The Sea – Stephen Brown (2013)

“Geride bırakılan olmak çok zordur; terkedilmiş hissedersin, aynı zamanda da kırgın”

Eşi ölen bir adamın çocukluğunu geçirdiği bir sahil köyüne giderek geçmişindeki sırları hatırlamasının hikâyesi.

İrlandalı yazar John Banville’in 2005 yılında prestijli Man Booker ödülünü kazanan aynı adlı romanından uyarlanan ve senaryosunu da yine Banville’in yazdığı bir film. İrlandalı yönetmen Stephen Brown tarafından çekilen ve yönetmenin ilk uzun metrajlı çalışması olan film kaybetme, hatırlama ve insanın geçmişin hayaletlerini bir ömür boyu hep yüreğinde taşıması üzerine kurulu hikâyeyi bir nostalji duygusunun eşliğinde anlatıyor. Başarılı bir romanı kaynak olarak alması, güçlü oyuncu kadrosu, karakterleri adeta çevrelerinden izole eden başarılı görüntüleri ve hüzün duygusuna rağmen film tam bir başarı örneği olamamış ne yazık ki. Bu durumun sorumlularından biri pek çok uyarlamanın başına geldiği gibi yazıda o denli çekici ve gizemli olan atmosferin görüntülere döküldüğünde etkisini koruyamaması. Diğeri ise hem geçmiş hem bugünün aynı derecede yoğun bir acı ve kayıp duygusunu seyirciye geçirmeye çalışması ve geriye dönüşlerle bugün arasında seyircinin zaman zaman sıkışmışlık duygusuna kapılmasına neden olması. Yine de filmin ret edilemez bir çekiciliği olduğunu ve ilgiyi hak ettiğini belirtmek gerek.

Evet, filmin güçlü bir kadrosu var gerçekten de. Baş roldeki sağlam oyuncu İrlandalı Ciarán Hinds’e Sinéad Cusack, Charlotte Rampling, Rufus Sewell ve Natascha McElphone eşlik ediyor ve geriye dönüşlerde karşımıza gelen genç oyuncular da aksamadan üstlerine düşeni yapıyorlar. Tıpkı romandaki gibi iki farklı dönemde geçen hikâyenin geçmişi anlatan ve yaz aylarında geçen bölümleri sıcak ve güneşli bir havanın parlaklığına sahip ve sondaki trajedi ile çekici bir zıtlık yaratıyorlar. John Conroy’un görüntüleri bir yandan aylak ve sadece eğlenceyi çağrıştıran yaz günlerinin o keyifli havasını seyircinin önüne getirirken, diğer yandan sonradan olacakları ima eden bir tedirgin hava oluşturmayı da başarıyor. Gerek geçmişi anlatan bölümlerde gerekse hikâyenin bugünü anlatan sahnelerinde yönetmen Brown, Conroy’un kamerasını karakterlerini bulundukları ortamda adeta hayattan soyutlamak için kullanmış. Öyle ki sayıları hayli kısıtlı olan yan karakterler çok kısa sürelerle ve sadece asıl karakterlerimiz ile ilişkileri olduğu için görünüyor ve sonra kayboluyorlar. Filme -sinemasal anlamda bir rahatsızlık yaratmayan- bir tiyatro havası da veren bu yaklaşım seyircinin sadece kahramanlarımıza odaklanmasını sağladığı gibi hikâyedeki hüzün duygusunu da artırıyor. Artırıyor, çünkü film adını koymadan bir yalnızlık duygusunu bu şekilde pekiştirdiği gibi adeta bu dünyaya ait olmayan bir hikâyenin havasını yakalamayı da başarıyor.

Geçmişin sıcak ve parlak günlerine karşılık, film bugünü daha soğuk renklerle anlatıyor ve anlattıklarını bir sonbahar/kış atmosferine yerleştirerek hüznü bir başka açıdan daha yakalıyor. Peki tüm bu hüzün, birisini kaybetme duygusu, yaşlanmak seyirciye yeterince güçlü bir biçimde yansıtılabiliyor mu? Ya da filmin öylesine bir değinir gibi olduğu ama asıl hikâyesinin altında ezilip giden sınıf farkı gibi öğeler ne kadar gösterebiliyor kendisini? Bu soruların cevabı ne yazık ki çok parlak değil ve filmi seyrederken sık sık Man Booker ödüllü romanın -okumamış olsanız bile- sözel olarak daha etkileyici bir havası olduğunu ama karşınıza gelen görselliğin bunu yeterince yansıtamadığını düşünüyorsunuz. Hikâyenin bir başka aksayan yanı da adamın karısı ile son günlerindeki diyaloglarından bize hissettirilen mutsuzluk havasını tam olarak adlandırmanıza izin vermemesi. Bir yandan ölmekte olan kadının son günlerinde kocasının hissettiği acının farkına varmaması/umursamaması gibi hayli etkileyici anlara tanıklık etmemizi de sağlayan bu sahneler, diğer yandan tam da bu içerikleri nedeni ile adamın sonradan içine düştüğü boşluğun sağlam bir gerekçesi olamıyorlar.

Eksikliklerine rağmen ilgiyi hak eden bir film “The Sea”. Görüntülerin ve renklerin hikâyenin derdini anlatmakta bazen nasıl etkili bir şekilde kullanılabileceğinin örneği olan eser, kaybetme ve kayıpla baş etme duygusunu hatırlatmasının yanısıra Andrew Hewitt’in etkileyici ve hikâye ile hayli uyumlu müziğinin de desteği ile ne olursa olsun yüreğe dokunmayı başarıyor.

(“Deniz”)

(Visited 119 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir