Twenty-One Stories – Graham Greene

İngiliz yazar Graham Greene’in ilk kez 1954 yılında basılan “Yirmi Bir Hikâye” adlı bu kitabındaki hikâyelerin büyük bir kısmı 1947’de “Nineteen Stories – On Dokuz Hikaye” adlı kitapta yer almış ilk kez. Yazarın 1929 ile 1954 arasında yazdığı hikâyeleri içeren kitap tıpkı romanları gibi sinemaya da ilham kaynağı olmuş ve iki hikâye beyaz perdeye aktarılmış. “The Basement Room” 1948’de “The Fallen Idol – Meşum Kadın” adı ile Carol Reed tarafından ve “Across The Bridge – Köprünün Ötesi” aynı isimle 1957 yılında Ken Annakin tarafından uyarlanmış sinemaya. Her iki film de bugün beğenilen sinema yapıtları arasında ve özellikle ilki bir klasik olmuş durumda. Greene’in romanlarından yapılan uyarlamalar arasında da yine Carol Reed’in çektiği 1949 tarihli “The Third Man – Üçüncü Adam” gibi bir başyapıtın da olduğunu hatırlarsak senaryo da yazan Greene’in sinema ile yakınlığını çok daha iyi anlarız sanıyorum. Yazarın eserlerinin sinema ile ilişkisi konusunda son olarak Lütfi Akad’ın 1972 yılında onun “A Gun For Sale” adlı romanını “Yaralı Kurt” adı ile uyarladığını da söylemiş olalım. Aynı roman Memduh Ün ve Halit Refiğ tarafından 1962 yılında da “Güneş Doğmasın” adı ile sinemamıza kazandırılmıştı,Yeşilçam’ın telif hakkı diye bir kavramdan habersiz olmayı seçtiği günlerde.

Sinema sanatının Greene’e duyduğu yakınlığın nedeni hikâyeler okunduğunda çok daha net bir şekilde anlaşılıyor. En uzunu yirmi yedi sayfa (“The Basement Room”), en kısası ise dört sayfa (“I Spy”) uzunluğunda olan bu hikâyelerin her biri uzunluklarından bağımsız müthiş bir karakter ve olay örgüsü zenginliğine sahip. Bir yandan hayli İngiliz öte yandan hayli evrensel olan karakterlerin her birini inanılmaz bir çekicilikle donatmış Greene ve tüm hikâyeler uyandırdığı farklı duygularla (heyecan, gizem, masumiyet, hayal kırıklığı, ikilemler vs.) okuyanı kolaylıkla avucunun içine alacak cazibeye sahip. Ve sanırım tüm hikâyelerin bir ortak özelliği olan, okuyanda acı bir tat bırakması da hem bir şekilde hikâyelerin birbirine bağlanmasına hem de okuma tecrübesinden sonra kalıcı bir iz bırakmasına imkân sağlamış görünüyor. Kara mizahtan da zaman zaman yararlanan Greene hikâyelerini çoğunlukla kimi “olumsuz” temalar (intihar, hastalık, korku, mutsuzluk, ihanet vs.) üzerinde oluştururken de bu acı tadın peşine düşmüş sanırım ve insan doğasının karanlık yönlerini öne çıkarmayı tercih etmiş.

Greene’in kendisinin en beğendiği hikâyelerinden biri olan müthiş “The End of the Party”, bugün pek çok okuyucunun favorileri olan “The Basement Room” ve “The Destructors”, müthiş bir mutsuzluk ve harcanan bir hayat çağrışımı ile beni hayli etkileyen “The Blue Film”, küçük hikâyelerin nasıl benzersiz bir okuma deneyimi olabileceğini kanıtlayan “The Hint of an Explanation”, trajikomik havası ile “Alas, Poor Maling” ve kaçmak ile kabullenmek arasında sıkışmışken kaçmanın korkutucu olabilecek yüzü ile karşılaşan genç kadını anlatan “A Drive in the Country” ve elbette tüm diğer hikâyeleri ile bu kitap sağlam bir edebiyat örneği olarak okunmayı kesinlikle hak ediyor. Dilimize araştırabildiğim kadarı ile çevrilmemiş görünen kitap özellikle hikâye düşkünleri için okunması zorunlu bir eser denilebilir rahatlıkla.

