End of Watch – David Ayer (2012)

“Ben polisim ve seni tutuklamak için buradayım. Kanunu ihlal ettin. Kanunu yazan ben değilim. Kanunu doğru bulmayabilirim ama yerine getirilmesini sağlayacağım. Ne kadar rica edersen et, aldat, yalvar ya da sempatimi uyandırmaya çalışırsan çalış, hiçbir şey seni gri parmaklıklı demir bir kafese koymaktan alıkoyamaz beni. Kaçarsan peşinden gelirim. Saldırırsan karşılık veririm. Ateş edersen ben de ederim. Görmemezlikten gelmem kanunen mümkün değil. Ben sonucum. Ben ödenmeyen faturayım. Ben rozeti ve silahı olan kaderim. Rozetimin arkasında seninki gibi bir kalp var. Yaralanabilirim, düşünür, aşık olur ve evet, ben de öldürülebilirim. Tek bir kişi olsam da aynen benim gibi olan binlerce kardeşim var. Benim için hayatlarını verebilirler, ben de onlar için. Birlikte gözetiriz dünyayı. Avı avcıdan, iyiyi kötüden koruyan “ince mavi şerit”iz biz. Biz polisiz”

Los Angeles emniyetinde görev yapan ve çok iyi arkadaş olan iki polis memurunun hikâyesi.

ABD’li David Ayer’in yazdığı ve yönettiği, üslubu ile çarpıcı, içeriği ile hayli dokunaklı bir “polis güzellemesi”. Başarılı açılışını takip eden tüm süresi boyunca iki baş oyuncusunun (özellikle de Jake Gyllenhaal’ın) performanslarından da aldığı destekle heyecanını ve temposunu hiç düşürmeyen ve kıpır kıpır kamerası aracılığı ile seyirciyi de hikâyesinin parçası yapan film bir bağımsız sinema eseri olarak Hollywood’un uzak duracağı kimi adımları atan ama kimi klişelere de sıkı sıkıya sarılan bir çalışma. Tüm hikâyenin Los Angeles Emniyet Müdürlüğü’nün propaganda filmi olarak rahatça kullanılabilecek olması ise karşımızdakini uyanık olunması gereken eserler kategorisine de koyuyor kuşkusuz.

Bu film hakkında bir şeyler karalarken uzak durulamayacak tek bir kelime var sanırım: Kamera. Bunun da iki temel nedeni var: Birincisi yönetmen Ayer ve görüntü yönetmeni Roman Vasyanov’un bir dakika bile yerinde duramayan kamerası. Sık sık alışılmadık kamera açılarını deneyen, hemen hep el kamerası kullanan ve Dody Dorn’un kurgusu ile daha da çarpıcı sahneler yaratmayı başaran ikili kamerayı nerede ise filmin karakterlerinden biri yapmışlar. Örneğin bir sahnede kamera kavga eden iki adamın yanına adeta üçüncü bir kişi olarak katılıyor ve seyredeni de o kavganın parçası yapıyor. Filme çekicilik kattığı açık olan bu tercihin öte yandan planların hayli kısa olduğu anlarda seyirciyi, daha doğrusu alışık olmayan seyirciyi, zorlaması da mümkün. Filmin yaratıcılarının bir başka tercihi daha kamera kelimesini herhangi bir yazının olmazsa olmazı yapıyor. Hikâye boyunca başta polislerimizden biri, Gyllenhaal’ın canlandırdğı Brian karakteri olmak üzere hemen herkes bir şeyleri kaydediyor sürekli olarak. Kimi bir zaman el kamerası kullanılan kimi zamansa üniformaya monte edilmiş bir mini kamera oluyor bu. Bazen bir gece görüş kamerası aracılığı ile tanık oluyoruz olan bitene bazen de bir uyuşturucu mafyasının bir yandan cinayetlerini işlerken diğer yandan yaptıklarını kaydetmek için kullandıkları kamerası bize aktarıyor olanları. Filmin anlatım tarzının, özellikle de iki polisin devriye görevleri sırasında yaşadıklarını aktaran bölümlerde bir belgesel biçimciliğini aldığını düşünürsek, “kamera saplantısının” buna bir gönderme veya destek olduğu düşünülebilir belki ama nedeni ne olursa olsun, oldukça dikkat çekici bir tercih bu.

