Electra Glide in Blue – James William Guercio (1973)

“Oysa benim hayalimin gerçekleşmesi için tek bir kuruşa bile ihtiyacım yok. Bütün istediğim şu kahverengi üniforma, Stetson şapka ve altımda da iki yerine dört tekerlek. Ve bir de üzerinde “Düşünmek için maaş alıyorsun, kıçında nasırlar çıksın diye değil” diye yazan bir rozet”

Cinayet masasında dedektif olmayı düşleyen bir motosikletli devriye polisinin işlenen bir cinayet sonucu hayalleri ile yüzleşmesinin hikâyesi.

Tıpkı “White of the Eye – Göz Akı” gibi Arizona’da geçen ve bugün bir kült olmuş bir çalışma. Yönetmenliği, yapımcılığı ve müzikleri üstlenen isim ise bu film sinema kariyerindeki ilk ve son eser olan James William Guercio. ABD’li müzik grubu Chicago’nun ilk albümlerinin yapımcısı olarak asıl ününe kavuşan Guercio’nun bu filminde grubun üyeleri de çeşitli küçük rollerde oynamışlar. Hatta solist Peter Cetera’nın süresi kısa ama önemli bir rolü var filmde. Cannes film festivaline de katılan ama eleştirmenlerin hiç beğenmeyip hatta faşizan olmakla suçladığı film çok başarılı final sahnesi, buradaki performansı sayesinde bizde de çok sevilen “Baretta” adlı televizyon dizisinde baş rolü almayı başaran Robert Blake’in performansı ve alanının usta ismi Conrad L. Hall’un başarılı görüntüleri ile dikkat çekebilir.

Cannes’daki faşizan suçlamalarını ne kadar hak ettiği tartışılır ama filmin bu suçlamaların sahiplerini haklı kılacak kimi öğeleri de yok değil açıkçası. Tüm hippilerin kötü karakterler olması ve bir polisin haksızlığına maruz kalan hippinin de finalde aslında masum olmadığının anlaşılması, katilin bir eşcinsel olması, açılış sahnesinde Blake’in polis karakterinin sabah göreve hazırlanışının aldığı gıdalardan üniformasını giymesine, sevişmesinden sabah sporuna kadar her şeyin adeta onu kutsayan bir havada gösteriliyor olması polise ve güce bir övgüyü barındırmıyor değil örneğin. Bu sahnelerdeki müziğin de desteklediği bir hava bu üstelik. Polisimizin cinayetle ilgili soruşturmada amiri olan polisin işlerinin felsefesi ile ilgili sözlerini de bu kategoriye eklemek gerek. Yine de tüm bunların faşizan gibi ağır bir kelimeyi gerektireceği tartışmalı kesinlikle. Bu kusurları var hikâyenin ama polisimizin boyunun kısalığı ile dalga geçmeyi (ki bu sahnelerin filme hem keyif kattığını hem de kimi sertliklerle bir parça çeliştiğini belirtmeliyiz) veya polis amirinin cinsel hayatından işine uzanan başarısızlığını sergilemeyi ihmal etmediğini de söylemek gerek.