La Cage Dorée – Ruben Alves (2013)

“Sanırım sen ailesi kapıcı olmayan tek Portekizlisin”

30 yıldır Fransa’da yaşayan ve hizmet ettikleri Fransızlar tarafından çok sevilen bir Portekizli çiftin kendilerine kalan yüklü bir miras nedeni ile ülkelerine dönmeye karar vermeleri sonucu gelişen olayların hikâyesi.

Finali hariç tamamı Paris’te ve Fransız yapımı olarak çekilen, Portekiz kökenli Fransız oyuncu Ruben Alves’in yönettiği bu ilk uzun metrajlı film arada ağır konulara el atar gibi görünse de genel olarak popüler sularda seyreden keyifli bir komedi. Fransa’da ve Portekiz’de hayli yüksek bir seyirci sayısına ulaşan çalışma özellikle ikinci yarısında sık sık güldürmeyi ve iki baş oyuncusu Rita Blanco ve Joaquim de Almeida’nın ekonomik ama komik oyunları ile ilgi çekici olmayı başarıyor. Özellikle snop Fransızlar’a hayli sataşan film değinir gibi olup komedinin standart kalıpları içinde çok da üzerine gitmediği sosyal meseleleri ise herkesi (farklı milletleri, farklı karakterleri ve farklı sınıfları) bir şekilde uzlaştırarak hallediveriyor.

Blanco ve Almeida’nın canlandırdığı karı kocadan ilki Paris’te kendilerinin de kapıcı dairesinde yaşadığı bir apartmanın her türlü bakımını üstlenmiş durumda ve sahip olduğu yüksek sorumluluk duygusu ve asla hayır dememesi ile nerede ise gönüllü bir köle gibi çalışıyor. Eşinden farkı olmayan koca ise bir inşaat şirketinde zengin patronu için her türlü fedakârlığa katlanan bir başka gönüllü köle. Hikâyede bir diyalog sırasında söylendiği gibi hizmet ettikleri Fransızlar’ın onlara olan “sevgisi” ise kölelerini kaybetmek istemeyenlerin sevgisi kadar gerçek ancak. Beklenmedik anda gelen mirasın onların Portekiz’e dönmelerine neden olacağını düşünen bu “köle sahipleri” daha önce esirgedikleri her şeyi, daha büyük bir kapıcı dairesinden maaş zammına, iyi niyetli davranışlardan daha iyi çalışma koşullarına kadar tüm iyilikleri sunmaya başlıyor Portekizli çifte ve iki çocuğuna. Hikâyedeki Portekizli – Fransız çatışmasını zengin ve yoksul bireylerin çatışmasına, patron ve işçi çatışmasına ve Avrupa Birliği içindeki zengin ülke ve fakir ülke çatışmasına kadar pek çok alana taşıyan unsurları var filmin ve hafif bir komedi tavrı içinde de olsa bunların hepsine bir şekilde göndermede bulunuyor senaryo. Bunu yaparken de Portekiz halkına ve kültürüne çok sağlam sevgi ve hayranlık mesajları da yolluyor açıkçası ki filmin Portekiz’deki yüksek seyirci sayısını da açıklıyor bu durum.

