İçimizdeki Şeytan – Sabahattin Ali

Sabahattin Ali’nin üç romanından ikincisi olan 1940 tarihli “İçimizdeki Şeytan” diğer iki romanının (“Kuyucaklı Yusuf” ve “Kürk Mantolu Madonna”) gölgesinde kalmış görünen bir eser ama sadece yarattığı polemikler nedeni ile değil, tartışmaya açtığı fikirler ve bugünün edebi anlayışına göre bir parça didaktik dursa da sık sık iç konuşmalar halini alan biçimi ile önemli bir roman kesinlikle.

“İçimizdeki Şeytan” adlı romanın yarattığı temel polemik romandaki kimi karakterlerin (ki yazarın açıkça nefret ettiği ve fikirlerinden fiziksel özelliklerine kadar yerden yere vurduğu karakterler bunlar) gerçek hayattaki hangi ünlü isimlerin karşılığı olduğu konusunda çıkmış ortaya. Okuduğum baskıya önsöz yazan Selim İleri bu konuya değiniyor ve önem vermediğini söylüyor ama romanın edebi değerinden bağımsız olarak bu konunun kitabı yazarken Ali’nin kafasındaki en önemli konulardan biri olduğu açık. Peyami Safa’dan Necip Fazıl’a Mükrimin Halil’den Zeki Velidi’ye (bir başka iddiaya göre Abdülkadir İnan’a) kadar uzanan gerçek şahıslar romanda “yüksek fikir muhiti”nin üyeleri olarak sıkı bir eleştiriden geçiyorlar. Romanda adı verilmeyen ama karakterlerden birinin “acizlere acımak sersemliktir” gibi sözleri ve gücü yüceltip zayıfları yok edilmesi gereken ya da en azından uzak durulması gereken varlıklar olarak gören fikirlerin savunulduğu düşünüldüğünde faşizan ve ırkçı bir örgüt olduğu anlaşılan bir grubun üyesi olan bu karakterleri roman boyunca her fırsatta aşağılıyor Ali ve onlara karşı olan nefretini belki bir romanın edebi değeri için fazla olacak bir şekilde ve hemen her satırda dile getiriyor. Romanın bu yanı karakterlerden birine ilham verdiği söylenen ve kendisini yazılarında “Irkçı, Türkçü ve Turancı” olarak tanımlayan Nihal Atsız’ın kitap yayınlanır yayınlanmaz yazdığı uzun ve çok sert bir yazı (belki de bir hakaretler manzumesi demek daha doğru) ile Sabahattin Ali’ye saldırmasına neden olmuş ve Selim İleri’nin biraz naif bir şekilde önemsememeyi tercih ettiğinin aksine kitabının bu yanının kesinlikle önemli olduğunu gösteriyor.

Romandaki karakterleri kabaca iyiler (Macide ve Bedri), zayıflar (Ömer, veznedar) ve kötüler (geri kalan tüm karakterler) olmak üzere üçe ayırmak mümkün. Romanın adı olan “içimizdeki şeytanları”, hikâyenin zayıf karakteri olan Ömer acizliğinin, “zekâsını mirasyediler gibi harcamasının” ve sürüklendiği boş hayatının sorumlusu olarak görüyor başta ama romanın sonunda bu şeytanların sadece bir mazeret olduğunu, insanın iyi olmak ve içindeki kötücüllüğü ve zayıflığı yok etmek için savaşması gerektiğini kitabın mesajına uygun olarak anlıyor. Sabahattin Ali, baş karakteri olan Ömer’in kısa aralıklar içinde “İlkbahar gibi bir mevsimi olan dünya, üzerinde yaşanmaya değer… Ne olursa olsun…” ifadesinden “”Hayat sahiden yaşanmaya değmeyecek kadar küçüklükler ve bayağılıklarla dolu” ve hemen ardından “Haydi, ne duruyorsunuz! Gülün, sevinin, hayat kadar tatlı şey var mı?” cümlelerine geçişini anlatırken bu durumu onun içindeki kararsızlığın, büyümeyi ret etmişlikten kaynaklanan çocukluğun ve zorluklar karşısında hep kaçmayı seçen zayıf karakterinin göstergesi olarak kullanıyor. Aslında oldukça idealleştirilmiş olan Bedri ve yaşadığı tüm zorluklara rağmen ayakta kalabilen Macide karakterleri bir kenara bırakılırsa, Sabahattin Ali romandaki tüm kurumları ve aydın veya halk ayırt etmeden tüm bireyleri bir yüzeyselliğin ve yozlaşmanın parçası olarak göstererek belki de yaşadığı dönemde hissettiği hayal kırıklığını anlatıyor bize. Ömer’in ilk gençliklerindeki ideallerinin yerini para ve mevki hırslarının alacağını iddia ettiği genç öğrenci karakterlere saldırması da yine bu duygunun ifadesi sanki. Cumhuriyet’in erken dönem aydınlarının (örneğin Yakup Kadri) yaşadığı hayal kırıklığının bir başka örneği belki de Sabahattin Ali’nin hissettiği.