Sonraları hayli ün kazanacak Nick Nolte’un kariyerinin henüz ikinci filminde ve jenerikte adı bile geçmeyecek şekilde küçük bir rolde göründüğü filmin hikâyesinin kimi sorunları var. Polisin sevgilisi olan kadının gereksiz hem de çok gereksiz uzatılmış bir sahnede nutuk atmasına neden olan mutsuzluğunun hikâyenin kalan diğer tüm kısımları ile nasıl bir ilgisi olduğunu anlamak mümkün değil örneğin. Tüm karakterlerinin mutsuz olduğu bir hikâyenin belki sadece o bağlamda bir parçası olabiliyor kadının hikâyesi. Süresinin iki saatin altında olmasına rağmen hikâyenin uzatılmış görünmesi ve bunun neden olduğu tempo düşüklüğünü de eklemek gerek problemlere. Hikâyenin sahip olmaya çalıştığı gizemi yakaladığını söylemek de pek gerçekçi değil. Öyle ki filmin kendisi bile unutuyor cinayetle ilgili gizemi epey uzun bir süre. Ayrıca kimi zaman esprili anları olan, kahramanın hayatının tek idealini yakalayabilmek için hep beklediği fırsatı yakalamasını ve yakaladığında karşısına çıkanları (ki bunları da diyaloglardaki başarıyı yakalayacak bir görsellikle sergileyemiyor) ve hissettiklerini anlatmaya soyunan bir filmin adeta bir aksiyon filminden alınmışa benzeyen sertlikteki sahneler içermesini ve üstelik bunların çoğunu yavaşlatılmış gösterimlerle karşımıza getirmesini anlamak pek mümkün değil. Guercio’nun “Free From The Devil” şarkısını söyledikleri ve yine gereksiz uzun tutulmuş bir konser sahnesinde karşımıza getirdiği Madura grubu üzerinden hippileri ve rocker’ları pek sempatik göstermemesini de atlamayalım filmin kusurlarını sayarken. Renkli olan filmin sonlarda kısa bir süre siyah-beyaz olup tekrar renkliye kaydığı sahne ise estetik olarak hoş ama neyin sembolü olduğunu anlamak pek mümkün değil.

Conrad L. Hall’ın görüntüleri ise kesinlikle birinci sınıf. Arizona’nın tozlu görüntüsünü ustalıkla yansıtan kamerası her zaman en doğru kareyi yakalamış görünüyor ve kahramanımızın ıssız yollarda anlamsız gördüğü ama yine de en iyi şekilde yapmaya çalıştığı görevini ve yalnızlığını geniş açılı çekimlerle çok başarılı bir biçimde getiriyor karşımıza. Acelesi olmayan bir temposu olan filmin sakinliğinin en doğru göründüğü ve gerçekten etkileyici olduğu bölüm ise tüm final sahnesi. Hikâye bittikten sonra yavaşça yol boyunca ilerlemeye doğru devam eden kamera ve bu sırada hemen hemen kapanış jeneriği başlayana kadar devam eden kapanış şarkısı ile başarılı bir finali yakalamış filmimiz kesinlikle. Baştaki “faşizan” görünümlü ama kesinlikle başarılı güne hazırlanma sahnesini de düşünürsek filmin iyi açılıp iyi kapandığını söyleyebiliriz rahatça. Bugün kimilerinin kült olarak kabul ettiği film yukarıda belirttiğim kusurlarına ve kimi karakterlerini hayli yüzeysel kılmasına rağmen Blake’in oyununun da ciddi katkısı ile görülmeyi hak eden bir çalışma.

(“Mavi Işık Saçanlar”)

Görkemli Kaybedenler – Leonard Cohen

Kanadalı ozan Leonard Cohen’in ilk kez 1966’da basılan ikinci romanı. 1956’daki “Let Us Compare Mythologies” adlı şiir kitabı ile başlayan yazarlığındaki ilk romanı 1963’te basılan “The Favorite Game” olmuştu. Cohen’in ilk müzik albümünün 1967 tarihli “Songs of Leonard Cohen” olduğunu düşünürsek, sanat hayatındaki ilk üretimleri edebiyat dalında olmuş sanatçının, pek çok müzikseverin haberinin bile olmadığı bir şekilde. Aslında gerek şiir kitaplarını gerekse bu romanını ve tüm şarkılarını birlikte değerlendirince Cohen’in edebiyatta müziği, müzikte de edebiyatı kapsayan bir üretimi olduğunu söyleyebiliriz rahatça. Tam da bu nedenle ozan kelimesini hem şair hem bir müzisyen anlamında kullanmak gerekiyor onu anlatırken. Her şarkısında bir hikâye anlatan, işte örneğin bu romanında olduğu gibi her satırında da bir şarkı söyleyen bir isim o. Tüm o benzetmeleri ile (“Bir ninninin son satırı gibi, nasıl yumuşak görüyordu gece”) lirizmden argoya kadar okuyucusunu savurup diyor kitap.