Kalabalık ve başarılı bir takım oyunu sergileyen kadrodaki oyuncuların her biri bu komedi filmine keyif katarken bize hayli yakın gelecek kimi unsurları da var filmin. Tüm göçmen ailelerde olduğu gibi ilk nesil bir takım semboller (Portekiz milli takımı forması, Portekiz bayrağı desenindeki araba kokusu, Portekiz yemekleri ve elbette fado) ile hikâye boyunca ifade edildiği gibi ana vatanından kopamamışken, ikinci nesil kendisini daha çok Fransız görüyor. Bu durumu senaryo hikâyeye sınıf farkından kaynaklanan farklılıkları da akıllıca ekleyerek filmin zenginleşmesini sağlamış. Ailenin erkek çocuğunun bir Fransız kız ile olan arkadaşlığı gibi kimi yan hikâyeler açıkçası biraz zorlama görünse de, genel olarak film tüm karakterleri ve onların hikâyelerini bir bütünün parçası yapmayı başarmış görünüyor. Bunu yaparken de kimi hayli keyifli karakter ve anlar da yaratmayı başarıyor. Örneğin adamın patronunun eşi Wikipedia entelektüelliği ve saflığı ile hem farklılıklar arasındaki en iyi ve samimi köprüyü oluşturuyor hem de kimi komik anların da yaratıcısı oluyor; Portekiz’in demokrasiye geçişini sağlayan Karanfil Devrim’ine atıfla lale alması, Portekizli diktatör Salazar’ı Alcazar’la karıştırması gib anlar filme epey bir komedi malzemesi sağlıyor. Çocuları sevgili olan iki ailenin akşam yemeğinde diğer aileyi düşünerek seçtiği kıyafetler ise tüm hikâye boyunca en sağlam kahkahalardan birini attırıyor seyirciye kesinlikle.

Yönetmen Alves filmi Portekizli olan ebeveynlerine ithaf etmiş ve sondaki “kendini mutlu hisset sahnesinin” ve o görkemli manzaranın Portekiz’e yazılmış bir aşk mektubu olduğunu düşünürsek doğru da bir seçim yapmış görünüyor. Portekizli karı kocanın yıllar süren kölelikten sonra değerlerinin, ürettiklerinin ve sağladıkları katkıların farkına varması bir dramda şu ya da bu şekilde bir isyana ve devrime kapı aralayabilirdi belki ama bu komedide doğal olarak naif bir uzlaşmaya dönüşüyor sadece bu farkındalık. Yine de hayli eğlenceli, hafif bir komedi arayanlar için ideal bir film bu. Çiftimizin kızlarının hediyesi olduğu için gitmek zorunda kaldıkları ve karakterlerine hiç uymayan ultra lüks oteldeki maceraları bile filmi görmek için tek başına bir neden olabilir diyelim son olarak.

(“The Gilded Cage” – “Yaldızlı Kafes”)

Shooting Dogs – Michael Caton-Jones (2005)

“Bu lanet kıtada 30 yıl geçirdim. Sahip olduğumuz ve yitirmediğimiz tek şey umuttu. Her zaman umudumuz vardı. Sahip olduğumuz tek şeydi bu. Şimdi… hiçbir şey kalmadı”

Ruanda’da 1994 yılındaki Hutu katliamından kaçmak için BM gözetimindeki bir okula sığınan Tutsiler ve onları korumaya çalışan bir rahip ve bir öğretmenin hikâyesi.

Modern tarihin en büyük katliamlarından biri olan ve 1994 yılında Ruanda’da yaşanan olayları aktaran bu çalışma gerçek mekanlarda çekilmiş olması ile öne çıkıyor öncelikle. İktidardaki Hutu kökenliler ile azınlıktaki Tutsiler arasında yaşanan ve -filmdeki ifadeye göre- yaklaşık 800 Bin Tutsi’nin öldürülmesi ile sonuçlanan bu soykırım tarihte insanın insanlıktan en çok uzaklaştığı anların korkunç bir örneği olsa gerek. Film okula sığınan Tutsiler’e odaklanırken, soykırım esnasında Birleşmiş Milletler örgütünün hantal ve pasif yapısından sadece okuldaki Beyaz’lara (hatta başta sadece Fransızlar’a yardıma niyetli) Fransız ordusuna kadar çeşitli kurumları da eleştiriyor. Ne var ki David Wolstencroft’un senaryosu olayların kökenine ve Batılı güçlerin ülkenin içine düştüğü haldeki rolüne hiç değinmeyip sadece olayların geçtiği ana odaklanıyor ve Hutu’ları en zalim ve Tutsiler’i en masum göstererek popüler bir filmin kolaycılığına kaçıyor sık sık. Tüm bu yaşananların sadece yirmi yıl önce olduğunu düşündüğünüzde, tanık olduğunuz katliam görüntülerinin korkunçluğu daha da büyüyor ve her türlü ayrımın (dini, etnik , siyasi vs.) tarihteki hemen tüm kötülüklerin de en büyük nedeni olduğunu hatırlamadan edemiyorsunuz. İktidarın yandaşı olan sivilleri öteki olarak gördüklerinin üzerine nasıl salıverdiğini ve katliama teşvik ettiğini görmek ise Türkiye’nin yakın tarihinde ve bugün yaşananları düşündüğünüzde daha da umut kırıcı oluyor, insanlığın geleceği açısından. Yönetmen Michael Caton-Jones bu korkunç hikâyeyi etkileyici kılan ama özel bir parıltısı olmayan bir sinema dili ile getiriyor karşımıza ve kolay yollardan ilerlemeyi tercih eden senaryonun görsel karşılığını üretmeyi başarıyor.

