Sleuth – Joseph L. Mankiewicz (1972)

“İşte, sen ve ben oyun oynamanın ne demek olduğunu biliyoruz. Oyun oynayarak hayatın anlamsızlığı ve korkuları ile yüzleşecek ve hayatı kalıcı bir parlak hayaller oyunu olarak yorumlayacak cesaret ve yeteneklere sahip, eşit güçte iki insanın bir araya gelmesi… Çok nadir olan bir şey bu”

“Oynamayı” seven bir polisiye yazarının karısının sevgilisini evine davet ederek başlattığı ölümcül oyunun hikâyesi .

Anthony Shaffer’ın aynı adlı tiyatro oyunundan yine Shaffer tarafından sinemaya uyarlanan ve Joseph L. Mankiewicz tarafından yönetilen bir klasik. Seyirciyi şaşırtmak için açılış jeneriğinde listelenen başka isimler olsa da sadece iki oyuncudan oluşan bir kadrosu olan film, Shaffer’in güçlü metni/senaryosu, kariyerindeki son filmini çeken Mankiewicz’in klasik sinemanın kokusunu taşıyan yönetimi ve Laurence Olivier ve Michael Caine’in parmak ısırtacak performansları ile sinema tarihinin görülmesi gerekli örneklerinden biri. 2007’de Harold Pinter’ın senaryosu ile Kenneth Branagh tarafından yönetilen ve ilk yapımda Olivier’ın üstlendiği rolü bu kez Caine’in aldığı ve yerini de Jude Law’a bıraktığı bir tekrar çekimi de olan film, bir parça uzun ve yoğun diyaloglara sahip olsa da iki oyuncusunun performansları ile hemen hiç enerjisini yitirmiyor ve özellikle ikinci yarısında –hikâyenin sürprizlerini bilmeyenleri daha da fazla olmak üzere- seyirciyi avucunun içine alıp “oynuyor” onunla.

Shaffer’ın kendi oyunundan uyarladığı senaryosu orijinal metnin gücünü perdeye başarı ile taşımış. Hem kendini “oyun oynamaya kaptırmış” ve tam bir İngiliz centilmeni görünümündeki yazar ile yarı İngiliz yarı İtalyan olan işçi sınıfı kökenli kuaför arasında geçen tüm diyaloglar hem de hikâyenin seyirciyi ve karakterleri sürekli şaşırtarak takip ettiği yol kesinlikle filmin başarısına ciddi katkıda bulunmuşlar. Sadece iki erkeğin karakterleri arasındaki bir savaşa değil bu karakterlerin temsilcisi olduğu sınıfların arasındaki savaşa da keyifle değinen film, bu özelliği ile de ayrıca ilgiyi hak ediyor. Ve her iki sınıfın da “para” söz konusu olduğunda nasıl benzeşebildiğini göstermesi filmin eleştirel boyutunu desteklerken belki film kelimenin basit anlamı ile “politika” yapmıyor ama karakterlerinin davranışları ile sınıflarının karakteristiklerini örtüştürüyor bir bakıma. Açılış sahnesindeki labirent bahçe hikâyenin seyirciyi ve karakterlerini şaşırtarak alacağı bir yolun bir sembolü olarak filmin sıkı bir giriş yapmasını sağlarken, yönetmen Mankiewicz bu hikâyeyi tiyatro havasından -orijinal havasını zedelemeden- gerektiği kadar uzaklaştırıp seyredene bir sinemasal tat da armağan ediyor. Gerektiği kadar diyorum çünkü filmin gücü bir yandan da bu sıkı tiyatro havasından geliyor kesinlikle. “Seks bir oyundur, evlilik de cezası” veya “Birisinin özüne inebilmenin en kestirme yolu onu aşağılamaktır. Nasıl biri olduğunu hemen anlarsınız” gibi sözleri ile metin/senaryo gerçekten etkileyici çünkü. Tom Smith’in makyaj çalışması film seyredildiğinde değeri çok iyi anlaşılacak bir kalitede ve seyircinin de düştüğü tuzaklardan birinin baş sorumlusu(!) olarak takdiri hak ediyor. Diyalogların bazen teatral bir hava taşıdığını ve sinema perdesinde tiyatro sahnesinde yaratacağı kadar etkili olmadığını belirtmek gerek ama bu durumun filmin tadını kaçırmadığı rahatça söylenebilir.