Evet, her satırında bir şarkı var bu romanın. Üç ayrı kişinin ağzından yazılmış ve her biri bir kitap olarak adlandırılan üç ana bölümden oluşan romanın ilk kitabının 10 numaralı bölümündeki tüm cümleler örneğin, uzun bir şarkının birer mısrası olabilir kesinlikle. Bir benzerini de 38 numaralı bölüm için söylemek mümkün bunun ve aslında tüm bir romanı bu şekilde oluşturmuş sanatçı. Ve oluştururken de derin bir birikimin ve entelektüelliğin tanığı olmamızı sağlamış. “Bugünü” 1960’lı yıllar olan kitap 1660’lı yıllara kadar gidiyor “geçmiş” için ve okuyucunun önüne koyduğu onca gönderme, dolaylı veya doğrudan imaları ile onu sarsıyor adeta. Ve bazen küçük bir detaydan, bir objeden analizleri ile koca hikâyeler üretiyor. Bunu yaparken de ne kadar birikimli ise o kadar ödüllendiriyor okuyucusunu. Örneğin ikinci kitabın dört numaralı bölümününün tadına gerçek anlamı ile varabilmek için Cohen’in referans olarak gösterdiği Hollandalı rönesans dönemi ressamı Brueghel’in tablolarına aşina olmak gerekiyor kesinlikle. Cohen’in bir objeden yola çıkarak nasıl derin bir tahlile ve anlatım becerisine ulaştığının en iyi örneklerinden biri ise birinci kitabın yirmi dokuz numaralı bölümü. Burada yazar bir vücut geliştirme reklamındaki yedi karede anlatılan bir hikâyeyi benzersiz bir şekilde ve her bir kareyi adeta atomik parçalara ayırıp analiz ediyor usta bir şekilde.

Dört ana karakteri var kitabın: İsmi belirtilmeyen ve birinci kitabın anlatıcısı olan antropoloji uzmanı bir adam, ikinci kitabı oluşturan mektubu yazan ve ilk karakterin en yakın arkadaşı, sevgilisi ve “öğretmeni” rolündeki F. adında bir adam, ilkinin eşi ve ikincisinin de sevgilisi olan Edith adlı bir kadın ve 17. Yüzyılda yaşamış gerçek bir karakter olan ve Hristiyanlığı kabul edip sonradan azize ilan edilen bir Amerikalı yerli kadın olan Catherine Tekakwitha. Bu karakterler üzerinden Kanada’nın İngilizleşme ve Fransızlaşma sürecinden Hristiyanlık ve özellikle misyonerlik tarihine, 1960’ların Kanada’sının politik atmosferinden Quebec’in bağımsızlık mücadelesine, cinsellikten doğaüstü öğelere ve daha pek çoğuna uzanan kapsamı olan bir hikâye anlatıyor bize Cohen. Cinsellikle ilgili cümlelerindeki serbestliğin de dikkatini çekelim ve zamanında hem bu nedenle hem de asıl olarak radikal tarzı nedeni ile romanın hem çok sevenlerinin hem de nefret edenlerinin bulunduğunu ama sonuçta çarpıcılığını herkesin kabul ettiği bir kitap olduğunu söyleyelim son olarak. Başka bir dile çevirisi oldukça zor olan bir metni ustalıkla Türkçeye aktaran Ayşe Düzkan ve Algan Sezgintüredi’yi takdirle anmayı da unutmayalım.