BM zoru ile sağlanmış görünen ve aslında Hutu’ların Tutsiler’i fişlemek ve katliamları planlamak için zaman kazanmasına neden olan geçici barış döneminin başkanın uçağının düşürülerek öldürülmesi sonucu sona ermesi ile başlayan katliamı anlatıyor hikâyemiz, hayli etkileyici görüntüler eşliğinde. Suikastin asıl sorumlusu bugün hâlâ bilinmiyor olsa da, sonuçta bu cinayet yönetimdeki Hutu’ların hem Tutsiler’i hem de barış yanlısı Hutu’ları soykırımdan geçirmesi için “fırsat” oluyor ve ortaya korkunç görüntüler çıkıyor. Hikâye okula sığınan Beyazlara gösterilen ayrıcalıkları çekinmeden göstermesi ve BM askerleri gider gitmez eli palalıların (tanıdık gelmiş olmalı!) kıyımına uğrayacak Tutsi’lerin yürek burkan görüntülerini net bir şekilde sergilemesi ile bir takdiri hak ediyor kesinlikle. Buna karşılık tüm bu beyazların sorunun kaynağındaki rollerine hiç değinmiyor filmimiz. Afrika veya Orta Doğu gibi bölgelerde emperyalist güçlerin ele geçirdikleri toprakları rahat yönetebilmek için o toprakların asıl sahibi olan halkları şu ya da bu kriterle nasıl böldüğünün ve dünya üzerinde bugün de süren pek çok kıyımın asıl ve bazen de tek sorumlusunun Batılılar olduğunun bir iması dahi geçmiyor senaryoda ne yazık ki. Buna karşılık senaryo bugün pek çok farklı yerde yaşanan veya yaşanmakta olan katliamların diğer kaynakları ile ilgili pek çok ipucu veriyor seyredenine. Azınlık olanları rahat bırakırsak bizi köle yapacaklar diye korkutulan bir çoğunluk, sivillerin faili olduğu katliamların arkasında hemen her zaman bir iktidar gücü olması (burada hükümetteki bakanların soykırımın planlayıcısı olduğunu görüyoruz) veya dün komşu ve hatta dost olduklarını bugün acımasızca öldürebilen sıradan insanlar… Tüm bunlar pek çok katliamın unsuru olarak tanıdık gelecektir mutlaka. Hikâyenin beyazların olan bitendeki rolünü atlamasının yanısıra rahip ve öğretmen üzerinden beyaz vicdanının altını bazen fazlası ile çizdiğini de söyleyelim bu arada.

