Promised Land – Gus Van Sant (2012)

“Sen de, ben de burada olma nedeninin bizim yoksulluğumuz olduğunu biliyoruz. Manhattan’da kaç kuyu açtınız? Pittsburgh’da veya Philadelphia’da kaç kuyunuz var?”

“Fracking” denilen yöntemle doğal gaz üreten bir büyük şirketin başarılı satış elemanlarının zengin gaz yatakları içeren arazilerinin şirkete devrine ikna etmek için geldikleri bir kasabada yaşadıklarının hikâyesi.

Gus Van Sant’ın gösterime giren şimdilik son filmi olan çalışma Batılı ülkelerde ve özellikle ABD’de çok sıkı bir tartışmanın konusu olan “fracking” yöntemi ile yer altındaki gazın çıkarılmasına yönelik tartışmaları odağına alan ve tarafını bu yönteme karşı olanların yanında belirleyen bir çalışma. Senaryosunu Dave Eggers’ın hikâyesinden filmin başrollerinde de yer alan Matt Damon ve John Krasinski’nin yazdığı film çok güncel olan bir konuyu sakin bir anlatımla ele alan, derdini başarı ile aktarsa da, yeterli derinliğie ve sinemsasal çarpıcılığa belki de fazla “klasik” dili nedeni ile ulaşamayan bir çalışma. Hikâyedeki sürpriz unsurunun ek bir çekicilik kattığı film yine de güçlü oyuncu kadrosu ve tam da o klasik dili ile ilgiyi hak ediyor kesinlikle.

Fracking yöntemi kabaca yer altındaki kayaların tazyikli su ile parçalanarak içerdikleri gazın dışarıya çıkartılmasına verilen isim. Bu işlem yapılırken de pek çok kimyasal madde kullanılıyor. Karşı olanlar yöntemin suların kirlenmesine, kimyasal maddeler nedeni le hava kirliliğine ve yine bu kimyasalların toprağın kirlenmesine yol açtığını söylerken, taraftar olanlar çıkarılan gazın petrol gibi diğer enerji kaynaklarının aksine temiz bir enerji kaynağı olduğunu ve özellikle ABD için geçerli olacak şekilde ülkenin enerjide dışa bağımlılığını azalttığını iddia ediyorlar. Yöntem bazı ülkelerde halen yasakken, ABD’de çok sık kullanılıyor ve daha önce yasaklamış olan İngiltere gibi bazı ülkeler de zengin gaz kaynakları nedeni ile yasağı kaldırmış durumdalar. Hikâyede gaz üreticisi bir şirket iki elemanını (Damon ve Frances McDormand) arazilerini şirkete devretmeleri için yoksul bir kasabaya gönderiyor ve burada karşılarına direnmekte kararlı bir öğretmen (Hal Holbrook) ve bir çevre örgütünün temsilcisi olan bir aktivist (Krasinski) çıkıyor. Elbette bir aşk yan hikâyesinin parçası olması için yaratılan ama bir kaç zorlama ile de olsa ana hikâyenin de parçası yapılan kadın öğretmen gibi yan karakterleri de var filmimizin. Hikâye temel olarak şirketin önerdiği nakit para ve elde edilecek gazdan gelir gibi teşviklerle karşı karşıya kalan yoksul halkın yüz yıllardır iç içe yaşadıkları doğayı ve toprağı şirkete devredip devretmeyecekleri üzerinde ilerliyor ve bu “gerilim” kaynağını hikâye kesinlikle çok başarılı sürpriz öğesine rağmen zaman zaman nerede ise bir televizyon filmi havasında ele alıyor. Özellikle spor salonunda kasaba halkı ile yapılan toplantılar benzer filmlerden nerede ise kopyalanmış gibi duruyor mizanseni ile. Ağızları çok iyi yapan iki satış sorumlusunun karakteri üzerinden büyük şirketlerin insanların hayatları ile nasıl kolayca oynayabildiğini, hatta kendi elemanlarını bile tuzağa düşürebildiğini, yoksul halka vaat ettikleri ile kendi kazançlarını nasıl ustalıkla gizleyebildiklerini anlatıyor filmimiz ve eli yüzü düzgün bir anlatımla bu şirketlerin kâr hırsının hangi noktalara kadar gidebileceğini gösteriyor bize. Öyle ki kendi düşmanını da kendisi yaratan ve sonra onu alt ederek ilerleyen bir şeytanlık var karşımızda. Bu hırsın karşısında ise ölen babasının evinin satılmasına gönlü elvermediği için büyük şehirden kasabaya dönen bir kadın veya ev yapımı doğal limonatası için belirlediği fiyattan bir kuruş fazlasını bile kabul etmeyen küçük kız masumiyetini koyuyor filmimiz. İşte bu ve benzeri noktalarda da hikâyenin bir parça güçsüz olduğunu, daha doğrusu sanki sesini çok daha yüksek çıkartması gerekirken naif sembollerle ilerlemeyi tercih ettiğini görüyoruz. Yine de “sisteme” veya bir başka deyişle “düzene”, daha doğrusu bunların kendisine değil de araçlarına yüklendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz filmimizin ki ABD sineması için bu artı hanesine eklenebiilir rahatça.

Türkiye’nin bugün en vahşisinden bir tecrübesini yaşadığı ve doğayı yok eden “kalkınma” projelerinin dünyanın her yerinde insanların başındaki en büyük dert olduğunu anlamamızı da sağlayan hikâyemizde oyunculuklar gayet dozunda bir tonla ve asla “büyük” performansların peşine düşmeyen bir yalınlıkla getirilmiş karşımıza tüm oyuncular tarafından. Matt Damon çok yalın bir oyunculukla, bir oyuncunun abartıya ulaşmadan nasıl öne çıkabileceğinin örneğini sergileyerek tüm kadro içinde en çekici isim oluyor.

ABD’deki kimi gaz şirketlerinin hayli üzerine gitmesi ve giderken de filmin yapımcıları arasında dünyanın en büyük petrol üreticilerinden biri olan Birleşik Arap Emirlikleri’nin de bulunduğunu vurgulaması yaşadığımız düzen içinde en dürüst ve prensip sahibi bir insanın bile ellerini temiz tutmasının imkânsız olduğunu anlatıyor bize bir kez daha. Linus Sandgren’in kasabanın doğasını ve mekanlarını başarı ile yakalayan ve “güzel” kareler yakalama hırsına kapılmayarak hikâyenin yaşandığı yeri ve neyin kaybedilme riski olduğunu filmin daha net anlatabilmesini sağlayan görüntülerine ve Danny Elfman’ın çekici müziğine de dikkat çekmiş olalım. Yaptığı iş insanları, insanlığı olumsuz bir şekilde etkileyen, “sadece bir iş işte” veya “ben yapmasam, bir başkası yapacak” demekten rahatsız olanların özellikle ilgi göstermesi gereken bir hikâye.

(“Kayıp Umutlar”)