A Delicate Balance – Tony Richardson (1973)

“Böylesine sessiz, hüzünlü, mide bulandıran bir aşk…”

Zengin bir yaşlı çiftin kendileri ile yaşayan kadının bekâr kız kardeşi, boşanma ile biten dördüncü evliliğinden sonra eve dönen kızları ve kendi evlerinde yaşadıkları tuhaf bir olaydan sonra çiftin evine yerleşmeye karar veren ve arkadaşları olan bir çift ile yaşadıklarının hikâyesi.

Yapımcı Ely Landau 1973-1975 yılları arasında ünlü Amerikan oyunlarının sinema uyarlamalarını yapmayı hedeflemiş ve bu kapsamda 14 ayrı oyun ve müzikali sinema perdesine taşımıştı. Serinin ilk filmi olan “A Delicate Balance” dev kelimesini hak edecek bir kadro ve ünlü İngiliz yönetmen Tony Richardson tarafından aktarılmış sinemaya. Tiyatro oyununa oldukça sadık olan senaryo oyunun yazarı Edward Albee’ye ait. Richardson aradaki ufak “müdahaleleri” dışında daha çok filme alınan bir oyun getirmiş karşımıza. Bu anlamda filme sinemasal bir tattan çok güçlü bir oyunun güçlü oyuncular tarafından oynanmasından kaynaklanan keyif için yaklaşmak gerekiyor. Çok konuşmalı ve diyalogların da sıradan günlük hayatın izlerinden çok, birbirinden ilginç karakterlerin “entelektüel” birikimlerinin izlerini taşıdığı film hareket ve eğlence peşinde olanlar için değil kesinlikle. Ne var ki özellikle karakterleri tanıdıktan ve onları anladıktan sonra kimileri için sıkı bir keyif sağlayacağı da açık bu filmin.

Paul Scofield, Katharine Hepburn, Lee Remick, Kate Reid, Joseph Cotten ve Betsy Blair… Bu muhteşem kadro ne yapsa seyredilir diye başlamak gerek öncelikle. Bugün hiçbiri hayatta olmayan bu oyuncular çoğunlukla tek çekimle oluşturulan planlarla hayli zor bir oyunculuk tecrübesinin altından çarpıcı bir başarı ile kalkıyorlar. Adeta bir oda tiyatrosunda en ön sırada oturmuş ve müthiş bir oyundaki oyunculuk gösterisine tanık oluyor gibi hissediyorsunuz kendinizi. Özellikle de Scofield, Hepburn ve Reid senaryonun da kendilerine sağladığı avantajı kullanarak seyredeni avuçlarının içinde tutuyorlar hikâye boyunca. Uzun ve kimi zamanlarda -özellikle karakterlerin birbirlerine alaycı olarak yaklaştıkları anlarda- kompleks bir hal alan diyalogları 130 dakikayı aşan bir filmde başka hangi oyuncular seyirciye bu denli çekici kılabilirdi bilmiyorum ama oyuncular ve performansları filmin en büyük artısı kesinlikle.

Ve elbette Albee’nin oyunu/senaryosu. Evin tek bir odasında, oturma odasında geçen oyun filmde seyiciye arada nefes aldırmak için olsa gerek zaman zaman farklı odalara taşınsa da temel olarak tüm hikâye tek bir odada geçiyor. Bu odada oyunun/filmin farklı temaları karakterlerin diyalogları ve duyguları üzerinden seyirciye de geçiyor kesinlikle ki bu aktarımda yukarıda sözünü ettiğim gibi en büyük pay oyuncuların. Örneğin temalardan biri olan “kayıp” farklı alanlarda karşımıza gelirken bunların ikisinin ana oyuncusu olan Hepburn küçük yaşta ölen oğlunun kaybını nerede ise diyaloglarına bile yansıtmadan sadece gözleri ile öyle bir anlatıyor ki seyirciye… Evet, kayıp hikâyenin temalarından biri. Ölen çocuğun doldurul(a)mayan boşluğundan, Hepburn’ün yaşlandıkça aklını kaybetme endişesine ve onlarla yaşayan kız kardeşten sonra eve dönen kızlarının ve emrivaki ile eve yerleşen arkadaşların neden olduğu bir kayıp daha var: mahremiyetin kaybı. Kaybın yanında karakterlerin diyaloglarına sıklıkla yansıyan “korku” var bir de. Her bir karakterin kendi korkuları var ve bu korkularını nerede ise tek başlarına yaşıyorlar hikâye boyunca. Eve yerleşen diğer çiftin kendi evlerinde yaşadıkları “gizemli” korkudan (bu korkuyu anlattıkları sahne filmin de en etkileyici anlarından biri kesinlikle) yaşlanmaya, büyümeye veya bir yandan çokça arzu edilip öte yandan kaçılan aşka kadar pek çok korku karşımıza gelip duruyor hikâyede.

