The Beguiled – Don Siegel (1971)

“Seni kahrolası fahişe! Sadece senin yatağına gelmedim, sadece başkasının yatağına gittim diye…”

İç savaş sırasında sadece kadınların yaşadığı bir kız okuluna sığınan bir Kuzeyli askerin kadınlarda yarattığı duyguların ve kendi çıkarları için tümünü birden idare etmeye çalışmasının hikâyesi.

Thomas Cullinan’ın 1966 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Albert Maltz ve Irene Kamp’ın yazdığı senaryo, -jenerikte belirtilmemiş olsa da- Claude Traverse tarafından elden geçirilmiş ve yönetmenliği de genellikle aksiyon filmleri ile tanınan Don Siegel üstlenmiş. Yönetmenin filmografisi içinde farklı bir yerde duran ve kendisinin en sevdiği filmi olarak nitelendirdiği çalışma, tarzının dışında bir hikâye anlatım biçimini benimseyen Siegel’ın mizanseninden kaynaklanan belli problemleri olsa da ilginç bir eser. Aralarında “spagetti” türünden olanların da yer aldığı western’lerden sonra farklı bir rolde seyircinin karşısına çıkan Clint Eastwood ile Geraldine Page ve Elizabeth Hartman’ın karakterlerini çekici oyunculuklarla canlandırdığı film ilgiyi hak eden, seksî olmayı ve gerilimi bunun içine yedirmeyi başarması ile önemli bir yapıt.

Sofia Coppola 2017’de bu hikâyeyi tekrar çekmiş ve Cannes’da yönetmen ödülünü kazanmıştı. Ana karakterlerinin sadece birinin erkek olduğu bu filmin Coppola’ya Cannes tarihinde kadın yönetmenlere ikinci kez verilen bir ödülü kazandırması, buna karşılık hikâyenin ilk çekimini genellikle erkek seyirciye hitap eden Siegel’ın yapmış olması ilginç bir durum ama bir yandan da hayli anlaşılır: “Erkeksiz kadınlar” ile “kadınsız bir erkek” karakterin planlanmamış bir şekilde bir araya gelmesi ile ortaya çıkan cinsel gerilim ve bir yandan da her iki taraf için de tehlike yaratan iç savaşın neden olduğu korku bir araya gelince hikâye “kadın gözü” ile de, “erkek gözü” ile de değerlendirilebilecek bir içeriğe sahip kuşkusuz. Clint Eastwood ile toplam beş kez çalışan Don Siegel favori aktörü ile bu üçüncü iş birliğinde aksiyondan çok hikâyenin gerilimine dayanan bir film çekmiş ve kısa bir bölüm dışında aksiyona değil, karakterler arasındaki ilişkinin doğurduğu tedirgin atmosfere odaklanan bir hikâye anlatmayı seçmiş. Sonuçta ise bu seçimin başarılı olduğu kadar başarısız sonuçlar da verdiği bir film çıkmış ortaya.

Çekici bir jenerikle açılıyor film: Siyah-beyaz (daha doğrusu, sepya) iç savaş fotoğrafları ve görüntülere eşlik eden, Lalo Schifrin’in trampet ile başlayan vurgulu müziği ile başlıyor film. Fotoğraflar ve müzik birlikte hızlanıyor sonra ve bu arada arkadan savaş alanının seslerini duyuyoruz. Görüntüler asker cesetleri ile devam ederken, bir sesten duyduğumuz ve orduya katılmamak gerektiği hakkında konuşur gibi söylenen bir şarkı ile sona eriyor: “Gelin genç dostlarım / Dinleyin uyarımı / Asker olmayın / Orduya katılmayın / Sana güvercin vaat ederler / Ama kuzgun çıkar karşına / Davulun her vuruşunda / Ölüm asker adımları ile gelir/ Gelin genç kızlar / Gün ışığında yürüyün / Ve izin vermeyin genç adamın / Silah taşımasına…”. Daha sonra ormanda mantar toplayan küçük bir kız ile birlikte görüntü renkleniyor ve bu Güneyli çocuğun yaralı bir Kuzeyli askeri bulması ile hikâyemiz başlıyor. “Dove She is a Pretty Bird” adını taşıyan geleneksel şarkının anti-militarist içeriği bize bu tema ile ilgili bir hikâye anlatacağımızı ima ediyor ama başlayan hikâye savaşı sık sık hatırlatasa da asıl gerilim kızlar okulunun içinde ve karakterler arasında yaşanıyor. Bu bakımdan, jenerik filmin atmosferinden ve temalarından çok, hikâyeye bir giriş işlevi taşıyor asıl olarak.