Olivier yaşlı ve üst sınıftan polisiye yazarını oynarken her zamanki ustalığını, yine hiçbir anında aksamadan ustalıkla konuşturuyor. Karakterinin “oyun” düşkünlüğünü, karısını elinden alacak olan genç adamı aşağılarken ve onu tuzağa düşürürken hissettiği nerede ise şehvetli diye anlandırılabilecek duygularını seyirciye bire bir geçiriyor. Caine de bu usta oyuncunun karşısında, işçi sınıfı kökenli karakterini aynı başarı ile canlandırıyor ve her iki oyuncu kedi-fare oyunu diye nitelendirebileceğimiz hikâyeyi hem inandırıcı hem de çekici kılıyorlar. Bu iki oyuncuya eşlik eden başka “oyuncular da” var filmde ama onlar romancının tutku ile bağlanmış göründüğü oyuncaklar. Kimi insan boyutunda kimi daha küçük tüm bu oyuncaklar, iki adamın iradesi ile zaman zaman canlanırken adeta onlar kadar önemli bir parçası oluyorlar hikâyenin.

Mankiewicz ve oyuncular filmin her anına zaten damgalarını vurmuşlar ama örneğin “delilleri arama” sahnesi gibi anlar gerçekten heyecan verici bir düzeyde keyifli bir biçim ve içerik ile oluşturulmuş ve seyircinin de -tamamen bir övgü olarak söylüyorum- bir oyunu canlı olarak seyrediyormuş gibi hissetmesini sağlayacak bir gerçeklik duygusu ve dinamizm içermeleri ile dikkat çekiyorlar. Oswald Morris’in stilize ve özellikle evin içindeki cansız objeleri hızlı bir kurgu ile karşımıza getiren kamerasını, John Addison’ın filme yakışan ve zaman zaman barok bir gerilimi çağrıştıran müziğini ve dinleme fırsatı bulduğumuz üç klasik Cole Porter şarkısını da anmadan geçmeyelim.

İki saati aşkın süresi ve sadece iki oyunculu kadrosuna rağmen zamanın su gibi akıp geçtiği ve değme gerilim filmine taş çıkartacak bir sonuç ortaya koyabilen bir film kesinlikle görülmeli elbette. Agatha Christie’den Joanne Woodward’a Vivien Leigh’den “Rebecca” filmine sanat dünyasına yaptığı kimi göndermelerle de bulmaca meraklılarına ayrıca bir keyif vereceğini de söyleyelim, bu artık bir klasik olan çalışmanın.

(“Kanlı Şaka”)

That Evening Sun – Scott Teems (2009)

“Aptal değilim, Paul. Önümdeki yol ne uzun ne de dolambaçlı; kısa ve düz, zehirli bir ok gibi. Ama elimdeki tek şey bu ve onunla dilediğimi yapmayı hak ediyorum”

Yaşlı bir çiftçinin huzurevinden kaçarak tekrar çiftliğinde yaşama çabasının hikâyesi.

İlk romanını 1999’da 58 yaşındayken yayınlayan ve “The Long Home” adlı bu kitabı ile büyük ilgi toplayan ABD’li yazar William Gay’in 2002’de yayınlanan “I Hate to See That Evening Sun Go Down” adlı hikâye kitabına ismini veren hikâyeden sinemaya aktarılan bir eser. Kendisi de Tennessee’li olan yazarın bu bölgede geçen hikâyesini sinemaya uyarlayan, bu filmle ilk yönetmenliğini gerçekleştiren Scott Teems olmuş. Filmin 80 yaşındaki karakterini canlandıran ve o tarihte 84 yaşında olan usta oyuncu Hal Holbrook’un başarılı performansı ile öne çıktığı film hikâyesi ilerledikçe açılan ve düşebileceği, evinde yaşamak ve ölmek isteyen yaşlı adam klişesinden çoğunlukla uzak durmayı başaran ama zaman zaman düştüğü televizyon filmi havası ve belki hikâyeyi bir film süresine yayabilmek için eklenmiş gibi görünen kendi başına etkili ama filmin havasına katkıda bulunmayan“flashback” sahneleri gibi anları ile tam bir başarıya erişemeyen bir çalışma.

