IF 2014 – 1

Haylaz (Neposlusni) – Mina Djukic : Sırp yönetmen Djukic’in bu ilk uzun metrajlı filmi, senaryosunu da kendisinin yazdığı ve seyrettiğinizde sinemaya bir tazelik getirdiğini hissettiğiniz türden çarpıcı bir eser. Ana akım sinemada göreceğimiz türden bir hikâyesi olmayan film, üç yıl sonra tekrar görüşen ve çocuklukları “sıkı bir dostluk” içinde geçen genç bir erkek ve kadının bisikletleri ile yaptıkları bir yolculuğu anlatıyor. Filmden hak ettiği keyfi alabilmek için seyircinin de tıpkı iki baş karakteri gibi sözcüklere, açıklamalara ihtiyaç duymadan hikâyeye katılabilmesi gerekiyor. Sırbistan kırlarından yakaladığı karelerle ve finaldeki hortum sahnesi ile gücünü sürekli yukarıda tutan bir görüntü çalışması, eğlenceli ve melodileri ile özellikle bize tanıdık gelecek şarkıları, iki genç oyuncusunun çocukluk, gençlik ve yetişkinlik arasında gidip gelen karakterlerini canladırmadaki başarısı ile de önemli bir ilk film bu. Karakterlerini yeterince derinleştirmemiş veya hikâyesi amaçsız görünebilir filmin ki açıkçası bir parça da öyle ve belki de daha önemlisi seyircinin özdeşleşmesini kolaylaştıracak bir aşk havasını yakalayamamış gibi durabilir ama filmin yaratıcılarının zaten böyle dertleri olmamış. Karşımızdaki lirik bir şiir ama kolayca kendinizi vermenizi sağlayacak türden değil mısraları; görüntülerdeki sıcaklığın aksine hikâye genç aşıklar kolaycılığına kapılmıyor; melodisi sıcak ama atonal olmaktan da çekinmeyen bir müzik parçasını andırıyor. Djukic’in ilk filmindeki bu taze bakışı yitirmeden ve özellikle daha güçlü ve derin içerikli bir senaryo ile çekeceği yeni filmleri merakla bekleten bir çalışma.
(“The Disobedient”)

Good Vibrations – Lisa Barros D’Sa / Glenn Leyburn : 1970’lerde geçen film, Punk Rock’ın İrlanda’daki babası olan Terri Hooley adındaki gerçek bir karakterin hayatının bir bölümünü anlatırken, terör olaylarının başını alıp gittiği Belfast’ta naif bir adamın şehrin ölüm ve korku ile dolu sokaklarında müzik aracılığı ile açtığı bir pencereyi karşımıza getiriyor. BBC yapımı olan film bu kurumun alamet-i farikası olan unsurları da barındırıyor ve “tarafsız”, “sorumluluk sahibi” ve “uzlaşmacı” tavrı ile savaşan tüm taraflara üçüncü bir yolun varlığını işaret ediyor bekleneceği üzere. Richard Dormer’ın keyifli bir biçimde canlandırdığı ve içindeki yaşam sevincini hep diri tutan baş karakterinin sevimliliğinden ve hümanizminden, hikâye boyunca sık sık karşımıza çıkan dönemin başarılı şarkılarından, tüm kadronun uyumlu ve güçlü oyunundan ve yönetmenlerin hikâyeye kattığı dinamizmden ciddi katkı alan film hayli keyifli anlar geçiriyor seyircisine. Dramını ve mizahını dengelemeyi başaran ve bunu en çarpıcı olarak da sokaklarında sürekli bombaların patladığı bir şehirde geçen hikâyeyi seyrederken punk şarkılarına eşlik eden seyircinin bundan rahatsızlık duymaması ile gösteren film, seyri hak eden bir çalışma. Hikâyenin bazen sarkmasına neden olan ve tüm karakterlerine hak ettiği derinliği vermemiş gibi görünen senaryosuna ve sonuçta çok da derinlere inmeyen içeriğine rağmen film, gerçek görüntüleri doğru bir kurgu ile kullanması ile de dikkat çeken bir eser.

Csak a Szél – Benedek Fliegauf (2012)

“Sadece rüzgâr. Uyu hadi”

Irkçıların Roman ailelere saldırdığı Macaristan’da bir Roman ailenin hikâyesi.