Hayli sıkı ve derin edebi cümlelerle anlatılan ama zaman zaman romanın mesajlarını taşıma kaygısını da taşıyan iç konuşmalar romanda epey yer tutuyor. Hatta diyaloglardan daha fazla olduğu söylenir bu konuşmaların ve Ali’in okuyana gerçekten dokunan cümleleri ile romana ayrı bir keyif de katıyor. Sabahattin Ali’nin tasvir ve tahlilinin doruğa çıktığı kimi bölümler de (örneğin, kadın çorabı çalma sahnesi) okuyucuyu epey heyecanlandıracaktır kuşkusuz. İradesizliğin ve gerçeklerle savaşmaktansa onlardan kaçmaya neden olan korkunun veya tembelliğin eleştirisini yapan romanda bir karakterin “Şişli’den Mecidiyeköy’e yürürken, evlerin bitmesi ile uzaktan kır gazinolarının göründüğü bir yerde yolun kenarına, otların üzerine oturması”, İstanbul’un 1940 yılından günümüze geçirdiği “değişimin” acı bir örneği olarak, eski romanları okurken veya eski filmleri seyrederken hissedilen hüznü yaşatıyor okuyucuya.

Infamous – Douglas McGrath (2006)

“Dün gece yatağımda yatıyor ve düşünüyordum: Ceza nedir? Eğer dışarıdaki hayatı sevmiyorsan, hapiste olmak ceza değildir. Ne de ölüm, eğer yaşamak sana acı veriyorsa. Benim için cezanın ne demek olduğunu söyleyeyim sana: Kendine uygun birinin olduğunu umut etmek, yıllarca onsuz yaşadıktan sonra onu bulmak ama sahip olamamak”

“In Cold Blood” kitabına konu olan cinayetleri araştırırken, katillerden özellikle biri ile yakın ilişki kuran yazar Truman Capote’nin hikâyesi.

2005 yılında Bennet Miller’ın Gerald Clarke’ın “Capote” adlı biyografisinden uyarlayarak aynı hikâyeyi anlatmasından sadece bir yıl sonra bu kez Douglas McGrath George Plimpton’ın kitabından karşımıza getirmişti Capote’nin bu en çok bilinen eserlerinden birini yazış sürecini. Art arda sinemalara gelen iki filmden bu ikincisi aldığı ödüller ve beğeni açısından ilkinden geride kalmış olsa da görülmeyi hak eden bir çalışma. Capote ilginç, ünlü ve gerçek bir karakter, filmin yazılış günlerine odaklandığı kitap çok bilinen ve önemli bir eser ve yazarın katillerden biri ile arasındaki sanatçı ve objesi düzeyini çok aşan ilişki hayli çekici bir konu ve işte tüm bunlar filme bir cazibe katıyor kesinlikle. Başroldeki Toby Jones kimi bariz fiziksel özellikleri nedeni ile canlandırması bir yandan zor diğer yandan yine aynı nedenlerle kolay olan bir karakteri başarı ile oynuyor ve hikâyenin en önemli yükünün altından kalkmayı başarıyor. Diğer karakterlerdeki ünlü oyuncuların da ayrı bir çekicilik kattığı film zaman zaman aldığı hafif hava ve yeterince derinlere inmemesi ile çok güçlü bir film de değil ne yazık ki.

