The Conjuring – James Wan (2013)

“Hem şeytan hem Tanrı gerçektir. Bizim, insanların kaderi hangisinin yolundan gitmeye karar verdiğimize sıkı sıkıya bağlıdır”

Satın aldıkları yeni evlerinde karanlık ruhların musallat olduğu bir ailenin ve yardıma çağırdıkları, doğaüstü güçlerle savaş uzmanı bir çiftin hikâyesi.

Korku ve şiddet dolu filmlerin genç ustası James Wan’ın 2013 tarihli filmi korku türüne çok bir yenilik getirmese de epey beğenilmiş ve ödüller almış bir çalışma. Şiddetin sömürüsünde sınır bilmeyen “Saw – Testere” serisinin bu sömürüden en az nasiplenmesi ile en kayda değer olanı da olan ilk filmi ile büyük beğeni toplayan yönetmenin bu çalışmasının senaryosu ikiz kardeşler Chad Hayes ve Carey Hayes’e ait. Hayes kardeşler senaryoyu Edward Warren Miney ve Lorraine Rita Warren adındaki bir çiftin hayat hikâyelerinden esinlenerek yazmışlar. Sinemaya da iki kez aktarılan (“The Amityville Horror – Kuşku”) Amityville olayının doğaüstü araştırmacıları sahtekârlıkları konusunda epey tartışma yaratmış olsalar da kimilerince de çok sıkı desteklenmişler. Filmimizin yaratıcıları da onların dürüstlükleri konusunda hiçbir soru işareti taşımadan kahramanlıkları ile baş başa bırakmışlar bizleri. Ortaya çıkan sonuç genellikle klasik korku filmlerinden esintiler taşıyan, en temel amacı olan korkutmayı yine genellikle başaran ama öte yandan kimi klişelerden epey nasiplendiği gibi ikinci yarısında da gereksiz bir aksiyona dönüşmesi ile kendi değerini düşüren bir çalışma olmuş.

Bir çiftin çocukları olan beş kızla birlikte bir çiftlik evine yerleşmesi ile başlıyor filmimiz ve daha ilk günlerde evdeki tuhaflıkların da kurbanı olmaya başlıyorlar. Şeytan çıkarma dahil pek çok farklı türdeki vakalarda çalışmışlıkları olan Warren çiftini yardıma çağırıyorlar ve sonrası tahmin edileceği şekilde ilerliyor. Film bir devam filmine göz kırparak biterken (ki 2015 yılında gösterime girmek üzere aynı senarist ve baş oyuncular ile bir devam filminin ön hazırlıkları sürüyor), korku türünden hoşlananlara bir “müşteri tatmini” yaşatmayı da başarıyor açıkçası. Tüm insanların girdiği eve girmemekte direnen köpek gibi masum klişeler bir yana, evin tüm çocuklarının kız olması ve kötü ruhun da (adına şeytan veya başka bir şey de diyebilirsiniz) sonunda evin kadınına musallat olması türün en rahatsız edici klişelerinden birini getiriyor karşımıza. Tüm bu şeytani varlıkların neden hemen hep kadınlara dadandığını ve kötülüklerini neden hep onlarda vücut bularak işlediğini sorgulamadan geçmemek gerekiyor. Sanatta veya burada olduğu gibi zanaatta da, toplumun erkek egemen anlayışının kadını bir şekilde hep “tehlikeli” bir varlık olarak görme kültürünün yansımasını görmek rahatsız edici ama gerçek bir olgu bu. Hikâyenin bu bakışını izlerini sadece beş genç kızda ve annelerinde görmüyoruz; kötücül varlıkla savaşan çiftimizden doğaüstü yetenekleri olan ve o varlıklarla temas kurabilen kadın olanı elbette. Kısacası kadının tekinsizliği filmin her karesinde karşımıza çıkartılıp duruyor. Senaryo rahipten polislere kadar hiçbir karaktere evde olan bitenin doğaüstülüğünü hiç sorgulatmıyor. Cadılar vs. vardır ve varlıkları doğaldır diyor bize hikâye. 1971’de geçen bir hikâyede tüm karakterlerin bu bakışı taşımaları hayli ilginç bir zorlama elbette. Bunun tek istisnası olan bir polis ise tüm hikâyenin en zayıf/komik karakteri olarak resmedilerek cezalandırılıyor sanki.