Macar yönetmen Benedek Fliegauf’un bu şimdilik son filmi Berlin Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü almış, belgesele yakın anlatım tarzı, gerçekçiliği ve konusuna çok uygun “soğuk” üslubu ile dikkat çeken bir çalışma. Bir hikâye anlatmaktan çok ki bir hikâyesi olduğu da tartışılabilir, göstermeyi ve bunu yaparken de nerede ise tarafsız daha doğrusu “duygusuz” kalmayı seçen film, popüler filmlerden çok uzakta duran biçim ve içeriği ile herkese göre değil belki ama seveceklerin de gerçekten sevecekleri bir çalışma.

Açılışta filmin hikâyesinin 2008 ve 2009 yılları arasında yaşanan ve ırkçıların saldırıları sonucu 5 Roman’ın öldüğü olaylardan esinlendiği söyleniyor. Yönetmene ait olan senaryo bir Roman ailenin günlük hayatını dört birey (anne, iki çocuk ve büyükbaba) üzerinden anlatırken bildiğimiz anlamda bir çatışma içermiyor aslında. Etrafta bir süredir devam eden saldırıların yarattığı tedirginlik altında günlük hayatlarını devam ettirirken bir yandan da içinde bulundukları zorlu ekonomik koşullara direnmeye çalışıyor bu bireyler. Babanın yaşadığı Kanada’ya gitmek için uzun süredir para biriktirmeye çalışan anne, tacizlerle dolu bir iş hayatında temizlikçi olarak çalışırken hasta ve bakıma muhtaç olan büyükbaba ile de ilgileniyor. Ailenin genç kızı içinde bulunduğu koşullara rağmen okul hayatını sürdürmeye ve umudunu ayakta tutmaya çalışan -basit güzelliği ile hayli etkileyici olan, küçük komşu kızla ilgilenme sahnesinde vurgulandığı gibi- karakteri ile dikkat çekiyor. Erkek kardeşi ise okulu asıyor, boş ve saldırıya uğrayan ailelere ait evlerden bulabildiği öteberiyi çalarak “sığınağında” saklıyor ve babanın yanına gidecekleri günü bekliyor. Benzer bir yoksulluk içinde görünen etraftaki Roman aileler de saldırılara karşı kendilerini korumanın yollarını arıyorlar. Film tüm bu karakterleri anlatırken onların bir gününü yalın ve gerçekçi bir dil ile karşımıza getiriyor ve saldırıları –final sahnesi dışında- veya bu saldırıların yarattığı tedirginliği hafif bir şekilde hissetirmekle yetiniyor çoğunlukla. Bu tercih ise bir yandan filmin sadeliğine yakışırken, diğer yandan da hikâyelerini paylaştığı insanların bu yaşadıklarının onların “normali” olduğunu vurguluyor aslında filmimiz. Dolayısı ile kolay yollara sapmayarak, nerede ise anlattıkları karşısında tarafsız bir konumu tercih ediyor filmimiz ve seyircinin de katılımını bekliyor bu nedenle.

Hemen tamamen yakın, kimi zaman çok yakın planlarla çalışan ve özellikle iç mekanlarda doğal ışık tercihi nedeni ile zaman zaman hayli karanlık görüntüleri karşımıza getiren yönetmen senaryosundaki yalınlığı ve belgesele yakın tutumunu mizansen anlayışına da taşımış. Romanlar’ın yaşadığı ayrımcılığı altını çizmeden gösterdiği gibi, el kamerası ile çekilen sahnelerde de herhangi bir sinemasal oyuna başvurmuyor çoğunlukla. Sürekli kullandığı yakın planlar aracılığı ile seyredenin hikâyeye girmesini sağlarken, karakterlerinin hayatına da ortak ediyor seyircisini yönetmen. Durgun anlatımını ve karanlık çekimleri de ekleyince, filmin bu tür filmlere alışık olmayanları yorabileceğini söylemek gerek. 3 temel karakterin (anne ve iki çocuğu) çok az bir araya getiren ve bu anlarda da özel bir çatışma içine sokmayan türden bir yaklaşımı olan hikâyenin sıradan seyirciye zaten cazip gelmeyeceği açık kuşkusuz.