Scott Teems bu oldukça Amerikan, daha doğrusu Amerika’nın güney bölgelerine ait, görünen filmini country ağırlıklı ve çekici müziklerle karşımıza getirirken bir yandan yaşlılığı ve getirdiklerini inatçı bir karakter üzerinden sergiliyor, diğer yandan da farklı nesillerden iki erkeğin çatışması üzerinden yarattığı bir gerilimi hikâyesine yedirmeyi başarıyor. Bu iki erkeği oynayan Holbrook ve Ray McKinnon’ın etkileyici performansları ile çoğunlukla diyaloglar üzerinden üretilen gerilim filmin en önemli noktalarından biri olarak dikkat çekiyor. Benzer şekilde yaşlı kahramanımızın kendi yaşlarındaki komşusu ile verandada yaptığı sohbetler de yaşlılık üzerine anlamlı kareler izlememizi sağlıyor. Filme çok yakışan Michael Penn imzalı müzikler ve Rodney Taylor’ın bölgenin doğal güzelliklerini abartmadan yakalayan kamerası da Teems’in bu ilk yönetmenlik çalışmasını ilgiye değer kılan öğeler arasına girmeyi başarıyor ve seyredene de keyif veriyor kesinlikle. Hikâye ilerledikçe her iki erkeğin karşımızda yavaş yavaş tüm kişilik özellikleri ile birlikte netleşiyor olması ve karakterlerinin elle tutulur hale gelmesi de filme cazibe katıyor açıkçası. Başlarda ortalama bir televizyon filmi havasında başlayan ve bir yaşlı adam “trajedisi” izleyeceğimiz algısını yaratan film yavaş yavaş bu havadan sıyrılmaya başlıyor ve keşke tüm hikâye böyle kurulsaymış dedirtiyor seyredene. Dedirtiyor çünkü bu televizyon filmi havasından bu sonradan açılmasına rağmen bir türlü kurtulamıyor olması filmimizden tam bir keyif almamıza engel oluyor. Özetle zaman zaman kapıldığı ve başlarda iyice belirgin olan televizyon filmlerine özgü derinliksizlik, hem hikâyede zaten var olan hem de oyuncularının performansları ile kendisini her zaman olmasa da göstermeyi başaran derinliğin önüne geçiyor.

Yönetmen Teems’in kimi kurgu tercihleri de filme bir parça zarar vermiş görünüyor. Özellikle sıradan bir Amerikan filminde seyircinin üzerine duygusallığı boca etmek amacı ile rahatça kullanılabilecek flash-back’lere başvurması doğru bir seçim olmamış. Üstelik bu sahneler Holbrook’un güçlü oyununu da gölgeleyerek onun çarpıcı oyunu ile filmi taşıdığı noktayı geriye çekmeleri ile de dikkat çekiyorlar. Bu kusurları bir yana filme klişe duygusallıklardan çoğunlukla uzak durduğu ve baş kahramanını “sevimli ve zavallı yaşlı adam” olarak tanımlamadığı için hakkını vermek gerek. Ayrıca kahramanımızla çiftlik evinin sahipliği – ya da sadece onun- için çatışır görünen ama aslında çatışmayı kendi içinde yaşayan adamın da hikâyeye zenginlik kattığını eklemek gerek. Sert görünümlü ama bir yandan da çok kırılgan olan bu adam ile kahramanımız arasındaki ilişkinin ilerleyişi ve finali de zarif bir şekilde işlenmiş yönetmen Teems tarafından.

(“Akşam Güneşi”)

Kar Beyaz – Selim Güneş (2010)

“Karanlıktan korkuyorsun / Anlıyorum Bebeğim / Ama sana aydınlık bir rüya söz veriyorum / Yum gözlerini ve kendini ışıklı rüyalara bırak / Kuşlar sana ninni söyleyecek / Uyu bebeğim, uyu bebeğim / Korkma, annen seni bekleyecek”

Yoksul bir Artvin köyünde yaşayan ve yoldan geçen araçlardaki yolculara ayran satan bir çocuğun hikâyesi.