Hikâyenin bir de dinsel boyutu var sakınılması gereken. Rakip ve Vatikan’ın “anlayışlı” yaklaşımları bir yana, ailenin çocuklarını vaftiz ettirmemiş olması ve kilise ile de pek işlerinin olmaması ciddi bir tereddüt kaynağı oluyor rahip ve evin her tarafına haç yerleştiren savaşçı çiftimiz için. Neyse ki o kadar anlayışlılar ki yardım etmelerine engel olmuyor bu “ahlâksız” durum. Hikâyenin gidişatından ailenin ilk fırsatta bu vaftiz işini halledeceğini ve artık düzenli olarak Pazar günleri kilisenin yolunu tutacağını da kestirmek zor değil zaten. Şeytanın dadandığı kadının kurtuluşuna giden yolun “kutsal aile” kurumundan epey destek almasını da hikâyemizin klişeleri arasına ekleyelim. Unutmadan benzer filmlerin bende hep doğurduğu düşünceyi de belirtmiş olayım: Şeytan çıkarma için iki yetenek gerekiyor; kitabın ilgili bölümlerini bilmek ve şeytan direnirken de pes etmemek. Gerisi zaten senaristlerin ve klişelerin yardımı ile kolayca halloluyor.

Filmin artılarına gelince, orada da uzun bir liste var kesinlikle. Öncelikle iyi anlatılmış, klasik sinemadan taşıdığı esintilerin yanında taze görünmeyi de başaran bir film bu. Şiddet görüntülerini dozunda tutması, efektleri yerli yerinde ve abartmadan kullanması ve filme uygun seçilmiş şarkıları ile de seyircinin ilgisini çekmeyi başarıyor kesinlikle. Evet, film sizi oturduğunuz yerden hoplatacak yöntemlere başvuruyor gerektiğinde ama fiziksel olandan değil duygulara dayanan unsurlardan alıyor asıl korkutma kaynağını ki kaliteli bir korku filminin olmazsa olmazı bu. Gerilimini bilinen/tahmin edilebilecek bir rotadan gitse de yavaş yavaş ve ustalıkla inşa ettiği de söylenmeli filmin. Orijinal müzik çalışması ve çok profesyonelce hazırlanmış ve seyri ayrı bir keyif veren kapanış jeneriği de cabası. Doğaüstü güçleri olan cadı avcısı kadını canlandıran Vera Farmiga ve anne rolündeki Lili Taylor üstlerine düşeni fazlası ile yaparak hikâyenin pürüzsüz akmasını sağlıyorlar. Özetle, türün hayranlarını kesinlikle mutlu edecek ve pek çok Amerikan filminde olduğu gibi “politik”yanlışlarına karşı uyanık olunması şartı ile keyif alınabilecek bir film. Yönetmen Wan’ın 1970’lerin korku filmlerinin atmosferini ustaca taşımayı başardığı film eğlendirmeyi (korkutmayı) vaat ediyor ve bu vaadini de tutuyor.

(“Korku Seansı”)

Liam – Stephen Frears (2000)

“Her günah işlediğinizde, İsa’nın acısına acı katarsınız”

Ekonomik krizin pençesindeki 1930’lu yılların İngiltere’sinde, Liverpool’da küçük bir çocuğun gözünden anlatılan bir yoksulluk, dinsel baskı ve faşizm hikâyesi.

İngiliz yönetmen Stephen Frears’ın bir aile ve özellikle ailenin en küçük çocuğu olan ve filme de adını veren yedi yaşındaki Liam üzerinden anlattığı hikâye Joseph McKeown’un “The Back Crack Boy” adlı kitabından uyarlanmış sinemaya. Özellikle strese kapıldığında veya heyecanlandığında konuşamayacak kadar kekeleyen çocuğun büyüklerin dünyasına şaşkınlıkla ve korkuyla baktığı film en büyük desteğini oyunculuklardan alan, eli yüzü düzgün anlatılmış (İngiliz ve Alman ortak yapımı filmin yapımcılarından birinin BBC olmasının garanti ettiği bir düzgünlük bu) ve sosyal duyarlılığı yüksek olan bir çalışma. Filmin bazı gelişmeleri yeterince aktaramaması ve BBC kalıplarının (burada kısıtlayıcı yanını vurgulayarak söylüyorum) dışına çıkamaması gibi kusurları var ama kesinlikle ilgi gösterilmeyi hak eden bir hikâye bu.