(“Beautiful Losers”)

White of the Eye – Donald Cammell (1987)

“Kahrolası bir araba kazası geçirmişsin gibi, keyifle giderken bir bakıyorsun bacakların yok”

Kadınları öldüren bir seri katil olduğundan kuşkulanılan bir ses sistemleri uzmanının hikâyesi.

Andrew Klavan’ın Margaret Tracy takma adı ile yazdığı “Mrs. White” adlı romandan Donald Cammell’ın eşi China Kong ile birlikte uyarladığı ve Cammell’ın yönettiği bu film aldığı kimi eleştirel övgülere rağmen gişede başarısız olmuş bir çalışma. Zamanla hayranları oluşan film yine de bugün pek fazla hatırlanmıyor. Farklı kurgusu, kronolojiyi zaman zaman bozan anlatımı ve kimi diğer “tuhaflıkları” ile kesinlikle “değişik” bir film bu. Pink Floyd grubunun elemanlarından Nick Mason’ın ve bir diğer ünlü grup 10cc’nin elemanlarından Rick Fenn’in imzasını taşıyan ve zaman zaman fazlası ile 80’lerin synthesizer ağırlıklı eserlerini çağrıştıran bir müzik çalışması olan film, değişik havasını yeteri kadar çekici kılamıyor ve peşine düşmüş göründüğü entelektüel gerilimi de yakalayamıyor. Yine de farklı havası, soyut denebilecek görselliği ve dış mekanları kullanmaktaki başarısı ile görülmeyi hak eden bir çalışma bu.

Yönetmen Donald Cammell filmini “insanın yok etme ihtiyacı hakkında sanatsal bir çalışma” olarak nitelendirmiş bir röportajında ve filmin adını da bir Apaçi efsanesinden almış. Bu efsaneye göre “White of the Eye – Göz Akı” şiddetin gözüne bakan ve bu tanıklığın üzerinde kalıcı bir iz bıraktığı insanlara verilen bir isim. Nietzsche’nin “uçuruma bakarsan, unutma ki uçurum da sana bakar” mealindeki sözünü hatırlatan bu efsanenin filme ne kadar etkileyici yansıtılabildiği üzerine lâf söylemek genel olarak filmin de artı ve eksileri için ciddi bir gösterge olacaktır. Karakterlerden birinin yerli kökenine, hikâyede zaman zaman bahsi geçen yerlilere ve katilimizin Arizona’nın Tucson bölgesindeki tuhaf ve ilgi çekici yeryüzü şekilleri önündeki davranışlarına referans vererek filmin bu alanlara sızmaya çalıştığını ve zaman zaman da başardığını söylemek mümkün aslında. Ne var ki filmin hemen tüm diğer öğelerinde olduğu gibi burada da bir olmamışlık veya bir başka deyişle yeterince olgunlaştıramamışlık söz konusu. Adeta yönetmen/senarist aklındakileri toparlayamamış ya da tüm aklına gelenleri yeterince ayıklayıp anlamlı bir bütüne ulaştıramamış gibi görünüyor. Her kare, her kamera açısı ile bir şeyler söylemeye, vurgulamaya çalışmış Cammell ve sık sık filmden sonra da aklınızdan çıkmayacak görüntüler yakalamış Larry McConkey’nin zaman zaman hayli çarpıcı olabilen görüntüleri ile. Ne var ki tüm bu vurgulamalar sık sık dağılıp gidiyor ve üstelik arada hayli stilize olan bir görsellik filme bir yandan çekicilik sağlarken, öte yandan kafa da karıştırıyor ne yazık ki.