Sandra Bullock, Daniel Craig, Jeff Daniels, Gwyneth Paltrow, Peter Bogdanovich, Isabella Rossellini ve Sigourney Weaver gibi ünlü isimlerin başroldeki Toby Jones’a eşlik ettiği bir film karşımızdaki. Kadrosunun şöhret düzeyi açısından bir sıkıntısı yok filmin kısacası. Bu kadro içinde filmde önemli rolleri olan isimlerden Sandra Bullock (ünlü yazar Harper Lee rolünde) aksamıyor ve üzerine düşeni yapıyor (hatta bir röportaj sahnesinde filmin en sıkı oyunculuk gösterilerinden birini yapıyor şaşırtıcı bir şekilde), Capote’nin yakın ilişki kurduğu katili canlandıran Daniel Craig ise özellikle Jones ile olan ikili sahnelerinde güçlü bir performans sergiliyor. Craig’in kimi sahnelerde, örneğin yazdığı bir mektup okunurken, yazdıklarını onun ağzından ve kameraya doğru seslendirmesi ile gördüğümüz sahne, yeterince rahat veya güçlü bir resim vermemesi ise yönetmenin bu anlardaki yanlış tercihlerinin sonucu gibi görünüyor. Örneğin bu belirttiğim sahnede yönetmenin benimsediği bu anlatım şekli filme özellikle o anlarına hiç uygun düşmeyen gereksiz bir hafiflik ve yüzeysellik katmış. Yönetmen Douglas McGrath’ın kendi yazdığı senaryo temel olarak Capote’nin cinayetin işlendiği kasabadaki araştırmalarına ve kitabın yazımı sırasında yaşadıklarına odaklansa ve bu anlar filmin en güçlü anları olsa da, filmin odak noktası buradan başka yerlere kaydığı anda (örneğin bohem ve dedikodu dolu hayatlara) hikâye de gücünü yitiriyor. Oysa yazarın karakterini (hırsını, kıskançlığını, rahatlığını, duygusallığını, bencilliğini vs.) cinayet ve kitap etrafında yaşananlar yeterince anlatıyor seyirciye. İşte tam da bu nedenle örneğin en başta yer alan ve yazarı tanıyan karakterlerle yapılan “röportajlar” gereksiz ve yanlış bir şekilde sanki Capote’yi, ama özellikle sadece onu anlatan bir film seyredeceğimiz hissini vererek bizi yanıltırken, sondaki benzer röportajlar hikâyenin asıl odak noktasına değindikleri için filme hayli yakışıyorlar.

Sesini duyanların kadın zannettiği, hatta gittiği kasabada konuştuğu hemen herkesin “hanımefendi” diye hitap ettiği Capone’un “eğer Brüksel lahanaları konuşabilseydi, herhalde ses tonları böyle olurdu” veya “eğer şansınız varsa hiç duymamışsınızdır” gibi sözlerle tanımlanan sesi ve feminen vücut dili kendisini canlandıran bir oyuncu için bir yandan taklit üzerinden ilerlemek gibi bir kolaylık sağlarken, diğer yandan karakterin bir karikatüre dönüşmesinin kolaylığı üzerinden zorluk da yaratıyor aslında. Toby Jones bu zorluğun üstesinden gelmeyi başarıyor ve işinin en zor tarafını başarı ile yerine getiriyor. Sanatçının üstesinden geldiği bir diğer zorluk ise hikâyenin Capote’yi ille de olumlu bir karakter olarak göstermeye çalışmaması ve bu nedenle karakterinin sevilmesinin o denli de kolay olmaması. Bunu filmin bir artısı olarak görmek ve filmin bir diğer başarısının yanına eklemek gerekiyor: Film Truman Capote’nin insanlarla iletişim kurma becerisini, üstelik “farklılığı” nedeni ile yarattığı ilk olumsuz izlenime rağmen gösterdiği bu beceriyi seyirciye pek çok örnek ile etkileyici bir şekilde anlatıyor. Hollywood ünlüleri ile olan hikâyeleri sıradan insanları etkisi altına almasını ve hatta büyülemesini sağlarken, gözlem gücü, detaylara düşkünlüğü ve hazırcevaplılığı karşılaştığı her bir bireyin can alıcı noktasını bulup çıkararak kendisi ile konuşmasını sağlıyor. “Eğer ufak tefeksen, güçlü olman gerekiyor. Bu dünya ufak tefeklere nazik davranmıyor” ifadesini tüm hayatına şiar edinen bu ünlü yazarın hikâyesini anlatırken bazı konularda da yetersiz kalıyor filmimiz ne var ki. Capote’nin yakın dostu olan Harper Lee karakteri onca sahnesine rağmen yetersiz çizilmiş ve sevgilisi olan Jack de hem kısıtlı sahneleri hem de bu sahnelerin bir parça yüzeyselliği nedeni ile çok silik kalmış örmeğin. Bir başka örneği de Isabella Rosselini’nin oynadığı Marella Agnelli karakterinin silikliği olan bu durum sanırım McGrath’ın bunca karakterle nasıl başa çıkacağını bilememesinden kaynaklanmış. Bu durumdan kendisini kurtarabilen tek yardımcı karakter Sigourney Weaver’ın Babe Paley’si olmuş görünüyor tüm filmde.