Hikâye tarihte Büyük Bunalım (İngilizcesi ile The Great Depression) olarak bahsedilen ekonomik krizin pençesinde kıvranan bir aileyi getiriyor karşımıza. Çalıştığı fabrika kapanan babanın işsiz kaldığı, büyük erkek çocuğun getirdiği paranın çok yetersiz olduğu, ailenin tek kızının zengin bir Yahudi ailenin evinde hizmetçilik yapmak zorunda kaldığı ve ne kira ne yiyecek için parası olan bir aile bu. Yoksulluğun getirdiği tüm acıların yanında ailenin en küçüğü Liam’ın başka problemleri de var. Gittiği Katolik okul dinsel içerikli eğitimini tüm dehşeti ile yansıtıyor ona ve korkunç bir günah korkusu içinde yaşamasına neden oluyor. Bir yandan da cinsel uyanıştan ziyade cinsel merakın yarattığı bir korku var baş etmeye çalıştığı. Bunların üzerine bir de babanın tüm ekonomik kriz dönemlerinde olduğu gibi yükselen milliyetçiliğin, daha net bir deyimle faşizmin çekiciliğine kapılması ve yoksulluğunun suçlusu olarak düşük ücretlerle çalışarak İngilizler’in işlerini ellerinden aldıklarına inandığı İrlandalılar’ı ve kendilerini sömürdüğünü düşündüğü Yahudiler’i görmesi sonucu bulaştığı işleri ekleyin. Tüm bunlarla baş etmek zorunda kalan aile bir de yine şehirdeki İrlandalılar’ın varlığı ile de körüklenen Katolik-Protestan çekişmesinin de parçası oluyor. Bu dinsel çekişme bazen bir şarkıdan kaynaklanacak (“Bir daha asla söyleme o şarkıyı. Protestan köpeklerin şarkısı o”) kadar hep canlı görünüyor ve dinin eğitimdeki yoğun yeri ile de beslenip duruyor. Bu arada özellikle işçiler arasında yayılmaya başlayan ve babanın komünist, oğlunun ise sosyalist olarak adlandırmayı tercih ettiği hareketlenmeler de var ortalıkta.

Jimmy McGovern’ın yazdığı senaryo hepsi birleşerek filmdeki trajik sonu yaratan birbirinden farklı ve yukarıda sıralanan bu unsurların kimilerini güçlü ve yeterli bir derinliğe sahip biçimde ele alırken özellikle birinde yetersiz kalıyor. Yobazlık denebilecek bir içeriği olan eğitimin temel amacı çocukların içinden hiç eksilmeyen bir günah duygusu yaratmak ve tüm hayatlarını bu korkunun gölgesinde yaşamalarını sağlamak. Film bu konuyu arada abartıya kaçsa da etkileyici bir şekilde ele alıyor ve Liam’ı canlandıran küçük oyuncu Anthony Borrows’un sürekli merak, korku ve hınzırlık ile dolu yüz ifadesini başarı ile kullanması sonucu hayli çarpıcı bir sonuç elde ediyor. Sınıfta, kilisede, evde veya sokakta her göründüğü sahnede adeta filmin derdinin ne olduğunu hatırlatıyor bize Borrows. Mezhep çekişmesi basit ama etkileyici bir şarkı söyleme sahnesinde olduğu gibi veya bireylerin dinsel inançlarını saklama veya öne çıkarma ihtiyacı duyduğu diğer sahneler ile hikâyenin entegre bir parçası olmayı başarıyor. Benzer şekilde yoksulluğun izlerini de hikâyesinde başarı ile sürmüş Frears. Ne var ki babanın “kara gömleklilere” katılma noktasına kadar ilerleyen süreci aynı yetkinlikte anlatamıyor bize filmimiz. Üstelik bu sürecin neden olduğu korkunç trajedinin sorumlusunu sanki hikâye boyunca sürekli eleştirdiği dinsel bir yaklaşıma kapılıp “ilahi” bir şekilde cezalandırması bu problemin boyutunu da artırıyor bir parça.

