatan absürt havası gibi hayli çarpıcı satırları var bu öykülerin. “1980 Yazı Güneşi A./” ve “1980 Yazı Güneşi B./” öykülerindeki havanın ülkenin bugünlerde içinde bulunduğu havayı nerede ise birebir yansıtması ise Türkiye’nin makûs talihinin bir başka örneği maalesef.

“Rotterdam’da” adlı öykünün bir yerinde “… zaman dışı sessizliğimde yeterince içten değil miydim?” diyor Özlü. Bize düşen keşke daha çok yazacağı bir hayat seçimi olsaymış demek ve eserleri aracılığı ile sessizliğine ara verdiği anlar için kendisine minnettar olmak. Ve bu öykülerindeki her bir satıra karşılık gelebilecek o fotoğrafik anı hayal etmek.

The Yards – James Gray (2000)

“İstediğin gibi bir evlat olamadım, biliyorum anne. İyi bir insan olmak için elimden geleni yapacağıma söz vermiştim. Daha önce olanlarda hatalı olduğumu kabul ediyorum, ama söyledikleri şeyi ben yapmadım. Asla kendimi temize çıkaramayacağımı biliyorum. Sadece bilmeni istiyorum anne; ben yapmadım!”

Hapisten yeni çıkan genç bir adamın içine düştüğü yolsuzluk ve cinayet ortamında yaşadıklarının hikâyesi.

Seyrek aralıklarla film çeken ve kalitesini de belli bir çizginin altına düşürmeyen ABD’li yönetmen James Gray’in 2000 tarihli ikinci filmi. Senaryolarını çoğunlukla tek başına yazan Gray bu filmde Matt Reeves ile işbirliği yapmış hikâyeyi oluştururken. Hapisten çıkıp temiz bir hayata geçmek isteyen bir gencin hikâyesi olarak başlayan ve benzerlerinden çok da ayrılmayan film senaryosunun akıllıca kurgulanmış olması, güçlü oyuncu kadrosunun -özellikle Joaquin Phoenix’in- performansları ve Gray’in hikâyesini baştan sona ilgi ile izleten yönetim anlayışı ile dikkat çekiyor. Finalinin bağlanma şekli bir ABD filmi ile karşı karşıya olduğumuzu bize hatırlatsa da ve hikâyenin akışı zaman zaman şematik bir hal alsa da ilgiyi kesinlikle hak eden bir çalışma.

1980’li yılların ortasında yaşanan gerçek bir yolsuzluk olayından esinlenen hikâye öncelikle güçlü oyuncu kadrosu ile dikkat çekiyor. Mark Wahlberg, Joaquin Phoenix, Charlize Theron, James Caan, Ellen Burstyn ve Faye Dunaway’den oluşan bir kadro her yönetmenin rüyasına girecek bir ekip olsa gerek. Oyuncuların tümü de üst düzey oyunculuklar ile filme ciddi katkıda bulunuyorlar ve özellikle Phoenix, Wahlberg ve Caan bir parça öne çıkıyorlar sanki. İşte bu güçlü kadro Gray ve Reeves ikilisine ait olan ve –kimi inandırıcılık problemlerine rağmen- akıllı kurgusu ile dikkat çeken senaryonun seyirciye de parlak bir şekilde yansımasını sağlıyorlar. Hikâye, evet pek yeni bir şeyler söylemiyor ve hapisten çıkan ve geçmişinde yasadışı işlere bulaşmış olan bir adamın –burada araç hırsızlığı söz konusu- yeni hayatını nasıl kuracağı üzerinden ilerliyor temel olarak. Belki benzerlerinin aksine temiz kalmaya çalışırken kendini fenalıkların içinde bulan bir kahramanı anlatmıyor veya zaten uslanmamış bir “kötü” karakteri tekrarlamıyor ama finalde gereksiz bir Hollywood şablonuna saplanmış olması dışında bir şekilde kendisini farklı göstermeyi başarıyor. Bunda sanırım en büyük etken hikâyenin kurgusu: Aksiyon ile etkileme kolaycılığına kapılmayan ama onun sağlayacağı heyecanı da dozunda kullanım ile ihmal etmeyen, tıkır tıkır işleyen ama seyircinin de üzerine gelmeyen ve her bir sahnesi seyirciyi bir sonraki sahneye hazırlayan ama küçük sürprizleri de ihmal etmeyen bir kurgu bu ve filmin de en büyük artısı kesin olarak.