Sabahattin Ali’nin 1938 tarihli “Ayran” adlı hikâyesinden Selim Güneş’in uyarladığı ve yönettiği bir film. Güneş’in ilk ve şimdilik son filmi olan çalışma o “büyülü gerçekçilik” denen türden etkileyici bir eser. Ali’nin hikâyesini kattığı yeni karakterlerle “zenginleştiren” ve “büyüten” Güneş, hikâye için seçtiği mekanlardan yakaladığı görüntüler, oyuncularından aldığı yalın ve doğal performanslar, çok başarılı bir müzik çalışmasını hikâyesi ile iç içe geçirmekteki başarısı ve sinemamızın pek çok usta isminin başaramadığı veya umursamadığı bir öğeyi, karakterlerini yerelliklerini yitirmeden evrensel kılmayı başarabilmesi ile takdiri hak ediyor.

Sabahattin Ali’nin 30’lu yılların koşulları altında söyleyebileceğini fazlası ile söyleyerek düzenin yoksulu nasıl yok oluşa ittiğini birkaç sayfada etkileyici bir dil ile aktardığı hikâyesi sinemaya taşınırken kitaptaki çarpıcılığını yitirmeden sinemasal karşılığını bulmuş bu film ile. Hem filmi takdir ediyor hem de bu filme kaynaklık eden hikâyeyi –belki yeniden- okuma arzusunu duyuyorsanız, netameli bir konu olan edebiyat-sinema ilişkisinden yara almadan çıktığı açık Güneş’in. Hikâyenin görsel karşılığını, başka bir deyişle görsel yorumunu veya daha da doğru bir deyişle yazının ilham verdiği görüntüyü izlerken Güneş’in hemen hiç aksamadan karşımıza ilgisiz kalınamayacak bir film getirdiğini söylemek gerek öncelikle. Aksadığı iki konu var ki biri hikâye ilerledikçe önemini kaybediyor, diğeri ise sanatçının fotoğrafçılığı ile izah edilebilecek ve filmin başarısını gölgeleyemeyen bir tercih. İlk konu filmin başta bir parça dağınık ilerlemesi; sanki hikâyeye kendi kattığı karakterleri bir araya getirmekte önce bir sıkıntı yaşamış gibi yönetmen. Ne var ki başlardaki bu problemi sonra süratle gideriyor Güneş ve karakterler, içinde bulundukları durum ve aralarındaki ilişki oturdukça filme –hatta seyredeni şaşırtacak bir hızda- ısınıyorsunuz. Yönetmen özellikle doğanın içinden çıkarıp karşımıza getirdiği görüntülerde zaman zaman görsel güzelliğin büyüsüne kendisi de kapılmış görünüyor ama neyse ki bu anlar gerçek bir rahatsızlık yaratacak kadar çok değiller.

1930’lu yıllarda geçen bir hikâyeyi 12 Eylül 1980’nin hemen öncesine veya sonrasına taşıyan senaryonun en temel başarılarından biri orijinal olay örgüsünü hemen hiç bozmadan, pek çoğu kitapta sadece birkaç kelime ile değinilen ve kimileri de kitapta hiç adı geçmeyen karakterleri hikâyeye çok doğal bir biçimde yedirebilmiş olması. Örneğin hikâyede sadece yokluğundan ve neden belirtilmeden bahsedilen baba, filmde somut bir şekilde karşımıza çıkarken ve evden uzak oluşunun nedeni seyirciye aktarılırken herhangi bir eğretilik, bir zorlama hissetmiyorsunuz. Benzer şekilde hikâyede tren istasyonunun şefi burada yoldan geçen araçların durduğu derme çatma bir mola yerinde çalışan bir gence dönüşürken, Güneş bu yeni karakterinin hikâyesini de kendi başına ilgi çekici kılmayı başarıyor. Yaptığı işten dolayı içinden atamadığı bir pişmanlığı olan yaşlı adam veya bu yabani yere düşmüş olmanın mutsuzluğu içindeki İstanbullu mühendis gibi karakterler de kitaptaki rollerinden çok daha fazlasını taşıyorlar burada ve bu değişikliklerde, daha doğrusu eklemelerde de başarılı olmuş senarist/yönetmen Güneş.