Tony Richardson birkaç kez başvurduğu zum hareketi ve bir sahnede kullandığı yukarıdan çekim dışında yumuşak bir kurgu ile bir araya getirdiği sahneleri ile daha çok hikâyeyi sadece takip eden bir konum üstlenmiş gibi. Böyle olunca da oyunun gücüne ve oyuncularına kendini kaptıramayan bir seyircinin filmden alacağı tat hayli düşük olabilir açıkçası. Yine Albee’nin bir oyunundan sinemaya aktarılan “Who’s Afraid of Virginia Woolf? – Kim Korkar Hain Kurttan?” ile kıyaslandığında filmin sinemasal açıdan geride kaldığı açık ama başta yapımcı Landau olmak üzere filmin yaratıcılarının hedefi bu değilmiş zaten. Burada hedeflenen Amerikan tiyatrosunun kimi klasik eserlerini gelecek nesillere güçlü oyuncular, sağlam bir kadro ve küçük sinemasal dokunuşlarla aktarmak olmuş çünkü. Bir evde kurulmaya ve ayakta tutulmaya çalışılan “hassas bir dengenin” geleceği ve bu dengeyi daha da tehlikeye sokan eve yerleşen çiftle ne yapılacağı konusunu anlatan bu hikâye özellikle ilk yarım saatinden sonra daha fazla -ve sinemasal olmayan- bir tat veren ve en önemlisi oyuncularının sağladığı keyif için izlenmesi gereken bir çalışma. Müzik ve kurgu gibi sinemanın kimi temel araçlarına başvurmayan bir filmle karşı karşıya olduğunuzu da unutmadan.

Heaven – Scott Reynolds (1998)

“Bu kahrolası yönetim kurulunun başkanıyım ben!”

Karısının boşamak üzere olduğu, içki ve kumar problemleri olan bir mimarın aldığı bir iş sırasında tanıştığı ve gizemli güçleri olan bir travesti ile ilişkisinin ve bulaştığı suç dünyasında yaşadıklarının hikâyesi.

Yeni Zelandalı yönetmen Scott Reynolds’ın bugüne kadar yönettiği diğer iki filmde olduğu gibi senaryosunu da yazdığı film farklı bir suç filmi olmak için iyi niyetle yola çıkan ama yol boyunca epey tökezleyen ve hedeflediği yerin de uzaklarına düşen bir çalışma. Bağımsız filmlerin usta oyuncusu ve özellikle Hal Hartley filmlerindeki performansları ile tanınan Martin Donovan’ın da yukarılara taşıyamadığı bir film bu ve hikâyesindeki kimi ilginç öğelere ve kimi sürprizlere rağmen istediği başarıyı yakalayamıyor. Yine de ilgiyi ve takdiri hak eden yanları da yok değil.

Kahramanımız kendisini boşamak üzere olan karısı tarafından terk edilmiş ve oğlunun velayetini de kaptırmak üzere. Üstelik içki ve ciddi bir kumar sorunu var ve mimarlık işi de pek iyi gitmiyor. Aldığı bir iş nedeni ile gittiği gece kulübünde tanıdığı ve filme de adını veren Heaven adlı travestinin olacakları görmek gibi bir gizemli gücü var. Onun bu gücünü ise gece kulübünün patronu ve karısıyla ilişkisi de olan kahramanımızın doktoru (ve dolayısı ile karısı) kendi çıkarları için kullanmaya çalışıyorlar. Senaryo bunları anlatırken doğrusal bir anlatımdan uzak duruyor ve zaman zaman seyirciyi şaşırtan ve ilgisini çeken sürprizlere başvuruyor ki filmin de en elle tutulur yanı burası. Gerçeğin aslında öyle olmadığını, üstelik de seyircinin zekâsı ile dalga geçmeden söyleyebilmek kolay iş değil ve Reynolds senaryosu ve yönetmenlik becerisi ile bunu başarıyor açıkçası. Yönetmen benzer bir başarıyı da hikâye boyunca iki kez başvurduğu bir üçlü (daha doğrusu farklı anlarda geçen iki ikili konuşmanın birlikte kurgulanması ile oluşan üçlü konuşmalar bunlar) konuşma sahnesi ile gösteriyor. Akıllıca yazılan diyaloglar hem karakterlerimizi hem seyirciyi şaşırtıyor kesinlikle.