Babayı canlandıran ve kendisi de bir Liverpool’lu olan Ian Hart basit ama sağlam oyunu ile göz dolduruyor her zamanki gibi. Anne rolündeki Claire Hackett yine üzerine düşeni layıkı ile yaparken genç kızı canlandıran Megan Burns toplam iki filmden oluşan kariyerindeki bu ilk rolünde hayli başarılı bir performans veriyor. Oyuncularından aldığı sağlam performans ile kimileri eğlenceli olan hayli etkileyici sahneler yaratıyor Frears. Liam’ın kekelememek için şarkı söyleyerek kilisede günah çıkarması ve bu sahnenin müthiş finali veya yine onun rehinci dükkanındaki eğlenceli anları örneğin, çok başarılı. Frears teknik oyunlara nadiren girişiyor ve neden özellikle o anları seçtiği her zaman anlaşılır olmasa da karakterlerinin korku ve tedirginlik alanlarını eğik kamera açıları ile veriyor seyirciye akıllı bir şekilde.

Benzer BBC filmlerinin sosyal gerçekçiliğinin izlerini taşıyan, dönem filmi olmasına rağmen kostümler ve dekorlar içinde boğulmayan ve mesajlarında sosyal doğruculuğa saygı gösteren bir film bu ve yine benzer BBC filmleri gibi yenilik içermese de sağlam bir sinema dili ile anlatıyor derdini. Dinin üzerine fazlası ile gittiği düşünülebilir belki ama sonuçta -tam anlamı ile olmasa da- yedi yaşındaki bir çocuğun gözünden anlatılan bir hikâye bu. Sürekli olarak cehennem, sonsuz ceza ve lanetlenmek kavramları ile baş etmeye çalışan bir çocuğun algısı olarak görmek sanıyorum dinin bu filmdeki resmini. Hikâyenin trajik sonu ise sanki filme şematikliği ile bir parça zarar veriyor. Özetle, bir eleştirmenin deyimi ile bize hüzünlü bir güzellik getiren bu filmi görmekte yarar var.

Fanny – Daniel Auteuil (2013)

“Tanrı aşkına, babası kim bu çocuğun? Ona hayat veren mi, onu büyüten mi?”

Gemilere ve denizciliğe tutkun sevgilisini özgür bırakmak için onu sevmediğini söyleyerek kendisini terk edip denize açılmasına neden olan bir genç kadının hikâyesi.

Fransız oyuncu/yönetmen Daniel Auteuil’in Marcel Pagnol’un Marsilya Üçlemesi başlığını taşıyan tiyatro oyunlarından yaptığı ikinci uyarlama. İlk film genç adamı, ikincisi genç kadını odağına alırken, serinin son filmi olacak olan ve henüz çekim hazırlıkları süren “César” ise genç adamın babasını anlatacak bize. Serinin ilki olan “Marius” filmindeki hikâyenin bittiği an başlayan filmde Auteuil yine hem oyuncu hem yönetmen ve senarist olarak görev yapmış. Ortaya çıkan sonuç sinema dili olarak çok güçlü olmayan ve hikâyenin trajikliğini gerektiği kadar aktaramayan bir film olmuş açıkçası. Ne var ki Auteuil Akdeniz güneşinin sarı renkleri ile pırıl pırıl parlayan görüntüler ile dolu filmini oyuncularının sıcaklığı, Alexandre Desplat’ın başarılı müziği ve oda tiyatrosunu arındıran hikâyesi ve mizansen anlayışı ile seyre değer kılmış yine de.

Pagnol’un daha önce de pek çok kez sinemaya uyarlanmış bu tiyatro oyunu üçlemesinin ikinci oyunu olan “Fanny” ilk kez oyunla aynı yıl, 1932’de Marc Allégret tarafından Pagnol’un kendi senaryosu ile aktarılmış sinemaya. Sahne müzikali olarak da sergilenmiş olan oyunda Auteuil’i çeken herhalde en çok hikâyenin Fransızlığı olmuş ve karşımıza da karakterleri, Marsilya yöresinden mekanları ve doğası ile sıcak bir sonuç koymuş. Güneşin tüm sıcaklığını yansıtan renkleri, mavi denizi, müthiş doğası, sokakları, evleri ve görkemli kilisesi ile kasabanın tüm güzelliği her biri doğal ve basit görünen karakterleri ile hikâye boyunca karşımıza gelirken seyirciyi de etkilemeyi başarıyor film. Ne var ki bu etkileme, hikâyenin dramı ile ters düşen ve zaman zaman fazla hafif olan havası ile birleşince genç kadının dramını yeterince hissettirebiliyor mu seyircisine, emin değilim. Kavga eden ama hemen barışan, trajik bir andan bir hafif komediye hemen kayıveren karakterlerin -oyundan gelen bir durum bu ve Auteuil de korumuş bu durumu- hikâyedeki varlığı ve egemenliği şöyle sıkı bir duygulanmanın da önüne geçiyor devamlı olarak. Yine de Pagnol’a nerede ise sonuna kadar sadık kalan hikâyenin, karakterlerini doğal ve gerçekçi kılabildiğini ve benzeri bir Amerikan filminin aksine kahramanlarını gerçeklerin ortasına bırakarak hafif havasının aynı zamanda yapay bir görüntüye bürünmesine kesinlikle engel olabildiğini söylemek gerek. Bu hali ile de bir oda tiyatrosu -açılış sahnesi örneğin adeta bir tiyatro sahnesinde “perde” diye bağırılarak oyunun başlamasını çağrıştırıyor- veya kısa bir hikâye olarak nitelenebilecek olan filmi Auteuil de bu nitelemeye uygun olarak yönetmeyi tercih etmiş.