Tümü amatör olan üç baş oyuncusundan gerçekçiliği ile dikkat çeken performanslar almayı başaran filmde, özellikle anne rolündeki Katalin Toldi çok başarılı. Yönetmen/senarist Benedek Fliegauf’un üç oyuncusunu içine bıraktığı hayatın doğallığı ve gerçekçiliği de elbette oyuncuların başarısına katkıda bulunmuş. Hikâyenin gerçekçiliği saldırıya uğramış bir eve gelen iki polisin diyaloglarında da kendisini gösteriyor ve o konuşmada geçen “Kurşunlar rastgele çingenelere harcanmayacak kadar pahalı” gibi cümleler üzerinden ırkçılığın içselleştiği vurgulanıyor. Ne var ki burada filmin eleştirilmesi gereken bir yönünü de söylemek gerek. 2008-2009 tarihleri arasında gerçekten yaşanan bu saldırıların ülkenin o tarihlerde çökmüş ekonomisinin, komünizmin çöküşünden sonra hızla kapitalistleşen ülkedeki sosyo-ekonomik politikaların ve bugün de sertliğini artırarak devam eden milliyetçi yönetimlerin de bir sonucu olduğuna hiç değinmiyor film. Bu kusuru bir kenara bırakılırsa, çok iyi becerilmiş finali, sergilediği yoksulluk manzarası, karşımıza getirdiği gerçek insanları ve gerçeğin yakıcılığını süslemeden anlatabilmesi ile de hayli önemli ve gerekli bir film özet olarak.

(“Just the Wind” – “Sadece Rüzgâr”)

Frailty – Bill Paxton (2001)

“Dünyanın sonu yaklaşıyor. Çok yakınız artık. Melek gösterdi bana: Aramızda iblisler var. Şeytan son savaş için onları serbest bıraktı. Savaş şu anda devam ediyor. Ama bunu biz ve bizim gibiler dışında kimse bilmiyor”

İblisleri öldürmek için Tanrı’nın kendisini görevlendirdiğini söyleyen bir adamın ve iki çocuğunun hikâyesi.

ABD’li oyuncu Bill Paxton’ın yönettiği ilk uzun metrajlı sinema filmi. Brent Hanley’nin orijinal senaryosundan çektiği ve düşük bütçeli bu filmde Paxton, başrolleri Matthew McConaughey ve Powers Boothe ile paylaşmış ve ortaya psikolojik gerilim türünde zaman zaman etkileyici olmayı başaran küçük bir eser koymuş. Senaryosunun bir yandan filme güç kattığı, diğer yandan özellikle inandırıcılık bağlamında sıkıntı da yarattığı çalışmada oyuncular filme gerekli atmosferi sağlamakta üzerlerine düşeni yapıyorlar ve Paxton yönetmen olarak, gerçeküstü öğeler de barındıran filme hak ettiği yalınlığı ve gerilimi sağlamayı başarıyor. Öte yandan filmin pek derinlere gizlenmemiş bir ahlâksal yaklaşım ve maneviyat övgüsü ile bezeli olduğunu da söylemek ve mesajlarından sakınmak için dikkatli olmak gerekiyor.

Filmin orijinal adı olan “Frailty” manevî zaaf anlamına geliyor ve finale doğru filme neden bu adın verildiğini anlıyorsunuz. İşte bu isimlendirme gerekçesi hikâye boyunca üzerimize yavaş yavaş boca edilen din, ahlâk ve maneviyat karışımının altını kalın çizgiler ile çizen öğe oluyor. Babanın bilinçli olarak ani bir değişim olarak gösterilen ama tam da bu nedenle sadece seyirciyi yadırgatacak bir inandırıcılık eksikliğini taşıması ile dikkat çeken dönüşüm sahnesinden başlayarak, film Tanrı, melek, şeytan ve iblisler üzerine finalde ortaya çıkan gerçeklerin muhafazakâr bir seyirciyi mutlu edeceği bir şekilde epey döktürüyor. Babanın kendilerinin tanrı tarafından iblisleri yok etmek için görevlendirildiğini ifade eden cümlelerini başta kuşkuyla karşılayıp, sonra da inanmayan büyük çocuğun “cezalandırılarak arınması ve inanca kavuşması/inanmış görünmesi” ise tipik bir Hristiyan aziz hikâyesinden alıntı nerede ise. Fanatik dinci bir adamın hikâyesi gibi başlayan ama sonradan saptığı yollarla en çok da dindarları mutlu edecek olan filmin bu hayli “manevî Amerikan taşrası” havasından özenle sakınmak gerekiyor özet olarak. Yoksa biz de bir gün rüyamızda bize seslenen bir meleğin görevlendirmesi ile karşı karşıya kalıp ortalığı kan gölüne çevirebiliriz.