Gece kulübünün kirli işler peşindeki acımasız patronunu canlandıran Richard Schiff filmin oyunculuk alanında öne çıkan ismi oluyor ve pek de özel çizilmemiş görünen karakterini ayakta tutmayı başarıyor. Baş roldeki Martin Donovan ise alıştığımız ustalığından uzak bir görünüm sergiliyor ve adeta pek de inanmış görünmediği bu hikâyede ne aradığını sorguluyor bakışları ile. Travesti Heaven’ı canlandıran ve çoğunlukla televizyon dizileri ile dolu kariyerindeki ikinci ve şimdilik son filmindeki Daniel Edwards ise potansiyeli olan ama bu potansiyeli yine senaryo tarafından hırpalanan rolünde yine de üzerine düşeni yapıyor. Senaryomuzun sıkıntılarından biri olan klişe tiplemelerden birini (kahramanımızın eşini) oynayan Joanna Going en azından aksamıyor ama senaryonun nerede ise bir karikatür gibi çizdiği doktor rolündeki Patrick Malahide senaryonun hatasını büyüterek oynamış görünüyor.

Filmin görsel ve “politik” kusurlarına da değinmek gerek ki bunlar “mutlu aile” sahnelerinde olduğu gibi iç içe de geçiyor bazen. Reklamlardaki yapay mutlu aile sahnelerini hatırlatan bir ışıklandırmanın varlığından söz etmek ne demek istediğimi anlatmak için yeterli sanırım. Buna ek olarak “maço” yanını destekleyecek iki kusuru daha var filmin. Şiddet sahnelerinden sakınmıyor hiç, rahatsız edici bir şekilde kandan geçilmiyor ortalık. Daha önemli kusuru ise “politik” olanı: Kahramanımızın problemleri karısının kendisini terk etmesi (evet, erkeğin kusurları var ama…) ve henüz boşanmadan aldatması ile oluşmuş gibi bir hava yaratıyor hikâye. Gerek finali, gerek mutlu aile güzellemeleri ve gerekse kadının hikâyede bir şekilde cezanlandırılması (aklının başına gelmesi de diyebiliriz) ile film kadının yuvayı bozmasının ne kadar tehlikeli olduğunun altını çiziyor seyircisine.

Kısa bir sinema salonu tecrübesinden sonra doğrudan video pazarına giden film zaman zaman B sınıfı filmlerinin havasını hatırlatması ve hikayenin temel kurgusunun ilginçliği ile yine de ilgi toplayabilecek bir çalışma. Ayrıca finalde Heaven için belirlediği sonu ve bu tip sert filmlerden beklenmeyecek bir özgürlükçü anlayışı da var filmin ki kesinlikle övgüyü hak ediyor. Evet, bir yanı ile aile kurumunun kutsallığını gözümüze sokuyor belki ama öte yandan “farklı bir aile” biçimine de gayet sıcak yaklaşıyor.

(“Cennet”)

Yeniçeriler – Godfrey Goodwin

1957-1968 yılları arasında Robert Kolej’de sanat ve mimarlık tarihi dersleri vermiş olan İngiliz Godfrey Goodwin “The History of Ottoman Architecture – Osmanlı Mimarlığı Tarihi” adlı ilk kitabını yazarken aldığı notların büyük bir kısmının Yeniçeriler ile ilgili olduğunu farketmesi ile başlamış kitabı düşünmeye. Sonuçta bu kitapta da zaman zaman adı geçen Mimar Sinan da Yavuz Sultan Selim zamanında devşirme yöntemi ile Osmanlı ordusuna yeniçeri olarak girmiş ünlü bir isim ve baş mimar olmadan önce de Yeniçeri Ocağı’nda üst rütbelere kadar yükselmiş. Goodwin kitabında her ne kadar Yeniçeri ocaklarının kuruluş, yükselme ve yozlaşma ile birlikte çökme dönemlerini kronolojik olarak anlatsa da bir yandan da Osmanlı tarihini anlatıyor ve bu imparatorluğun tüm tarihinin aslında sadece askeri açıdan bile ele alınabileceğini gösteriyor bize dolaylı olarak. Bunu söylerken Osmanlı’nın sadece askeri öğelerin baskın olduğu bir devlet olduğu değil demek istediğim; ordunun ve askerliğin uygarlığın diğer tüm unsurları ile hayli iç içe geçtiğini ve Mimar Sinan örneğinin yanısıra devşirme yönteminin sık sık sadece ordu için değil Enderun için de kullanıldığı gerçeğini kastederek söylüyorum bunu.