Karakterlerini gereksiz diyaloglardan uzak tutuyor film ve Artvin’in karlar altındaki muhteşem doğasını da nerede ise bir karaktere dönüştürerek görsellik üzerinden anlatıyor derdini. Bunu yaparken de belki kimi aşina gelebilecek ama tümü bir “derdin” dışavurum aracı olarak başarı ile kullanılmış çarpıcı görüntülerle seyircisini “büyülüyor”. Çocuğun elinden düşerek derenin sularına karışıp giden Zagor kitabı, birdenbire karşımıza çıkan ve üzeri beyaz boya ile kapatılmış olsa da hâlâ net bir şekilde kendisini gösteren, kaya üzerindeki “Dev-Genç” yazılaması veya elindeki kor halindeki küçük odun parçasını hızla sağa sola sallayarak, oluşan ateş görüntüsüne küçük bir mucizeye bakarmış gibi bakan çocuk… tüm bunlar Güneş’in ve filminin görsel gücünün birkaç örneği sadece. Yönetmen bu az diyaloglu filmde sessizliği zarif bir şekilde bozan ortam seslerini de başarı ile kullanıyor ve filmini sadece görsel değil işitsel açıdan da üst düzeyde bir yere oturtuyor.

Film farklı mekanlarda eş zamanlı oluşan ses ve görüntüleri birbiri ardına karşımıza getirerek stilize bir çalışmanın da örneği oluyor. Evet, belki çok yeni veya orijinal değil bu tercih ama babanın bir kalemle elindeki defteri öfke ve mutsuzluk içinde hızlıca karalaması ile oğlunun soğuktan donmamak için ellerini hızlıca birbirine sürtmesi peş peşe karşımıza geldiğinde gerçekten çok etkileyici bir an yaratıyorlar. Bunlara eriyen buzdan damlayan su taneleri veya yerde uçuşan kar taneleri gibi tekil görüntüleri ve genel olarak tüm doğanın filmde de söylendiği gibi “buraya gelen de ağlar, giden de ağlar” ruh halini yansıtacak şekilde sergilenmesindeki başarıyı da eklemeli kuşkusuz.

Ve filmin iç burkan hüznü: Her bir karakterin bir şeyi bekliyor oluşu ve bu bekleyişteki umutsuzlukları bu hüznü elle tutulur kılarken aynı zamanda kitaptaki hikâyeyi zenginleştirmeleri ile de dikkat çekiyor. Gelmeyen ama geldiğinde de belirsizliği yıkıcı bir darbeye dönüştürecek bir mektup, beklenen bir eş, beklenen bir baba ve birkaç kuruş kazanabilmek için beklenen minibüs yolcuları… Kendisi de hikâyenin yaşandığı yörenin çocuğu olan Mircan Kaya’nın Antalya’da ödül alan müziklerinin ayrı bir boyuta taşıyarak desteklediği bu bekleyiş ve yoksulluk hikâyesinden etkilenmemek mümkün değil. İnsanları tek başlarına gösterdiği anlarda –annenin hizmetçilik yaptığı evdeki sessiz ve yalnız mutsuzluğu, çocuğun evinden mola yerine yaptığı zorlu ve yalnız yürüyüşleri veya babanın –gereksiz bir an dışında- ceazevinde dünyadan yalıtılmış bir şekilde yaşadığı yalnızlığı- daha da etkileyici olan film, kitapta da olan bir sahne ile gösterilen doğadan uzak yaşayan insanların benciliğinin karşısına kitapta yer almayan ve doğanın saflığı ile iç içe olanların dürüstlüğünü koyan sahnesi (para üstü ve düşürülen cüzdan sahnelerinden söz ediyorum) ile de ilgiyi hak ediyor. Büyülü, gerçekçi ve yerel olanı ıskalamayan bir film.