BBC muhabiri olan bir kadın gazetecinin “Bosna savaşında ne zaman ölü bir kadın görsem, onun annem de olabileceğini düşünürdüm ve ağlardım. Buradakiler ise sadece ölü bir Afrikalı gibi geliyor bazen ve ölü kadın bana annemi çağrıştırmadığı için ağlayamıyorum” itirafı katliamları bugün klasik veya sosyal medyadan “takip edip üzülen” herkese ve genel olarak Batılı vicdanına bir gönderme olarak ilgi çekiyor. Caton-Jones hikâyenin gerçekliğinden kaynaklanan etkileyiciliğini pek çok sahnede başarı ile kullanmış görünüyor. Okul alanının dışında avlarını bekleyen eli palalıların tüm görüntüleri veya acı çekmeden ölmek için BM askerlerinin komutanından en azından çocuklar için korkunç bir istekte bulunan Tutsi’ye kadar pek çok sahne hikâyeye kayıtsız kalmanızı engelleyecek çarpıcılığa sahip. Okuldaki beyazlardan birisinin inancı temsil eden rahip, diğerinin aklı temsil eden öğretmen olması yaşananlara inançlar ve Tanrı açısından yaklaşımın sorgulanmasını da sağlıyor ve bu da filmin ek bir ilgi çekici yanı ama senaryonun bu konuda yeni şeyler söylediğini iddia etmek pek mümkün değil.

Soykırımdan kurtulabilen ve/veya pek çok yakını soykırım kurbanı olan kimi Ruandalılar’ın filmin kadrosunda (çoğunlukla kamera arkasında) yer alması ve kapanış jeneriğinde fotoğrafları ile bu kişilerin anılması filme duyarlılık açısından bir artı sağlıyor kesinlikle ve seyredeni de etkiliyor doğal olarak. Ve bu insanların gülen yüzleri, insanın geleceği için ne olursa olsun umudun asla ölmeyeceğini de söylüyor bize. Film korkunç bir katliamın bir parçasına odaklansa da hem zaman zaman okul dışına çıkan kamera büyük resmin dehşetini de hissetmemizi sağlıyor hem de kıyımdan geçirilenlerin birer sayı değil insan olduğunu, sevgileri, umutları ve korkuları olan insanlar olduğunu hatırlamamızı sağlıyor. Baş rollerdeki John Hurt ve Hugh Dancy’nin rollerinin içini çok iyi doldurduğu ve çoğunlukla doğrudan göstermese de şiddeti fazlası ile hissetmemizi sağlayan film, görülmeyi hak eden ve gereksiz oyunlara girişmeden de bir hikâyenin başarı ile aktarılabileceğini kanıtlayan bir çalışma.

(“Beyond the Gates” – “Köpekleri Vurmak”)

Magic Valley – Jaffe Zinn (2011)

“Hiç kaza sonucu, yani kaza gibi, bilerek bir şey yaptın mı? Kaza ile, bilerek.. Bilirsin işte, hani bilerek yapıyorsun gibi, ama tam bilerek de değil aslında… Bir hata yapıyorsun ama tam olarak da bir hata yaptığını bilmiyormuşsun gibi… Tam olarak onu yapmayı kastetmemişsen bile, yine de yapmışsın gibi…”

Bir kasabada iki küçük çocuğun bir genç kızın cesedini bulmaları ve gömmeye kara vermeleri ile gelişen olayların hikâyesi.

ABD’li sinemacı Jaffe Zinn senaryoyu da kendisinin yazdığı bu ilk yönetmenliğinde bir küçük kasabada bulunan ve kayıp olduğu geç fark edilen bir genç kızın cesedi üzerinden, sakin bir anlatımı olan bir hikâye getiriyor karşımıza. Failinin kim olduğunu baştan anladığımız ve bir gün içinde yaşanan bu cinayet hikâyesini yönetmen daha çok “küçük kasaba” karakterlerini bir araya getiren bir ortak öğe olarak düşünmüş ve ortaya görüntü çalışması ile de dikkat çeken, karakterlerin birbirleri ile ilişkilerinin yavaş yavaş netleştiği ve tekdüzeliğin ve aylaklığın damgasını vurduğu hayatların yalın bir biçimde karşımıza getirildiği bir sonuç çıkmış. Özellikle ikinci yarısında daha da parlayan filmin baş karakteri ve cinayetin faili gibi görünen TJ karakterini her zaman aynı vuruculukla ele alamaması ve hikâyeyi oluşturan parçaların birleşmesi ile netleşen resmin yeterince doyurucu olmaması gibi kusurları da var ama zaman zaman hüzün ve melankolinin akıllıca ağır bastığı ve ince/sakin bir dili olan filmi görmeye engel olmamalı bu durum.