Hikâyenin ahlâki kusuru bir kenara bırakılırsa, karşımızda yalın anlatımı ile dikkat çeken ve aslında en çok da bundan faydalanmış görünen bir film var. Evet, hikâye kimi gerçekleri finalde sunuyor seyircisine ve başarılmış görünen bir sürprizi barındırıyor ama yönetmen Paxton “iblisleri yok etmeye kendisini adayan bir adam ve çocuklarının” hikayesini mizansen numaralarına başvurmadan ve zaman zaman da –maalesef- televizyon filmi havasında aktarmayı başarıyor. Şiddet ve kanlı sahneleri ise dozunda tutmayı başarmış görünüyor Paxton ve görsel efektlerin bir parça ucuz görünmesinden fazla yara almadan da alnının akı ile işin altından kalkıyor. Yönetmenin elindeki senaryonun zaman zaman kapıldığı inandırıcılık yoksunluğu, örneğin babanın birden “delirmesi” ve bu deliliğin başlamasından sonraki gelişmelerdeki ikna düzeyinin yetersizliği, filme zarar vermiş açıkçası ama yine de hikâyenin ilgi ile izlenmesini sağlamış Paxton. Senaryo çocuklardan büyüğünün tanık oldukları nedeni ile yaşadığı dehşet ve korkuyu iyi işlemiş ama aslında çok daha farklı okumalara açık ve üzerine gidilse daha sıkı bir hikâyeye kaynaklık edebilecek trajedisini ıskalamış görünüyor. Yalnız senaryonun –maalesef yine dinsel bir mesaj- babaya duyulan kuşku, ret ve inanç duygularını dinlerdeki baba Tanrı figürüne karşı duyulan ile ustalıkla örtüştürdüğünü de söylemek gerek. Hikâyemizdeki baba da müşfik, yol gösteren ve gerektiğinde de şiddetle cezalandıran bir baba ve ancak çekilen acılar aracılığı ile ulaşılan bir inanç onun mutlak doğruluğuna doğru götürüyor kullarını. Hikâyenin tüm bu unsurlarını ters yönden okumak ve bağnaz inançların eleştirisi olarak da görmek mümkün anlatılanları ama finaldeki muhafazakârlık övgüsü –hamile kadın ve kocasının adeta aile kurmaya teşvik eden bir kurumun posterindeki saf mutluluğunu hatırlayalım- bu yaklaşımı pek gerçekçi kılmıyor açıkçası.

Paxton, Boothe ve McConaughey’nin belki özel bir parıltılı an içermeyen ama hiç de aksamayan oyunları ile bu küçük film kendisini yine de gerilim türündeki çalışmaların seyre değer olanlarının yanına konumlandırmayı başarıyor. Çocukların yaşadığı ikilem ve dehşet duyguları, sorgulamadan edinilen inanç, acı çekilerek ulaşılan inanç veya gerçekten inanılmayan bir öğretinin peşinde gitmek zorunda kalmak üzerine düşündürdükleri de önemli bu filmin.

(“Günahkâr”)

Poulet aux Prunes – Vincent Paronnaud / Marjane Satrapi (2011)

“Hayatın nefesini artık içine almıyorsun. Hata! Hayattan vazgeçtin. Bir insan için, hayatından vazgeçmekten daha kötü bir şey yoktur. Hiçbir şey!”

Kendisi için çok özel olan kemanı kırılınca yaşama sevincini kaybeden ve yatağında yatarak ölmeye karar veren ünlü bir müzisyenin hikâyesi .

İlk uzun metrajlı filmleri olan ve yine birlikte çektikleri “Persepolis” adlı animasyon ile büyük ilgi toplayan Vincent Paronnaud ve Marjane Satrapi ikilisinin bunun ardından çektikleri film arada animasyonlara da başvuran ve tıpkı ilkindeki gibi mizahın ve dramın yan yana seyrettiği bir çalışma. 1950’li yılların Tahran’ında geçen film Marjane Satrapi’nin aynı adlı çizgi romanından Paronnaud ve Satrapi tarafından beyaz perdeye uyarlanmış ve çizgi roman havasını filmin bazen lehine bazen aleyhine olacak şekilde taşıyan bir çalışma. Kahramanının son sekiz gününü anlatan film sık sık geriye dönüşlerle hikâyedeki karakterlerin geçmişini de sergiliyor. Genel olarak keyif veren ve ilgiyi üzerinden eksik etmeyen filmin zaman zaman dağınık bir hal alma ve tonunu tam olarak belirleyememe gibi kusurları da var.