Cammell’ın toplam üç sinema filminden sonuncusu bu ve kariyerindeki ilk film Mick Jagger’ın da oynadığı ve bugün yine kült denebilecek bir statüye kavuşmuş olan “Performance”. Cammell bu ilk filminde olduğu gibi yine görüntülerin vurgulama/etkileme gücüne hayli başvurmuş burada da. Açılıştaki toplam iki dakika yirmi saniye süren cinayet sahnesini tam 55 ayrı çekimden oluşturmuş örneğin. Hikâye boyunca pek çok kaydırmaya başvurmuş ve zaman zaman da yetmişleri hatırlatan zumlardan faydalanmış. Görüntüler ise belki de Arizona’nın çöl sıcaklığını hatırlatmak için özellikle fazla ışıkla boğuluyor zaman zaman. Arada karşımıza çıkan ve her zaman neden tanık olduğumuzu anlayamadığımız Arizona’nın kayalık ağırlıklı yer şekilleriniin havadan çekimleri de filmin değişik görselliğinin bir başka boyutunu oluşturuyor. Filmin farklı görselliğinin bir başka unsuru da stilize anlatım tarzı. İlk cinayet sahnesindeki patlayan camlar, kadehten dökülen şarap vs. hayli çekici anlar yaratıyor kesinlikle ve filmimizin stlize anlarının da en belirgin örneğini oluşturuyor. Görsellikle ilgili son bir not olarak hikâye boyunca karşımıza gelen göz akı/bebeği görüntülerinin genellikle etkileyici olmaktan çok rahatsız edici olduğunu ama belki de asıl amaçlananın bu olduğunu da belirtmiş olalım.

Erotizmin gücünden yararlanmayı da ihmal etmeyen filmin özellikle yan karakterlerle ilgili ciddi bir sıkıntısı var. Ana karakterler dışında hemen herkes öylesine bir görünüp kayboluyorlar çoğunlukla ve asıl karakterlerin de yeterince derinleştirilememiş olması nedeni ile hikâyenin karakter boyutu zayıf kalıyor. Orijinal müziğinin yanısıra görkemli klasik müzik eserlerinden ve “You Sexy Thing” gibi popüler olmuş şarkılardan da yararlanan film tüm kusurlarına (adamın “ses sistemleri” uzmanlığının hikâyedeki yerinin yeterince anlatılamamış olmasını da eklemeli bu kusurlara) rağmen bugün bir yarı-kült olması ile bile önemli olan ve değişik görselliği ile ilgi çekecek bir eser.

(“Göz Akı”)

The Sea – Stephen Brown (2013)

“Geride bırakılan olmak çok zordur; terkedilmiş hissedersin, aynı zamanda da kırgın”

Eşi ölen bir adamın çocukluğunu geçirdiği bir sahil köyüne giderek geçmişindeki sırları hatırlamasının hikâyesi.

İrlandalı yazar John Banville’in 2005 yılında prestijli Man Booker ödülünü kazanan aynı adlı romanından uyarlanan ve senaryosunu da yine Banville’in yazdığı bir film. İrlandalı yönetmen Stephen Brown tarafından çekilen ve yönetmenin ilk uzun metrajlı çalışması olan film kaybetme, hatırlama ve insanın geçmişin hayaletlerini bir ömür boyu hep yüreğinde taşıması üzerine kurulu hikâyeyi bir nostalji duygusunun eşliğinde anlatıyor. Başarılı bir romanı kaynak olarak alması, güçlü oyuncu kadrosu, karakterleri adeta çevrelerinden izole eden başarılı görüntüleri ve hüzün duygusuna rağmen film tam bir başarı örneği olamamış ne yazık ki. Bu durumun sorumlularından biri pek çok uyarlamanın başına geldiği gibi yazıda o denli çekici ve gizemli olan atmosferin görüntülere döküldüğünde etkisini koruyamaması. Diğeri ise hem geçmiş hem bugünün aynı derecede yoğun bir acı ve kayıp duygusunu seyirciye geçirmeye çalışması ve geriye dönüşlerle bugün arasında seyircinin zaman zaman sıkışmışlık duygusuna kapılmasına neden olması. Yine de filmin ret edilemez bir çekiciliği olduğunu ve ilgiyi hak ettiğini belirtmek gerek.