Filmin en cazip yanlarından biri Capote ile katillerden biri olan Perry arasındaki “ilişki”. Yukarıda belirttiğim gibi Daniel Craig’e usta bir oyunculuk şansı veren tüm ikili sahnelerin yanısıra yazar ile karakteri arasında bir çekişmeye, arkadaşlığa ve hatta belki de aşka giden bir yola tanık olmamızı sağlayan bu ilişki finaldeki hayli etkileyici idam sahnelerinin başarısının nedenlerinden de biri oluyor aynı zamanda. Cinayetleri anlattığı kitabına “In Cold Blood – Soğukkanlılıkla” adını vermesine öfkelenen katil Perry’e bu adı işledikleri cinayetler çok kötü bir şey olduğu için ama ondan da çok devlet tarafından idam edilecek olmalarının ve bu idamın tüm planlama, hazırlık ve gerçekleştirme aşamaları ile tam bir “soğukkanlılıkla” işlenen bir cinayet olduğu için verdiğini söyleyerek kendisini savunan Capote bu konuda ne kadar dürüsttü bilmiyorum ama ölüm cezasının yanlışlığı konusunda seyirciye sıkı bir hatırlatmada bulunması ile de takdiri hak ediyor filmimiz.

(“Gerçeğin Peşinde”)

A Place in the Sun – George Stevens (1951)

“Yarın benimle evleneceksin. Yoksa gazeteleri arayıp her şeyi anlatırım. Sonra da intihar ederim”

Zengin akarabalarının yanında işe giren yoksul bir gencin iki kadına birden aşık olmasının ve sınıf atlama çabasının hikâyesi.

ABD’li gazeteci ve yazar Theodore Dreiser’ın ilk kez 1925 yılında basılan “An American Tragedy” adlı romanından yapılan bir uyarlama. Tiyatroya, televizyona, radyoya ve hatta operaya da uyarlanan romanın ilk sinema versiyonu 1931 yılında Josef von Sternberg tarafından çekilmiş ve yazarın eleştirisine uğradığı gibi gişede de pek başarılı olamamış. 1980 yılında Filipinli Yönetmen Lino Brocka tarafından da bir uyarlaması çekilen romanın bu sinema karşılığını ise klasik Hollywood döneminin ustalarından George Stevens yönetmiş. Başrollerdeki üç dev isim (Montgomery Clift, Elizabeth Taylor ve Shelley Winters), hacimli ve çok daha derin bir romanın popüler bir filme dönüştürülmesinden kaynaklanan bir zayıflığı olsa da hikâyesinin ilginçliği, Stevens’ın John Huston (“The African Queen”), Elia Kazan (“ A Streetcar Named Desire”), Vincente Minelli (“An American in Paris”) ve William Wyler (“Detective Story”) gibi usta isimlere rağmen kazandığı ve rakiplerinin üstün yetenekleri düşündülüğünde tartışmalı olsa da aldığı Oscar’a yakışan yönetmenliği ve sınıf çatışmalarını klasik Hollywood sinemasının içinde dile getirebilmesi ile önemli bir film bu. Ve klasik sinemanın da bugüne kalabilen ve ilgiyi hak eden örneklerinden biri kesinlikle.