Çok az kullanıldığı için ayrıksı duran bir şekilde karakterlerin iç seslerine yer veriyor film; bu seslerden duyduklarımız önemli ve açıklayıcı ama biçimsel olarak bir parça tuhaf duruyorlar hikâyede. Aslında bu biçimsel problem film boyunca farklı şekillerde sık sık çıkıyor karşımıza. Don Siegel filmografisindeki aksiyonlardan hikâye ve biçim olarak uzaklaşmış ama zaman zaman bir aksiyona daha çok yakışacak “köşeli” bir mizansen tercih etmiş özellikle kamera kullanımı ile. Tıpkı Lalo Schifrin’in müziğinin bazen hikâyenin havasının altını gereğinden fazla çizmesi gibi, Siegel da kendisini tutamamış ve görüntüyü vurgulayıcı bir üslupla kullanmayı tercih etmiş. Örneğin bazı sahnelerdeki efektlere hiç de gerek yokmuş gibi duruyor; sanki yönetmen aksiyonlarındaki doğrudanlığa başvurmaktan kurtaramamış kendisini.

Eastwood’un canlandırdığı John McBurney karakteri altı öğrenci, bir öğretmen, bir idareci (ve okulun sahibi) ve bir de siyah bir çalışanın olduğu okula yaralı olarak geldiğinde dokuz kadının tümünü bir şekilde etkiliyor ve bunların üçünün kendisine olan ilgisi cinsel olanı da kapsıyor. Onlardan birinin “Bu savaş daha uzun süre devam ederse, kadın olduğumu unutacağım” ifadesi havadaki “erkeksizliği” iyi bir şekilde özetlerken, asker de her birinin zaafını, arzularını manipüle ediyor hem etraftaki Güneyli askerlere karşı kendisine sağlanan korumayı sürdürebilmek hem de onlardan akla gelen her şekilde yararlanmak amacı ile. Karşılıklı olarak birbirlerini kullanmaya başlıyor kadınlar ve adam; hikâye boyunca flörtleşmeler ve erotik imalar da birbirini takip edip duruyor. Okuldaki siyah çalışanın köleliği ile adamın oradaki en azından baştaki köleliğinin benzerliği ve farklılığı üzerinden de ilginç bir düşünme alanı yaratan film manipülasyonun kıskançlıkla başlayan trajik gelişmeleri tetiklemesini inandırıcı bir şekilde anlatıyor erotik havasını hep koruyarak. Tehlikeli bir oyuna girişene bu oyunun dönüp kendisini de vurabileceği gerçeğini hatırlatan film bu “erotizm”i ile de ilgi çekebilir.

1987’de üç gün ara ile hayatlarını kaybeden başrol oyuncularından ikisi, Geraldine Page ve Elizabeth Hartman ile Clint Eastwood hikâyenin gerektirdiği cinsel havayı iyi yansıtmışlar ve önemli katkıları olmuş filme. Hikâyenin özeti klasik bir 1970’ler erotik yapıtını çağrıştırıyor ve Siegel elbette o tür bir açık cinselliğe asla yönelmiyor ama örneğin klasik bir Fransız yönetmenin böyle bir hikâyeye katabileceği “sanatsal” havayı da yaratamıyor. İşin ilginç yanı, filmin Fransa’da hayli ilgi görmüş olması ama ABD’de beklenen ilgiyi yakalayamaması. Bu sonuçta şüphesiz o dönemdeki klasik Eastwood ve Don Siegel seyircisinin seveceği türden bir film olmamasının yanısıra afişin de onların beklentisine karşılık gelecek şekilde Eastwood’u elinde silahla göstermesinin neden olduğu hayal kırıklığının da payı olsa gerek. Siegel’ın stilize anlatımda iyi bir performans gösteremediği filmin hedeflemediği kadar komediye kaymak gibi bir sorunu da var ama belki daha da önemlisi bugünün sinemasında kabul edilemeyecek bir cinsiyetçi bakışa da sahip olması kadınlara karşı. Yine de bu sorunlarına rağmen, film kesinlikle bir çekiciliğe -erotik olanı da dahil olmak üzere- sahip ve hem baş oyuncusu hem de yönetmeni için değişik bir deneme olarak ilgiyi hak ediyor.