Evet, filmin güçlü bir kadrosu var gerçekten de. Baş roldeki sağlam oyuncu İrlandalı Ciarán Hinds’e Sinéad Cusack, Charlotte Rampling, Rufus Sewell ve Natascha McElphone eşlik ediyor ve geriye dönüşlerde karşımıza gelen genç oyuncular da aksamadan üstlerine düşeni yapıyorlar. Tıpkı romandaki gibi iki farklı dönemde geçen hikâyenin geçmişi anlatan ve yaz aylarında geçen bölümleri sıcak ve güneşli bir havanın parlaklığına sahip ve sondaki trajedi ile çekici bir zıtlık yaratıyorlar. John Conroy’un görüntüleri bir yandan aylak ve sadece eğlenceyi çağrıştıran yaz günlerinin o keyifli havasını seyircinin önüne getirirken, diğer yandan sonradan olacakları ima eden bir tedirgin hava oluşturmayı da başarıyor. Gerek geçmişi anlatan bölümlerde gerekse hikâyenin bugünü anlatan sahnelerinde yönetmen Brown, Conroy’un kamerasını karakterlerini bulundukları ortamda adeta hayattan soyutlamak için kullanmış. Öyle ki sayıları hayli kısıtlı olan yan karakterler çok kısa sürelerle ve sadece asıl karakterlerimiz ile ilişkileri olduğu için görünüyor ve sonra kayboluyorlar. Filme -sinemasal anlamda bir rahatsızlık yaratmayan- bir tiyatro havası da veren bu yaklaşım seyircinin sadece kahramanlarımıza odaklanmasını sağladığı gibi hikâyedeki hüzün duygusunu da artırıyor. Artırıyor, çünkü film adını koymadan bir yalnızlık duygusunu bu şekilde pekiştirdiği gibi adeta bu dünyaya ait olmayan bir hikâyenin havasını yakalamayı da başarıyor.

Geçmişin sıcak ve parlak günlerine karşılık, film bugünü daha soğuk renklerle anlatıyor ve anlattıklarını bir sonbahar/kış atmosferine yerleştirerek hüznü bir başka açıdan daha yakalıyor. Peki tüm bu hüzün, birisini kaybetme duygusu, yaşlanmak seyirciye yeterince güçlü bir biçimde yansıtılabiliyor mu? Ya da filmin öylesine bir değinir gibi olduğu ama asıl hikâyesinin altında ezilip giden sınıf farkı gibi öğeler ne kadar gösterebiliyor kendisini? Bu soruların cevabı ne yazık ki çok parlak değil ve filmi seyrederken sık sık Man Booker ödüllü romanın -okumamış olsanız bile- sözel olarak daha etkileyici bir havası olduğunu ama karşınıza gelen görselliğin bunu yeterince yansıtamadığını düşünüyorsunuz. Hikâyenin bir başka aksayan yanı da adamın karısı ile son günlerindeki diyaloglarından bize hissettirilen mutsuzluk havasını tam olarak adlandırmanıza izin vermemesi. Bir yandan ölmekte olan kadının son günlerinde kocasının hissettiği acının farkına varmaması/umursamaması gibi hayli etkileyici anlara tanıklık etmemizi de sağlayan bu sahneler, diğer yandan tam da bu içerikleri nedeni ile adamın sonradan içine düştüğü boşluğun sağlam bir gerekçesi olamıyorlar.

Eksikliklerine rağmen ilgiyi hak eden bir film “The Sea”. Görüntülerin ve renklerin hikâyenin derdini anlatmakta bazen nasıl etkili bir şekilde kullanılabileceğinin örneği olan eser, kaybetme ve kayıpla baş etme duygusunu hatırlatmasının yanısıra Andrew Hewitt’in etkileyici ve hikâye ile hayli uyumlu müziğinin de desteği ile ne olursa olsun yüreğe dokunmayı başarıyor.

(“Deniz”)