Dresier romanını 1906 yılında yaşanan ve katilin elektrikli sandalyede infazı ile sonuçlanan gerçek bir cinayet hikâyesinden esinlenerek yazmış romanını. Hikâye temel olarak koyu dindar bir ailede yetişen yoksul, hırslı ve akıllı bir genç adamın önce kendisi gibi yoksul bir kıza, sonra da fabrikalarında işe girdiği zengin akrabalarının tanıdığı olan zengin bir kıza aşık olması ile gelişen olayları anlatıyor. Bu hikâye Dreiser’e 800 sayfayı aşan romanında hem sınıflar arası çatışmaya hem de cinayet işlemekle suçlanan adamın annesi ile mektuplaşmaları üzerinden din, vicdan vb.konulara değinme fırsatı vermiş ve kitap klasik Amerikan edebiyatının çok bilinen örneklerinden biri olmuştu. Michael Wilson ve Harry Brown’un yazdığı, romandan ve romana dayanarak Patrick Kearney’nin yazdığı tiyatro oyunundan uyarlanan senaryo hem filmin kısıtlı süresi nedeni ile hem de popüler sinema seyircisine cazip gelebilmek adına romandaki derin pek çok konuyu bir kenara bırakmış ve bir parça yüzeysel biçimde ele almış. Örneğin anne ile oğlu arasındaki mektuplaşmalar veya hapishanedeki bölümlerin romanda okuyucuda uyandırdığı sevgi ve merhamet duyguları (daha doğru bir deyişle bu duyguları uyandırması ve üzerinde düşündürtmesi) filmde hayli zayıf kalmış. Benzer biçimde genç adamın karakterindeki zaafiyet ve korkaklığı ile hırslarının ve önüne çıkan fırsatların çelişmesinden doğan trajedi de yeterince güçlü işlenememiş. Ne var ki tüm bunlara rağmen işbilir yönetmen George Stevens daha sonra “Giant – Devlerin Aşkı” ile ikinci kez alacağı yönetmen Oscar’ını ilk kez kazandığı bu filmde filmini geniş seyirci kitleleri için kesinlikle cazip kılmayı başarmış. Üstelik bunu yaparken kimi ufak “radikal” tercihlerde de bulunmayı ihmal etmemiş. Kimi zaman tüm bir planı sabit kamera ile çekerek (yoksul genç kızın hamile olduğunu söylediği sahne veya adamın telefonda önce bu kızla, sonra zengin olanı ile konuştuğu sahne) Hollywood klasiklerinin genel tercihlerinden uzaklaşırken, Clift ile Taylor’ın ikili bir konuşma sahnesinde çok yakın plan çekimle konuşanın yüzünü, dinleyenin ise profilini ve omzunu gösteren kamera açıları ile standart anlayıştan uzaklaşıp “rahatsız” edici olmayı bile göze almış. Evet, pek de radikal değil tüm bunlar ama yine de bir klasik Hollywood filmi için kesinlikle kayda değer bir farklılık yaratıyor filmde.