Goodwin her ne kadar bir Batılı olsa da övgüsünde de yergisinde de kendini pek sakınmış görünmüyor ama genel olarak Osmanlı’nın özellikle parlak dönemlerine ve Osmanlı milletine ve Türkiye’ye bir sevgi duyduğunu anlıyorsunuz okuduklarından. Devşirme yöntemi ile içine doğdukları toplumlardan/hayatlardan alınarak yetiştirilen ve Osmanlı hanedanına mutlak bağlılıklarını sağlamak için Osmanlı toplumunun diğer kesimlerine yabancı kalacak şekilde eğitilen çocukların tam da bu nedenle Osmanlı’nın hem en parlak hem de en zayıf zamanlarının yaratıcılarından biri olduğunu anlatıyor temel olarak kitap. Başlangıçta sadece Hristiyan ailelerden devşirilen çocuklarla oluşturulan Yeniçeri ocaklarına 17. yüzyılda zorunluluklar nedeni ile yeniçeri çocuklarının (Yeniçerilik bir asalet sistemi olmadığı ve aile içinde bir devamlılık göstermesi istenmediği için babası yeniçeri olanlar ocağa alınmazmış genel kural olarak) ve müslüman doğanların da ocağa alınması yozlaşmanın hem sonucu hem de nedenlerinden biri olmuş gibi görünüyor kitabın bıraktığı izlenime göre. Bunun yanında ticarete bulaşmaya başlamaları, paraya ve içkiye düşkünlükleri nedeni ile bugünkü karşılığı ile mafyavari yapılanmalara girişmeleri ve iktidarlarını kaybetmemek için her türlü reform ve yeniliğe direnmeleri hem onların hem de bir yandan Osmanlı’nın sonu olmuş denebilir kitabın özeti olarak.

Goodwin akademik olmayan bir dille özellikle konu ile ilgili bilgisi yüzeysel olanlar için hayli çekici bir kitap yazmış. Kaba bir ayrımla duraklama ve gerileme olarak adlandırılan dönemlerde yeniçeri ocaklarının dönüşümü (en basit kelime ile çeteleşme denebilir bu dönüşüme) Türkiye’nin bugünkü tarihi üzerine asker-halk veya asker-iktidar ilişkileri, dinin iktidar kurumları içindeki yeri ve iktidar kavgaları üzerine epey çağrışım yaratıyor kitapta. Goodwin’in eseri bir yandan da sadece Osmanlı’nın değil tüm dünya tarihinin sadece katliamlar, soykırımlar, savaşlar ve iktidar mücadeleleri üzerinden de anlatılabileceğini ve mücadelenin biçimleri değişmiş görünüyor olmakla birlikte bunun bugün için de geçerli olduğunu gösteriyor. İngiliz Elçisi Long Strangford’un 1823 yılında yazdığı bir mektupta İstanbul için yazdıkları bir zamanların “muhteşem” imparatorluğunun ne hale düştüğünü çok iyi özetlerken, kitap da kendi hacmi içinde ve derli toplu bir anlatımla Batı’nın bir zamanlar hayran olduğu yeniçerileri, güçlerini nereden aldıklarını ve sonra bu güçleri nasıl kaybettiklerini aktarıyor okuyucusuna. Mohaç Savaşı bölümünde olduğu gibi zaman zaman bir hikâye anlatırmış havasına bürünen ve özellikle Vakayi Hayriye bölümünde tarihi bir macera gibi okunabilecek kitap tarih yazınının tarihi onu oluşturan insanla birlikte ele aldığında çok daha keyifli olduğunu da hatırlatıyor.

“İstanbul’daki yaşamı süsleyen olaylar son iki haftada adamakıllı arttı ve değişik şekillere büründü. Birkaç fırtına, bir deprem, yeniçerilerin boğdurulması, veba vakaları ve muhtelif yangınlar…”

(“The Janissaries”)

Papillon – Franklin J. Schaffner (1973)

“Suçun bir insanın işleyebileceği en büyük suç. Seni hayatını boşa harcamakla itham ediyorum”

Fransız Guyana’sındaki bir cezaevinde ömür boyu hapse mahkum edilen bir adam ve orada arkadaş olduğu bir başka mahkumun hikâyesi.