Gray’in bugüne değin yönettiği beş filmin dördünde rol verdiği ve fetiş oyuncusu olarak nitelendirebileceğimiz Phoenix’in Mark Wahlberg ile birlikte sürüklediği film ihaleler aracılığı ile yapılan yolsuzlukları ve en küçük bireyinden tepedeki yöneticilerine kadar herkesi sarmış görünen bir yozlaşmayı ilgi çekmeyi başararak sergiliyor perdede. Üstelik bunu yaparken sistemde sıkıntı olmadığını ve sorunun bireylerde olduğunu vurgulayan Hollywood filmlerinin aksine bozukluğun sistemde olduğunu söylemekten çekinmiyor. Bunu belki sert bir şekilde yapmıyor ama gerek bu yozlaşmada kaybedenlerin yine hep “küçük insanlar” olacağını ve büyüklerin her zaman ayakta kalacağını vurgulaması, gerekse Faye Dunaway’in canlandırdığı teyze karakterinde olduğu gibi pek çok insanın da ahlâksızlığın doğrudan içinde olmasa bile en azından görmemezliğe gelerek getirisinden yararlandığını söylemesi ile eleştirisinin hakkını veriyor kesinlikle. Gray bu doğru duruşunu kimi sahnelerdeki parlak mizanseni ile de desteklemeyi becermiş ve kendi adına yükünü başarı ile sırtlamış. Wahlberg’in canlandırdığı genç adamın içine zorla ve çaresizce itildiği suikast sahnesi oyuncunun parlak performansı kadar Gray’in kamera açıları ve tempolu anlatımı ile heyecanla izleniyor. Wahlberg ile Phoenix arasındaki kavga sahnesi de yine hem oyuncuların performansı hem de Gray’in seyirciye gerçeklik duygusunu birebir geçiren yönetimi ile çarpıcı kesinlikle. Bir de bir “pazarlık sahnesi” var ki sistemin çürümüşlüğünü çok sıradan bir ana tanık olduğumuzu hissetirecek bir sakinlikte anlatması ile Gray’in hanesine bir artı puan daha ekletiyor kesinlikle.
Howard Shore’un başarılı müzik çalışması ve Harris Savides’in özellikle iç mekanlardaki eskinin atmosferini hatırlatan görüntüleri ile de dikkat çeken film sinema tarihindeki öncüllerinden esinlenmiş ve bu farklı esin kaynaklarını akıllıca bir araya getirmiş bir çalışma. Sidney Lumet’İn 1970’li yıllarda çektiği ve toplumdaki yozlaşmalara odaklandığı filmlerinden Coppola’nın “Godfather – Baba” serisine –hikâyenin önemli karakterlerini bir aile kurgusu içinde akıllıca bir araya getirmesi ve mafyavari yapılanmaları ile- uzanan bir esinlenme bu ve belki çekildiği 2000 yılı ve bugün için bir parça eski görünebilecek klasik sinema dili ile bu esinlenmelerden iyi bir sonuç çıkmış ortaya. Belki filmin iki baş oyuncusunun, Wahlberg ile Phoenix’in birbirine taban tabana zıt performanslarını aynı anda seyretmenin keyfini de eklemeli son olarak. İlki nerede ise fısıldayan bir ses tonu ile konuştuğu karakterinin çıkmazlarda kalmışlığını, ikincisi ise daha gösterişli bir şekilde karakterinin hırsı ile saptığı yolda yaşadıklarını çarpıcı bir biçimde sergiliyorlar. Evet finali fazla Amerikan ve filmin eleştiri gücünü de zayıflatıyor ve zaman zaman yine Hollywood’a özgü klişelere uğramamazlık edemiyor ama filmden alınacak keyfi eksiltmemeli bu problemler.

(“Çeteler Savaşı”)

Dirty Harry – Don Siegel (1971)

“Ne düşündüğünü biliyorum, serseri. “Altı el mi yoksa beş el mi ateş etti” diye düşünüyorsun. Dürüst olacağım; bütün bu kargaşa içinde ben de farkında değilim bunun. Ama bunun bir Magnum 44, dünyadaki en güçlü tabanca olduğunu ve kafanı uçurmaya yeterli olduğunu düşünürsen, kendine şu soruyu sormalısın: “Şanslı günümde miyim?”. Evet, serseri, ne dersin?”

San Fransisco’yu dehşete boğan cinayetlerini durdurmak için şantaj yapan bir katil ve onunla kendi yolları ile mücadele eden bir dedektifin hikâyesi.

1970’lerden bir klasik. Dedektif Callahan karakterinin üç filmde daha karşımıza gelmesini sağlayacak kadar popüler olan film baş roldeki Clint Eastwood’un performansı, nerede ise birinci sınıf denebilecek polisiye havası ve özellikle de sıkça tartışılan “faşizan” öğeleri nedeni ile nerede ise kült denebilecek bir eser. Lalo Schifrin’in başarılı müziği eşliğinde anlatılan hikâye “liberal bürokrasiye” rağmen “kötülerle” tek başına savaşmak durumunda kalan kendine özgü bir polis dedektifini karşımıza getirirken mesajını vermek için hiçbir aracı kullanmaktan kaçınmıyor.