(“Kadın Affetmez”)

Hell Is for Heroes – Don Siegel (1962)

“Sen bir ersin; emir vermez, alırsın!”

1944 yılında Kuzey Fransa’daki Siegfried Hattı’nı bir Alman bölüğüne karşı kırk sekiz saat tutmakla görevlendirilen bir Amerikan mangasının hikâyesi.

Robert Pirosh’un orijinal hikâyesinden Pirosh ve Richard Carr’ın yazdığı senaryoyu Don Siegel’ın çektiği bir ABD yapımı. Çekimi boyunca epey problemlerle karşılaşan ve hikâyesinin aniden bitivermesi ile kimi sinema meraklıları için bir kült statüsü kazanan bu siyah beyaz savaş filmi bugün belki en çok başrolündeki Steve McQueen’in varlığı ile ilgi çekmeye aday bir çalışma. Çoğunlukla tek bir mekanda (manganın Almanlara karşı korumaya çalıştığı hatta) geçen film, karakterleri arasındaki çatışmalara ağırlık vermesi ile -ikinci yarısındaki aksiyon sahnelerine rağmen- zaman zaman bir tiyatro oyunu havasında ilerliyor. Ne var ki hikâye yeterince çekici değil, karakterleri yeterince anlayamıyoruz ve aralarındaki çatışmalar da çoğunlukla yüzeysel kalıyor. Çekim sırasındaki problemlerin hayli olumsuz etkilemiş göründüğü film, kusurlarına rağmen, özellikle ilk yarısında savaşa değil savaşanlara ağırlık vermesi, yönetmen Siegel’ın elinden çıkan kimi etkileyici sahneleri ve klasik sinemadan taşıdığı esintiler ile ilgiye değer bir çalışma.

Filmin hikâyesini İkinci Dünya Savaşı’ndaki kendi tecrübelerinden yola çıkarak yazan Robert Pirosh aslında filmi de yönetmesi düşünülen isimmiş ama Steve McQueen ile anlaşmazlığı sonucu yönetmenlik Don Siegel’a verilmiş. Bu şekilde başlayan problemler, zaten kısıtlı olan bütçenin de üzerine çıkılması sonucu yenileri ile devam etmiş: Finalin aniden bitişini açıklayan ham film stokunun tükenmesi, baş oyunculardan komedyen Bob Newhart’ın ün kazanmasını sağlayan “sahte telefon konuşmaları”nın popülaritesinden yararlanmak için senaryoya yönetmenin itirazına rağmen uzun bir sahnenin eklenmesi ve bu sahnenin filmin dram boyutuna pek de uygun düşmemesi veya aralarında James Coburn’ün de olduğu kimi oyuncuların o sıralarda rol aldıkları başka filmler nedeni ile sette prova yapmaya pek fırsat bulamamaları filme epey sıkıntı yaratmış görünüyor. Karakterinin asosyal özelliğine uygun soğuk bir oyun veren McQueen’in bu soğukluğu zaman zaman donukluğa kadar uzanan bir boyuta taşımasını ise kimileri film ekibi içindeki anlaşmazlıklara bağlamış o günlerde. Dikkatli bir seyircinin fark ettiği gibi Alman askerini oynayan bir oyuncunun filmde birden fazla kez ölmesi gibi komik bir örneği de olan problemleri bir yana bırakırsak, belki de öncelikle filmin diğer savaş filmlerinden farklı bir noktada durduğunu söylemek gerekiyor. Leonard Rosenman’ın müziğinin bir savaş filminden çok bir psikolojik gerilim filmine yakışır tonlarının da desteklediği bir farklılık bu. Aniden başlayan aksiyon (savaş) sahneleri ile seyirciyi hazırlıksız yakalayan (ve bu nedenle de etkili olan) filmin hikâyesi sık sık şunu düşündürüyor seyredene: Bir antimilitarist film için toplanmış bir ekip bu savaş filmini çekmek zorunda bırakılmışlar. Evet, savaşı kutsayan bir yanı yok neyse ki hikâyenin ama tüm o askerlerin karakterlerine odaklanma çabası, karakter çatışmaları veya “emrin sorgulanamazlığı”nın sorgulanması vs. hep farklı bir hikâyeyi bize işaret ediyor ama o işaret ettiği yere gitmiyor film ne yazık ki.