Sean Kirby’nin başarılı ve gerçekçiliği öne çıkarmasına rağmen filmin zaman zaman bir düşü andıran atmosferinin de oluşmasını sağlayan kamerasından güzel karelerle başlıyor hikâye ama hemen ardından yüzlerce ölü balığa odaklanarak br şeylerin yolunda gitmediğini de haber veriyor seyircisine. Kasaba halkının her günkü hayatlarını yaşadıkları sıradan bir günün hikâyesi gibi ilerliyor film ve o küçük yerlere özgü olan her şeyin ezelden beri böyle olduğunu hissettiren ve günlük hayattan alınmış sıradan görüntüler ile kasabayı başarılı bir biçimde tanıtıyor seyirciye. Bu sıradanlık ile taban tabana zıt olan şeyse iki küçük çocuğun buldukları cesedi bir parça düşündükten sonra, kimseye haber vermeden gömmeye karar vermeleri. Kasabanın yavaş hayatı içinde genç kızın kaybının aile tarafından geç farkedilmesi, hiçbir şeyin dolayısı ile kötülüğün de olmadığı kasabada ailelerin endişe duygusunun cesedi bulan çocukların o küreklerle ne yaptığını çok da önemsemelerinde kendisini bulan eksikliği gibi unsurlarla yönetmen/senarist Zinn belki ortalama bir seyircinin beklentisinin uzağına düşüyor sık sık ve özel bir gerilim inşa etmekten sakınıyor ama karakterlerini tek tek ele alırken, onları hem kendi hikâyeleri ile hem de büyük resmin parçası olarak akıllıca kurgulayarak ortaya seyir zevki yüksek bir eser koyuyor kanımca.

Cinayeti işlemiş görünen TJ karakterini ele alış biçimi ise Zinn açısından hem artılar eksiler içeriyor. Kimi anlarında bir Gus Van Sant filminden düşmüşe benzeyen ve bu nedenle çok da orijinal görünmeyen anların parçası yapıyor onu Zinn, ama diğer taraftan gencin vicdanının baskısı ile savaştığı veya intiharı denediği (ya da düşlediği) sahnelerde olduğu gibi küçük ama hayli etkili anların da kahramanı yapmayı başarıyor. Öte yandan Zinn, yaşlı şerifin ve polisin günlük ve sadece hız yapan bir araba ve şerifin avladığı bir kuş gibi küçük “olaylarla” bölünen devriyelerini cinayet gibi sert bir unsurla akıllıca ve rahatsız etmeden yan yana getirmeyi başarmış görünüyor. Adeta her şeyin o kadar sıradan olmasına alışık ki kasabada yaşayanlar, cesedin sadece çocukların bildiği bir sır olmaktan çıktığı andan sonra bile olayı büyütmüyor film ve karakterlerin tepkilerini asgari bir düzeyde gösteriyor bize. Belki de bir cesedin bile bu kasabanın düzenini bozamayacağını söylüyor bize Zinn.

Filmi kendi çocukluğunun geçtiği kasabada çeken yönetmen Zinn TJ karakterini daha iyi işleyerek sinemaya sıkı bir örnek armağan edebilirmiş ama bunu yeterince başaramamış görünüyor; yine de bu karakterin şu ya da bu şekilde bir cazibeyi yakalayabildiğini ve “aylaklığın ortasında bunalan” gençlerin akılda kalan bir örneğini oluşturduğunu söylemek mümkün. Özetle, sıradanlığın ortasında yaşanan bir tuhaflığı anlatan bu hikâye kesinlikle ilgiyi hak eden ve özellikle ikinci bölümü ile daha da önemli olan bir çalışma.

(“Sihirli Vadi”)