Ağırlığı Fransız olan oyuncularla çekilen filmin dili Fransızca ve hikâye İran’da geçmesine rağmen arada karşımıza çıkan masalları veya masal havalı sahneleri saymazsak İran’dan çok fazla esinti taşımayınca, doğal olarak bir “yapaylık” seziyorsunuz öncelikle ve filmin tadına ne zaman varmaya başlayacağınız da bu rahatsız edici durumdan ne zaman kurtulduğunuz ile yakından bağlantılı. Filmin bir eksikliği de havasının farklı türler arasında gidip geliyor olması; masalsı bir atmosferden sessiz sinema döneminin komedisine veya dışavurumculuğa kadar farklı türler arasında gidip gelen çalışma bu yolla bir yandan dinamizm kazanıyor ama öte yandan hem dramının hem komedisinin tam anlamı ile keyfine varılmasına engel oluyor. Paronnaud ve Satrapi ikilisi kaynak çizgi romanın sinemasal karşılıklarını bulmuş görünüyorlar çoğunlukla ve oyunculuklar, mizansen anlayışı, kurgu ve zaman zaman karşımıza gelen animasyon sahneleri bu karşılıkların kendi içinde tutarlı bir bütün oluşturmasına imkân veriyorlar. Bu tutarlılığı belki de tek bozan sahne fazlası ile grotesk bir havası olan ve kahramanımızın oğlunun Amerika’daki aile hayatını gösteren anlar. Oyunculukları ve mizanseni fazlası ile abartılı bu sahnenin ve bu durum filmin “politik” -tipik Amerikan ailesine ve hayat tarzına yönelik bir eleştiri aracılığı ile oluşan bir politiklikten söz ediyorum- bir tavır takındığı nadir anların bir örneği olan bölümün gücünü fazlası ile yitirmesine neden olmuş sonuç olarak. Üstelik İran Devrimi sonrası ABD’ye giden ve tam bir Amerikalı’ya dönüşen karakterleri alaya alma çabası da silikleşiyor bu tercih nedeni ile. Hikâyede başı komünistliği yüzünden derde girmiş kardeş karakteri ile daha doğrudan politik bir tavır var ama bu üzerinde pek durulmadan unutuluyor bir süre sonra.

Yukarıdaki “kusurlar” filmin keyfini çıkarmaya engel olmamalı kesinlikle. Ingmar Bergman’ın “Det Sjunde Inseglet – Yedinci Mühür” filmindeki Ölüm’le satranç oynayan şövalye sahnesini hatırlatan Azrail ile kahramanımızın karşılıklı sigara içmesi sahnesi hem yaptığı bu çağrışım ile hem de kurgusu ve kamera kullanımı ile çok eğlenceli örneğin. Hikâye boyunca karşımıza gelen animasyon sahneleri de yalınlığı ve şıklığı aynı anda barındırabilmeleri ile dikkat çekecek derecede başarılı. Zaman zaman devreye giren anlatıcı dış ses de oldukça dozunda kullanılmış ve gösterilemeyeni açıklamak bir çabanın peşine düşmeden ve kattığı hafif mizah havası ile filme renk getirmiş kesinlikle. Filmin bir başarısı da geçmiş, bugün ve geleceği oldukça akıcı bir biçimde hikâye içinde kurgulayabilmesi ve dramına rağmen/mizahının sayesinde oluşan “uçarı” havasını bu kurgu ile daha da çekici hale getirebilmiş olması. Yönetmenlerin görsel başarılarının da altını çizmek gerek. Hemen her sahne kendine özel ve ona tam da uyan kamera açıları ve görsel bir anlayış ile çekilmiş görünüyor (ki bu durumun bir yandan da filmin üslup dağınıklığının nedeni olduğunu söylemeli).

Mario Soldati’nin 1954 yapımı “La Donna Del Fiume” filminin posteri ile karşımıza gelen Sophia Loren üzerinden sinemanın/kadınların iyileştirici özelliğine sevimli bir selam gönderen ve kısa rollerde Isabella Rossellini ve Chiara Mastroianni’yi de karşımıza getiren filmde, kahramanımızı oynayan Mathieu Amalric ve eşi rolündeki Maria de Medeiros rollerinin hakkını fazlası ile vermişler ve yapay bir hava yaratmadan karakterlerini “abartmayı“ başarmışlar. Özetle, bazen bir bütünlüğün eksikliğini hissettirse de yaratıcılarının “Persopolis” adlı çalışmalarındaki politikanın yerini daha kişisel görünen bir hikâyenin aldığı film görülmeyi hak ediyor.

(“Chicken with Plums” – “Azrail’i Beklerken”)