Filmin orijinal adındaki cehennemi görsel olarak pek hissettirmiyor film bize ve kimi savaş görüntülerinin gerçek filmlerden alınmış olması da bunun kolayca fark edilebilir olması nedeni ile pek yardımcı olamıyor bu konuda. Neyse ki son üçte birlik bölümü bir gerilim duygusunu inşa edebiliyor ve yarım kalmışlık havası taşısa da (ve telaş içinde çekilmiş görünse de) finalin trajikliği durumu kurtarıyor çoğunlukla. Bir de Steve McQueen var elbette: Donuk performansına rağmen film için bir çekim kaynağı olabiliyor ve Fess Parker, Bobby Darin, James Coburn, Harry Guardino ve Bon Newhart ile birlikte bu “erkekler filmi”ni ilginç kılıyor. Özetle, hikâyesinin yeterince güçlü olmamasının sıkıntılarını yaşayan ama yine de ilgi gösterilebilecek bir film var karşımızda.

(“Ateş Hattı”)

Dirty Harry – Don Siegel (1971)

“Ne düşündüğünü biliyorum, serseri. “Altı el mi yoksa beş el mi ateş etti” diye düşünüyorsun. Dürüst olacağım; bütün bu kargaşa içinde ben de farkında değilim bunun. Ama bunun bir Magnum 44, dünyadaki en güçlü tabanca olduğunu ve kafanı uçurmaya yeterli olduğunu düşünürsen, kendine şu soruyu sormalısın: “Şanslı günümde miyim?”. Evet, serseri, ne dersin?”

San Fransisco’yu dehşete boğan cinayetlerini durdurmak için şantaj yapan bir katil ve onunla kendi yolları ile mücadele eden bir dedektifin hikâyesi.

1970’lerden bir klasik. Dedektif Callahan karakterinin üç filmde daha karşımıza gelmesini sağlayacak kadar popüler olan film baş roldeki Clint Eastwood’un performansı, nerede ise birinci sınıf denebilecek polisiye havası ve özellikle de sıkça tartışılan “faşizan” öğeleri nedeni ile nerede ise kült denebilecek bir eser. Lalo Schifrin’in başarılı müziği eşliğinde anlatılan hikâye “liberal bürokrasiye” rağmen “kötülerle” tek başına savaşmak durumunda kalan kendine özgü bir polis dedektifini karşımıza getirirken mesajını vermek için hiçbir aracı kullanmaktan kaçınmıyor.

Her ne kadar jeneriklerde adı geçmese de senaryoda, ve yukarıda alıntılan ve artık bir klasik olan sözlerde Hollywood’ın özellikle 1980’lerde çektiği filmlerle sinemadaki Yeni Sağ’ın (bkz. “Politik Kamera – Michael Ryan / Douglas Kellner”) nerede ise faşizan isimlerinden biri olan John Milius’un varlığından söz edelim öncelikle ki kendisi serinin ikinci filminin de (“Magnum Force – Silahın Gücü”) bir başka sağcı isim Michael Cimino ile birlikte senaristliğini üstlenmişti. Hikâyedeki kötü karakterimizin kendisinden nefret etmemiz için akla gelebilecek her türlü iğrençliği yapabilmesini ekleyelim buna. Olayların ABD’de liberalizmin (ve filmin mesajına göre ahlâksızlığın –film boyunca gerekli gereksiz karşımıza getirilen erotik dükkanları, gece kulüplerini ve bir şekilde “normal” olmadıkları özellikle hissettirilen eşcinsel karakterleri düşünelim-) kalesi olarak bilinen San Fransisco’da geçtiğini ve liberal belediye başkanının korkaklığını da unutmayalım. Açılışın kameranın taradığı bir anıt üzerinde isimleri yeri alan ve kötülerle savaşırken görev başına ölen polislerle yapıldığını ve finalde kahramanımızın “kırgınlığını” da düşününce filmimizin mesajı çok net aslında: Yaşadığımız toplum bir pislik yuvası ve yöneticilerimiz –burada liberal Demokratlara laf atılıyor elbette- korkak ve basiretsiz. Bu durumda bireysel olarak ortaya çıkan ve bu yozlaşmanın nedenlerinden biri olan liberal yasaları takmayan kahraman(lar)a ihtiyacımız var. Eastwood’un çok parlak bir performansla yarattığı ve ABD sinemasının artık kesinlikle klasik olmuş dedektif karakterinin kötülere “hak ettiği” biçimde davranması ve yanına partner olarak verilen üniversite okumuş polisin bu işin kendisine göre olmadığını anlaması (ve üstelik başta eleştirdiği dedektifimizi sonradan tamamen haklı bulması ile oluyor bu farkındalık) ile de bu mesajını destekliyor filmimiz ve tüm “zayıflardan” nefret ederek faşizmin en temel göstergelerinden birine sahip olan karakterimizi de yüceltmekten bir an olsun geri durmuyor.