Sinemasından çok atmosferi ve sıcaklığı ile öne çıkan filmde Auteuil yine de etkili birkaç sahne yaratmayı başarmış. Genç adamın babası ve serinin son filminin asıl kahramanı olacak olan César’ı canlandıran Auteuil ve genç kadına aşık yaşlı ve zengin adamı oynayan Jean-Pierre Darroussin’in karşılıklı tüm anları ve özellikle tartışma sahneleri hayli keyifli. Ayrılık sahnesi ise filmin dramının gerektiği gibi ve nihayet ağır bastığı havası ile etkileyici olmayı başarıyor. Kadının “kalbi ve beyni” arasında sıkışıp kaldığı, yaşlı adamın sahip olabileceği tek çocuk için savaştığı, genç adamın sevgisi ve sahip olma arzusu ile doğru olan arasında ikileme düştüğü ve babasının en doğru çözümü bulmaya çalıştığı bu sahne “Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti…” çağrışımı yapacaktır pek çok kişiye kuşkusuz. Auteuil ve Darroussin’in yanında filmin asıl yıldızı genç kadını oynayan Victoire Bélézy elbette. Duru güzelliğini yalın bir oyunculukla hikâyenin emrine vererek hikâyenin çekiciliğini ayağa kaldırıyor göründüğü her karede.

Usta oyuncu Auteuil ilk yönetmenliğinde yine Pagnol’ün “La Fille du Puisatier – Kuyucunun Kızı” romanını ele almıştı. Yazarın Marsilya üçlemesinden yaptığı bu ikinci uyarlamadan önce “Marius” adlı ilk filmi görmeli şüphesiz. Pagnol’ün Fransız toplumu için önemine ve “kutsallığına” halel getirmeyen ama sinemasal yönden yeterince güçlü olmayan film ne olursa olsun sadece Akdeniz sıcaklığı için bile görülmeyi hak ediyor.

Marius – Daniel Auteuil (2013)

“Git hadi Marius! Hayalinin peşinden git. Onun önüne geçemem”

Büyük bir aşk hissettiği genç kadın ile denizcilik tutkusunun arasında sıkışıp kalan genç bir erkeğin hikâyesi.

Usta Fransız oyuncu Daniel Auteuil 2011’de Marcel Pagnol’un aynı adlı romanından uyarladığı “La Fille du Puisatier – Kuyucunun Kızı” ile başladığı yönetmenlik hayatını yine aynı yazarın Marsilya Üçlemesi olarak bilinen üç tiyatro oyununu sinemaya uyarlayarak devam ediyor. Anlaşılan hemen her Fransız gibi Auteuil için de hayatında yazarın önemli bir yeri olmuş. Auteuil üçlemenin ilk filmi olan bu çalışmada diğer iki filmde de karşımıza gelecek olan karakterleri ilk kez tanıtıyor seyircisine; elbette Pagnol’un eserlerini okumamış ve daha önce yapılan pek çok uyarlamayı görmemişler için ilk kez demek gerekiyor. Serinin bu ilk filminde genç erkeğin (Marius), aşkı ile hayali arasında tutsak düşen erkeğin trajedisini merkezine alan ve diğer tüm karakterleri de onunla olan ilişkileri üzerinden ele alan bir hikâye var. Auteuil Marsilya’nın sıcaklığını ve güzelliğini, Alexandre Desplat‘ın etkileyici müziği ve Jean François Robin’in görüntülerinin sıcaklığı ile yakan renkleri ile karşımıza getirirken, klasik sinemanın izinden gitmeyi tercih eden bir anlatım tutturmuş. Oyunun sağlamlığından gelen etkili ve derin çizilmiş karakterler ve mekanların gerçek insan hayatlarından taşıdığı esintiler de filme ciddi bir katkıda bulunurken, temel bir soru yine de havada asılı kalıyor: Daha önce de beyaz perdeye aktarılmış olan bu oyunları yeniden sinemaya taşımaya gerek var mıydı?