Fransız Henri Charrière’in 1969 yılında basılan aynı adlı kitabından Dalton Trumbo ve Lorenzo Semple Jr tarafından sinemaya uyarlanan filmi ABD’li Franklin J. Schaffner yönetmiş. Charrière’in vahşi koşullar altında geçen cezaevi günlerini ve kaçma çabalarını anlatan otobiyografik roman yıllar sonra gerçekleri -kimine göre epey- çarpıtmakla suçlanmış ve anlatılan pek çok olayın kendisinin değil diğer mahkumların başından geçtiği söylenmiş. Yine de sadece Fransa’da 1.5 milyon satan kitap yüksek popülaritesi ile sinemanın da ilgi alanına girmiş. Kendisi de hayli hacimli kitaptan ortaya çıkan iki buçuk saatlik film aynı anda hem hayli güçlü hem zayıf yanları olan ama genel olarak bakıldığında klasik sinemanın örneklerinden biri olarak bugün de ilgiyi hak eden bir sinema eseri. İki güçlü oyuncusu, Schaffner’in görselliği başarı ile kullandığı klasik mizansen anlayışı ve zaman zaman kazandığı görkemi ile önemli bir film bu.

Gelen mahkumların yüzde kırkının bir yıllarını doldurmadan hayatlarını kaybettiği, “ciddi” disiplin suçlarının giyotin ile cezalandırıldığı ve aylar hatta yıllar süren tek kişilik ve ışıksız hücre cezalarının sıradan olduğu yüksek güvenlikli bir cezaevi olarak hizmet veren bir adada geçiyor hikâyemiz çoğunlukla. Bir kadın satıcısını öldürmekle suçlanmış olan ve göğsündeki dövme nedeni ile “Papillon – Kelebek” olarak çağrılan bir adamla (Steve McQueen) Fransa’nın hazine kağıtları ile ilgili kalpazanlığından dolayı burada bulunan bir diğeri (Dustin Hoffman) hikâyenin iki temel karakteri. “Kelebek” Charrière gerçek hayatta ölümüne kadar masum olduğunu iddia etmiş ve film de onu bir suçludan çok güçlü, kararlı ve iyi bir insan olarak resmediyor çoğunlukla. Romandan kaynaklanan nedenlerle bu iki karakterin geçmişi ile hiç ilgilenmiyor filmimiz ve tam da bu nedenle karakterlerin ilkinin karanlık hücrede geçirdiği aylardan sonra içine düştüğü halüsinasyonların birinde “hayatını boşa harcamakla suçlanmasını ve bunu kabul etmesini” anlatamıyor bize. Buna karşılık iki güçlü senaristin imzasını taşıyan hikâye romandan aldıkları gücü perdeye taşımayı başarmışlar çoğunlukla ve zaman zaman epik bir hava kazanan hikâye çıkarmayı başarmışlar, ama temel bir sıkıntıyı atlamadan söyleyelim bunu. Filmin bazı bölümleri, örneğin kahramanımızın kaçışı esnasında kendisini bulduğu bir yerli köyünde geçen günleri romandakinin aksine hikâyede bir yama gibi durmuş kesinlikle. Yerlilerin iyi yürekliliği kahramanımızın sonradan bir manastırda karşılaştığı ihanetle tezat teşkil ederek bir etki yaratıyor ama yine de tüm bir bölüm içeriği ve yönetmenin mizansen anlayışı ile filmin genel havasının epey uzağına düşüyor. Adeta kahramanımız ile yerliler arasındaki dil engeli burada filmle seyirci arasında oluşuyor ve ilgili sahneler bir erkeğin fantezilerine dönüşüyor nerede ise. Yıllar önce kitabı okuduğumda kahramanın tüm yaşadıklarından sonra bu bölümün hem ona hem okuyucuya o ana kadar olanların tam tersi bir dünyayı tasvir etmesi nedeni ile nefes alma fırsatı verdiğini düşünmüş ve hiç yadırgatıcı bulmamıştım bu sayfaları. Filmden bu duyguyu alamamak hayli ilginç bir eksiklik olarak dikkatimi çekti. Schaffner’in kimi sahnelere de nedense, taşıdığı potansiyeli hak eden bir zenginlik katamadığını da söylemek gerek. Örneğin romanda olmayan timsah yakalama sahnesi ne hedeflendiği kadar heyecan verici ne de arzu edildiği kadar eğlenceli olabilmiş.