Yukarıda belirttiklerimi destekleyecek daha pek çok örneği var filmin. Hayli başarılı çekilmiş ve temposu/heyacanı bir an bile düşmeyen, katilin direktifleri doğrultusunda dedektifimizin bir telefon kulübesinden diğerine koştuğu sahnede bile karşımıza çeteci (görünüşleri ile rahatça uyuşturucuyu kendilerine yakıştıracağınız) karakterleri çıkararak kahramanımızın yoldan çıkmış bu toplumda işinin ne kadar zor olduğunu vurgulayan ve tüm eşcinsel karakterlerini ya abartılı vücut dilleri ile ya fuhuş ile ilişkilendirerek ama mutlaka korkak olarak gösteren filmin içeriğine ve mesajına karşı dikkatli olunmalı özet olarak. Kötülüklere karşı kural dışı hareket ederek “mücadele eden kahramanların” yüceltilmesinin kabul gördüğü bir toplumda varılan yerlerden birinin bizdeki karşılığının elinde sopa ve palalarla sokaktaki “teröristlerin” peşine düşenler olduğunu hatırlatarak kapatalım bu konuyu ama filmin muhafazakâr havasını destekleyecek şekilde kötü adamımızın “Jesus Saves” yazısına defalarca ateş ettiğini ve kahramanımızın bu kötü adamla hesaplaşmak için buluştuğu yerin haç şeklinde koca bir anıt olduğunu da eklemeyi unutmadan.

Tüm bu içerik problemleri bir yana koyulursa karşımızda iyi anlatılmış ve iyi oynanmış bir hikâye olduğunu söylemek gerekiyor. Kahramanının depresif ama mücadeleci yapısını, kötü adamının planlarını ve polislerin onu yakalamak için giriştikleri mücadeleyi –hikâyedeki kimi açık noktalara rağmen- heyecan dolu ve temposu çok iyi ayarlanmış bir şekilde anlatmayı başarmış yönetmen Don Siegel. Zaman zaman başvurduğu küçük oyunlar da, örneğin bir işkence sahnesinde kamera yükselerek uzaklaşırken işkence görenin sesinin boş stad içinde yankılanması, hayli etkileyici kesinlikle. Oyuncu Eastwood ve yönetmen Siegel’in filmin piyasaya çıkışından sonra ABD’deki pek çok polis toplantısının baş davetlileri arasına girmesi ve hatta Filipinler polis teşkilatının eğitimlerde kullanmak üzere filmin bir kopyasını talep etmesi gibi gerçeklerin de desteklediği gibi polis dostu olduğu açık olan bir hikâye bu ama yönetmen Siegel’ın şehrin mekanlarını başarılı biçimde kullanması, usta isim Bruce Surtees’in gerçekçilik duygusunu artıran görüntüleri ve Andrew Robinson’ın kötü adam rolündeki performansı ile de değerlenen film mesajına karşı uyanık olmayı gerektiren ve yine de zanaatkârlığına diyecek laf olmayan bir çalışma özet olarak.

(“Kirli Adam”)

Escape from Alcatraz – Don Siegel (1979)

“Toplumun kurallarına uymazsan seni cezaevine yollarlar; cezaevinin kurallarına uymazsan seni bize yollarlar”

Alcatraz cezaevinden firar etmeyi planlayan mahkumların gerçek hikâyesi.

ABD’nin kötü şöhretli ve kaçmanın imkânsız göründüğü ünlü cezaevinden zekâ dolu bir plan ile firar etmeye çalışan dört mahkumun bu hikâyesi J. Campbell Bruce’un kitabından uyarlanmış sinemaya. Alcatraz’dan son firar denemelerinden biri olan bu maceranın sonucu bilinmiyor. Ne devletin uzun süren araştırmalarından sonra vardığı firarilerin boğulduğu varsayımını ne de mahkumların kaçmayı başardığını destekleyen bir kanıt bulunabilmiş bugüne kadar. Don Siegel’in filmi Clint Eastwood’un lideri olduğu bu firar teşebbüsünün hikâyesini tam da hak ettiği bir biçimde aktarıyor; cezaevinin koşullarını göstermeyi ihmal etmeden ama odağı oraya kaydırmadan film, planın oluşumunu ve gerçekleştirilmesini titiz, sakin ve detaycı bir biçimde getiriyor karşımıza.

Patrick McGoohan’ın rahatsız edici bir gerçekçilik duygusu yaratan oyunu ile canlandırdığı cezaevi müdürünün katı kuralları ve uygulamaları ile mahkumların insanlıklarından çıkarıldığı bir ortamda geçen film, Clint Eastwood’un her zamanki “cool” (veya bir başka göz ile bakıldığında “donuk”) oyunu ile canlandırdığı Morris karakterinin üstün zekâsı ile oluşturduğu planının tüm detaylarını klasik sinemanın kalıpları içinde ve sabırla sergilerken seyircinin ilgisini sürekli ayakta tutmayı başarıyor. Planın zekiliği bir yana film aslında gerek cezaevi koşullarını göstermekte gerekse karakter incelemesi açısından çok da yeni şeyler söylemiyor. Hatta filmin diğer hemen tüm karakterlerin geçmişini şu ya da bu şekilde anlatırken, baş kahramanının geçmişi ile ilgili hemen hiçbir şey söylememek gibi bir garipliği de var. Bu bir şey söylememe tercihi anlaşılabilir ve doğru ama bu tercih yan karakterler için kullanılmayınca film bir eksiklik duygusu yaratmıyor da değil. Finalin de biraz ani geldiğini ve yarım kalmışlık duygusuna neden olduğunu söylemek gerek. Klasik bir dille anlatılan filmin finalinde kameranın en azından seyirciye o belirsizlik duygusunun tedirginliğini geçirmesi beklenirdi ama film hemen birden bitiveriyor adeta.

Senaryo zaman zaman Hollywood kalıpları içinde hareket edip hikâyeye çok da katkısı olmayan duygusal sahnelere alan açıyor ama neyse ki bunları bir kenara bırakıp ihtiyacı olan ve filmi de çekici kılan sertliğe geri dönüyor. Ağırlıklı olarak kapalı mekanlarda geçen film mekanların doğal klostrofobisini de genellikle başarı ile kullanıyor. Diyalogların Patrick McGoohan’ın ağzından duyulan kimi cümleler dışında çok başarılı olduğu söylenemez ama hikâyenin buna çok da ihtiyacı yok gibi görünüyor. Siegel filmini kaçış planının üzerine oturtmuş ve kimi gereksiz trükler dışında, örneğin gardiyan adını söylediğinde çakan şimşeğin Morris’in yüzünü aydınlatması veya hücrenin karanlığı ile muhteşem San Francisco gökyüzü görüntülerinin zıtlığını yan yana koyması, mizansen ve kurgu anlayışı ile üzerine düşeni yapmış görünüyor. Filmin iyi anlatılmış, heyecan ve gerilimi doğru bir dozda tutulmuş, alçak tonda anlatımı ile Hollywood’un kötü alışkanlıklarından çoğunlukla uzak durmuş ve sonuç olarak başarılmış bir çalışma olduğunu söylemek mümkün özet olarak.

(“Alkatraz’dan Kaçış”)