Filmin kimi unutulmaz yanlarına da değinmek gerek. Clift ve Taylor’ın ilk karşılaştıkları sahnede kendisinin farkına bile varmayan Taylor’ın diğerleri ile konuşmasını hayranlık, belki bir parça kızgınlık ve en çok da kendisini gösterebilme arzusu taşıyan gözlerle seyreden Clift’in bakışları unutulacak gibi değil kesinlikle ve film bunun gibi başka anlar da içeriyor. Stevens Clift’in fabrikada işçi olarak çalıştığı yere gelen zengin amcası ile konuşması sırasında yine bir işçi olan Shelley Winters’ın onları seyrettiği sahneyi çok çarpıcı bir şekilde sınıf farkının görsel karşılığına dönüştürmeyi başarıyor. Bu sahne yoksul genç kızın aşık olduğu yoksul gencin zengin akrabaları nedeni ile sınıf değiştirmeye çalışacağına ve kesinlikle kendisinden çok daha avantajlı olduğuna inandığını ifade eden sözleri ile birlikte düşündüldüğünde daha da etkileyici oluyor açık bir şekilde. Stevens işbilirliğini ve klasik Hollywood zanaatkârlığındaki ustalığını daha aslında filmin hemen başında gösteriyor. Açılış yazıları ile birlikte otostop yaparken arkadan gösterdiği genç adamı, yazıların bitiminde seyirciye doğru döndürüyor ve yüz ifadesindeki hırsa tanık olmamızı sağlıyor.

Romandaki kadar veya sosyal duyarlılığı çok daha yüksek olan ve kendisi gibi “ahlâkçı” filmler çekmeyen bir yönetmen kadar güçlü ve eleştirel yaklaşmıyor Stevens sınıf farkına bu filmde elbette ama yine de gösterdikleri ile de takdir etmeli kendisini. Örneğin hikâyede farklı zamanlarda geçen ve her ikisinde de polisin araba içindekileri sorguladığı iki ayrı sahne çok önemli. İlkinde yoksul gencimiz (Clift) ve ilk aşkı olan yoksul genç kız (Winters) polisin azarlaması ile ezik ve mahcup bir duruma düşerken, ikincisinde adam yine mahcup ve haklı bir gerekçe ile korku içindeyken zengin kız (Taylor) sınıfına uygun düşen bir rahatlık ve umursamazlık ile karşılıyor polisi. Bu iki sahne birlikte aslında sadece sınıfların otorite karşısındaki konumlarını vurgulamakla kalmıyor, aynı zamanda adamın içine girmeye çalıştığı sınıfa ait olmadığını/olamayacağını da söylüyor sanki seyirciye.

Ve oyuncular… Üç isim de kendisine yakışanı yapıp karakterlerinin içini hak ettikleri gibi dolduruyorlar. İçlerinde asıl öne çıkanı ise bu “Amerikan trajedisinin” odağındaki Montgomery Clift oluyor. Karakterinin romanizminden hırsına, savrulmalarından korkularına ve tereddüt dolu iç çatışmalarından takınmaya çalıştığı rahat tavırlara kadar tüm yönlerini çok zengin bir oyun ile gösteriyor bize. Elizabeth Taylor sinemadaki ilk büyük rollerinden birinde hem karakterinin hissettiği aşkı bize bire bir geçiriyor hem de Clift ile sinemadaki bu ilk birlikteliklerinde oyuncuların kimyası tuttuğunda nasıl bir büyü oluşturabileceklerinin de kanıtı oluyor. Shelley Winters’ın güçlü bir oyunculuk nasıl olurun bir örneğini sergilediği performansı hayatta kalabilmek için elindekine can havli ile sarılan bir insanın ne hissedebileceğini bize çarpıcı bir biçimde gösteriyor.

Evet, romantizm –ve daha iyi olabilirmiş aslında diyeceğimiz bir gerilim- hikâyenin sosyal boyutunun çoğunlukla önüne geçiyor, vicdan ve ahlâk tartışmaları olması gereken kadar derinleştiril(e)miyor, tempo zaman zaman düşüyor, filme çok daha fazla zenginlik katabilecek anne karakteri (bu rolde Hollywood’daki komünist avının acısını çekenlerden Anne Revere var) ve hikâyenin din boyutu harcanmış görünüyor, Taylor’ın hapishanedeki ziyaret sahnesinin tümü çok gereksiz… Ne var ki tüm bunlar bu Hollywood klasiğinden keyif almaya engel olmamalı. Sonuçta hedeflediğini -hedeflerini yetersiz bulsanız da- tutturan bir film karşımızdaki. Özetle, ait olduğu “karanlıktan” çıkıp “güneşli bir yere” geçmeye çalışan bir karakterin trajedisi izlenmeyi hak ediyor.

(“İnsanlık Suçu”)