İki dev oyuncunun, McQueen ve Hoffman’ın filme kattıkları ise tartışılmaz bir gerçek kuşkusuz. Hoffman senarist Dalton Trumbo ile ilk kez karşılaştığında onun hassas ve çekingen yapısını gözlemiş ve karakterini onu düşünerek şekillendirmiş. Kalın camlı gözlükleri olan ve tabiatına çok aykırı bir ortamda ayakta kalmaya çalışan karakterini tüm beden diline yansıtarak oynuyor ve bu başarısı karakterinin finaldeki halini çok daha çarpıcı kılıyor. Hikâyenin asıl kahramanı Kelebek’i oynayan McQueen elbette. Başta hücrede geçen sahneler olmak üzere canlandırdığı kişinin tüm yaşadıklarını, geçirdiği ruhsal ve fiziksel değişiklikleri inandırıcılığın da ötesine geçen bir performans ile sunuyor bize. Aylarca kaldığı hücresinin kapısındaki küçük delikten başını uzatarak yan hücredeki mahkuma nasıl göründüğünü sorduğu ve aldığı “iyi görünüyorsun” cevabı ile gerçekte ne halde olduğunu anladığı sahnede örneğin kelimenin tam anlamı ile göz yaşartıyor. Hoffman’ın yaptığı fedakârlık nedeni ile McQueen’e minnettarlık ile baktığı sahnede iki karakter arasındaki sevgi ve dostluğu hissetmemek imkânsız ve bunda en büyük pay onların kesinlikle.

Karakterlerin Fransız olduğu, hikâyenin Fransa’ya ait topraklarda geçtiği ve doğal olarak hapishanedeki yazıların Fransızca olduğu bir filmi Amerikalılar çekince herkesin İngilizce konuşması gibi sıradan Hollywood tuhaflığı bir yana, Hollywood için çok alışılmadık yanları da var filmin. Mastürbasyon kelimesinin kullanılabilmesi, başlardaki -uzak çekim de olsa- tüm mahkumların çıplak göründüğü sahne veya eşcinsel bir mahkumun taciz sahnesi filmin özellikle o dönem Amerikan sineması için cüretkâr yanlarının örnekleri. Elbette romanı yazan gibi filmi çekenler de Fransız olsaydı, bu konularda çok daha rahat ve dolayısı ile çok daha doğal bir sonuca ulaşılacak olduğu da açık. Schaffner yerli köyündeki sahnelerde nerede ise bir amatör gibi davranmış ama diğer bölümlerde klasik dili ustalıkla kullanırken ufak oyunlara da girişerek çarpıcı sonuçlar elde etmiş. Örneğin kahramanımızın yerlilerin okları ile vurulup nehire düştüğü ve yavaş çekimin tercih edildiği anlar hayli etkileyici. Buna karşılık halüsinasyon sahneleri daha iyi olabilirmiş açıkası. Jerry Goldsmith’in Oscar’a aday olan görkemli ve filme yakışan müziği ve Fred J. Koenekamp’ın masraftan kaçınılmamış görünen setleri ve doğal mekanları başarı ile görüntüleyen kamerası da filmin artıları arasında yer alıyor. Senaryonun tıpkı kitapta olduğu gibi kahramanlarını hissettiklerinden çok yaşadıkları ile anlatmayı tercih etmesi nedeni ile görselliğin ve onun yaratacağı gerçekçiliğin önem kazandığı filmde “long shot” olarak adlandırılan ve karakterleri ve nesneleri bulundukları mekanla birlikte gösteren ve genellikle geniş açı ile yapılan çekimler tercih edilmiş akıllıca bir şekilde.

Büyük bütçeli ve bir parça da epik havası olan film bugün kimilerinin en sevdikleri listelerinden hiç düşmeyen bir klasik. Sadece McQueen ve Hoffman için bile görülmeyi kesinlikle hak eden film -Amerikan seyircisinin okuma özürlülüğünü gösterecek şekilde garip bir şekilde bir dış sesin söylediği bir cümle ile- kapanırken karakterlerinin macerasına tanık olmuş olmanın keyfini yaratıyor seyircide ki bu da değerinin açık bir göstergesi olsa gerek.

(“Kelebek”)