Her ne kadar jeneriklerde adı geçmese de senaryoda, ve yukarıda alıntılan ve artık bir klasik olan sözlerde Hollywood’ın özellikle 1980’lerde çektiği filmlerle sinemadaki Yeni Sağ’ın (bkz. “Politik Kamera – Michael Ryan / Douglas Kellner”) nerede ise faşizan isimlerinden biri olan John Milius’un varlığından söz edelim öncelikle ki kendisi serinin ikinci filminin de (“Magnum Force – Silahın Gücü”) bir başka sağcı isim Michael Cimino ile birlikte senaristliğini üstlenmişti. Hikâyedeki kötü karakterimizin kendisinden nefret etmemiz için akla gelebilecek her türlü iğrençliği yapabilmesini ekleyelim buna. Olayların ABD’de liberalizmin (ve filmin mesajına göre ahlâksızlığın –film boyunca gerekli gereksiz karşımıza getirilen erotik dükkanları, gece kulüplerini ve bir şekilde “normal” olmadıkları özellikle hissettirilen eşcinsel karakterleri düşünelim-) kalesi olarak bilinen San Fransisco’da geçtiğini ve liberal belediye başkanının korkaklığını da unutmayalım. Açılışın kameranın taradığı bir anıt üzerinde isimleri yeri alan ve kötülerle savaşırken görev başına ölen polislerle yapıldığını ve finalde kahramanımızın “kırgınlığını” da düşününce filmimizin mesajı çok net aslında: Yaşadığımız toplum bir pislik yuvası ve yöneticilerimiz –burada liberal Demokratlara laf atılıyor elbette- korkak ve basiretsiz. Bu durumda bireysel olarak ortaya çıkan ve bu yozlaşmanın nedenlerinden biri olan liberal yasaları takmayan kahraman(lar)a ihtiyacımız var. Eastwood’un çok parlak bir performansla yarattığı ve ABD sinemasının artık kesinlikle klasik olmuş dedektif karakterinin kötülere “hak ettiği” biçimde davranması ve yanına partner olarak verilen üniversite okumuş polisin bu işin kendisine göre olmadığını anlaması (ve üstelik başta eleştirdiği dedektifimizi sonradan tamamen haklı bulması ile oluyor bu farkındalık) ile de bu mesajını destekliyor filmimiz ve tüm “zayıflardan” nefret ederek faşizmin en temel göstergelerinden birine sahip olan karakterimizi de yüceltmekten bir an olsun geri durmuyor.

Yukarıda belirttiklerimi destekleyecek daha pek çok örneği var filmin. Hayli başarılı çekilmiş ve temposu/heyacanı bir an bile düşmeyen, katilin direktifleri doğrultusunda dedektifimizin bir telefon kulübesinden diğerine koştuğu sahnede bile karşımıza çeteci (görünüşleri ile rahatça uyuşturucuyu kendilerine yakıştıracağınız) karakterleri çıkararak kahramanımızın yoldan çıkmış bu toplumda işinin ne kadar zor olduğunu vurgulayan ve tüm eşcinsel karakterlerini ya abartılı vücut dilleri ile ya fuhuş ile ilişkilendirerek ama mutlaka korkak olarak gösteren filmin içeriğine ve mesajına karşı dikkatli olunmalı özet olarak. Kötülüklere karşı kural dışı hareket ederek “mücadele eden kahramanların” yüceltilmesinin kabul gördüğü bir toplumda varılan yerlerden birinin bizdeki karşılığının elinde sopa ve palalarla sokaktaki “teröristlerin” peşine düşenler olduğunu hatırlatarak kapatalım bu konuyu ama filmin muhafazakâr havasını destekleyecek şekilde kötü adamımızın “Jesus Saves” yazısına defalarca ateş ettiğini ve kahramanımızın bu kötü adamla hesaplaşmak için buluştuğu yerin haç şeklinde koca bir anıt olduğunu da eklemeyi unutmadan.

Tüm bu içerik problemleri bir yana koyulursa karşımızda iyi anlatılmış ve iyi oynanmış bir hikâye olduğunu söylemek gerekiyor. Kahramanının depresif ama mücadeleci yapısını, kötü adamının planlarını ve polislerin onu yakalamak için giriştikleri mücadeleyi –hikâyedeki kimi açık noktalara rağmen- heyecan dolu ve temposu çok iyi ayarlanmış bir şekilde anlatmayı başarmış yönetmen Don Siegel. Zaman zaman başvurduğu küçük oyunlar da, örneğin bir işkence sahnesinde kamera yükselerek uzaklaşırken işkence görenin sesinin boş stad içinde yankılanması, hayli etkileyici kesinlikle. Oyuncu Eastwood ve yönetmen Siegel’in filmin piyasaya çıkışından sonra ABD’deki pek çok polis toplantısının baş davetlileri arasına girmesi ve hatta Filipinler polis teşkilatının eğitimlerde kullanmak üzere filmin bir kopyasını talep etmesi gibi gerçeklerin de desteklediği gibi polis dostu olduğu açık olan bir hikâye bu ama yönetmen Siegel’ın şehrin mekanlarını başarılı biçimde kullanması, usta isim Bruce Surtees’in gerçekçilik duygusunu artıran görüntüleri ve Andrew Robinson’ın kötü adam rolündeki performansı ile de değerlenen film mesajına karşı uyanık olmayı gerektiren ve yine de zanaatkârlığına diyecek laf olmayan bir çalışma özet olarak.

(“Kirli Adam”)