Oyun/film Marius karakteri üzerine olunca doğal olarak Raphaël Personnaz’ın canlandırdığı genç adam da hikâyede öne çıkıyor. Personnaz ve ona eşlik eden hayli iyi bir kadro (babasını oynayan Daniel Auteuil, genç kadını oynayan Victoire Bélézy, kadına aşık yaşlı adam rolündeki Jean-Pierre Darroussin ve kadının annesini canlandıran Marie-Anne Chazel) filme üzerine gitmeyi seçtiği alandaki en büyük katkıyı yapıyorlar ve esere inanılmaz bir sıcaklık katıyorlar. Hikâye boyunca havada hiç eksik olmayan bir samimi sıcaklık filmi açıklayacak en iyi ifade sanırım. Bu sıcaklık temel olarak hikâyenin alışılmış bir içeriğe sahip olmasına ve sinema dilinin de oyuna sıkıca bağlı kalmanın sonucu olarak fazlası ile klasik kalmasına rağmen seyirciyi diri tutmaya yetiyor çoğunlukla. Liman, kasaba, deniz vb. görüntülerine mesafeli durmak mümkün değil filmin ve hikâyedeki tüm trajik yana rağmen keyifli bir nostalji duygusunun sizi sardığını hissediyorsunuz. Auteuil’in yönetmen olarak belki de en büyük katkısı kendisi dahil oyuncularından aldığı sıkı performans olmuş. Devamlı olarak çok iyi oynanan, canlı seyrettiğiniz bir tiyatro oyunu havasında ilerliyor hikâye. Örneğin Auteuil ve Personnaz’ın karşılıklı bir sahnesi var ki etkilenmemek için tüm duygulardan sıyrılmış olmak gerekir. Baba ve oğlunun hem dile dökülen hem tüm vücutlarına yansıyan sevgiyi ve saygıyı sıcaklığı ile ortalığa kıvılcımlar saçan bir başarı ile anlatmış filmimiz burada. Küçük bir rolde yılların sanatçısı Rufus’un da yer aldığı filmde her bir oyuncu göründüğü her anı sesi, hareketi ve bakışı ile doldurmayı başarıyor diyebiliriz kesinlikle.

Günümüz Fransa’sı için değil ama hikâyenin geçtiği 1920’li yılların Fransa’sı için -ikinci film olan “Fanny” adlı çalışmada detayı ortaya çıkacak olan- trajik boyutu olan olay örgüsünün anlatımında -yine oyunda da olduğu gibi- belki bir parça fazla görünen hafifliğe veya komediye başvurulmuş olması ise bu film özelinde ve “Fanny”nin aksine pek rahatsız etmiyor açıkçası. Hatta aksine karakterlerine karşı kendinizi bir arkadaş gibi hissetmenizi sağlıyor bu durum. Pagnol’un Fransız sanatındaki yerini kalıcı kılan özelliklerinden birinin de örneği bu aslında; onun hikâyelerinde bireyler hayatı gerçek hayatlar gibi yaşıyorlar, acı çekiyorlar, mutlu oluyorlar, gülüyorlar, ağlıyorlar ve umudu hiç eksik etmiyorlar yaşamlarından. Auteuil de anlaşılan Pagnol’un yarattığı karakterlere pek çok Fransız gibi aşık olmuş ve onları sinemada yeniden var etmek istemiş. Dolayısı ile bir yeniden çekime gerek var mıydı sorusunu da unutmak gerekiyor sanırım. Film Charles Trenet’in sesinden dinlediğimiz “La Mer – Deniz” adlı şarkı ile kapanırken devam filmini de görme ihtiyacı duyma ihtimalinizin yüksek olduğu bir film bu ve sinemasının o denli “yaratıcı” olmamasını ise unutturuyor bir süre sonra.