Filmin baş oyuncuları Jake Gyllenhaal ve Michael Peña filme hazırlanırlarken tam beş ay boyunca polislerle birlikte devriyeye çıkmışlar söylenene göre ve bunu özellikle görev başında oldukları her sahnede hissetmek mümkün gerçekten. Devriye arabası içindeki diyaloglarının bir kısmı doğaçlama olarak oluşturulan ikili gerçekçi kelimesini sonuna kadar hak eden bir performans veriyorlar bu sahnelerde. Sohbetlerinden çatışmalarına, kavgalarından korkularına karakterlerinin tüm duygularını akıllı ve sağlam bir şekilde yansıtıyorlar bize. Her iki oyuncu da sağlam bir takdiri hak ediyor ama Gyllenhaal’a özel bir alkış daha gerekiyor açıkçası. Senaryonun her iki karaktere biçtiği “işini eğlenerek yapan polis” rolünü öyle bir ustalıkla sindirmiş ki üzerine, filmin amaçladığı belgesele yakın havanın en önemli destekleyici unsurlarından biri oluyor kesinlikle. Burada yeri gelmişken, işlerini eğlenerek yapma konusunu biraz deşmek gerekiyor açıkçası. Ayer senaryosunu adeta polislere hitaben yazılmış bir aşk mektubu gibi oluşturmuş. Kötülerin kötülüğün hayal edilebilecek en uç sınırlarına kadar giden karakterler olduğu hikâyede iki polis fedekârlıkları, cesaretleri, bilgelikleri, dürüstlükleri, zekâları ve eğlenmeyi de bilen yapıları ile aşık olunmayacak gibi değil gerçekten. Senaryonun daha çok bu iki erkeğin yanına bir “süs” olarak eklemiş göründüğü eşler ise bu aşkın sanki seyirciler adına da hareket eden karakterleri gibi olmuş ve açıkçası senaryonun klişelerden kaçınamayan hemen tüm yanlarının da parçasına dönüşmüşler. Ayer’in hadi bir tane de bundan olsun diye çekmiş göründüğü bir sevişme sahnesinin veya biraz da gözyaşı dökmeyi unutmamalı mantığı ile eklenmiş diyalogların ve durumların nesnesi bu kadınlar sadece, ne yazık ki. Senaryonun kötülerin hiç eksilmeyecek gibi göründüğü (daha doğrusu gösterildiği) bir dünyada iki polisimize bir yandan görevlerini ne olursa olsun kahramanca yaparken bir yandan da tanık oldukları bunca kötülüğe katlanabilmek için adeta oyun oynar gibi eğlenmeleri rolünü yüklemesi filmin aslında lehine de olmuş çünkü iki oyuncu bu anların gerçekten keyfini çıkarıyor ve seyirciye de yansıtıyorlar bunu. Üstelik karşımızdakiler “en kötü anda bile espri yapabilen” Bruce Willis yapaylığından da hayli uzaklar. Öte yandan bu oyunbaz karakterlerin Ayer’ın bu senaryosundaki polis hayranlığının bir uzantısı olduğunu ve karakterlerin “mükemmelliklerine” bir mükemmellik daha katma amacı taşıdığını da göz ardı etmemeli.

Senaryo açıkçası herhangi bir polisiye dizinin bir bölümünden daha fazla bir derinliğe sahip değil ve film bunu aşmak için daha çok işin teknik yanına ve hayranlık kelimesini tekrar kullanmak durumunda kalacak olsak da karakterlerinin çekiciliğine başvurarak aşmış görünüyor; en azından derin bir hikâyenin zaten çok da peşinde olmayan seyirciler için kesinlikle geçerli bu durum. İki karakter arasındaki sıkı “erkek dostluğu”na da dikkat çekmek gerekiyor. Ayer hikâyelerini anlattığı iki polise o denli hayran görünüyor ki onların bu yakınlığını eşleri ile olan ve doğal olarak bir cinsel boyutu da olan ilişkilerinden çok daha fazla vurguluyor film boyunca. İçeriğindeki “ince mavi şeritli” üniforma giyen polis hayranlığına ve dolaylı yoldan da olsa hissettirilmeye çalışılan ama dikkatli gözlerin kaçırmayacağı bir Amerikan toplumu övgüsüne (tüm o Latin ve Anglosakson hayat farklılığı tartışmaları üzerinden sürekli vurgulanan bir “ABD farklı toplulukların mükemmel olarak kaynaştığı bir toplumdur” mesajı bu övgünün bir örneği) karşı dikkatli olunması şartı ile ve hikâyesinde özel bir şeyler aranmadan seyredilmesi gereken bir film karşımızdaki ve ilgiyi de hak ediyor.

(“Tehlikeli Takip”)

Epizoda u Životu Berača Željeza – Danis Tanovic (2013)

“Yapabileceğim bir şey yok; müdür para yoksa ameliyat da yok dedi”

Hurda toplayıcılığı ile geçinen Bosna Hersek’li bir Roman ailenin “sıradan” günlerinin hikâyesi.

Adını asıl olarak, 2001 yılında aralarında Yabancı Dilde Film dalında Oscar’ın da olduğu pek çok ödül kazanan “Ničija Zemlja – Tarafsız Bölge” ile duyuran Bosna’lı yönetmen Danis Tanovic’in bu filmi 2013 yılında Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü ve kendi hayatını oynayan amatör oyuncu Nazif Mujic ile Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazanmıştı. İlkine çok daha yakın olmak üzere belgesel ile kurgu arasında bir film olan çalışma, amatör oyuncuları ile tıpkı adının ifade ettiği gibi bir hurdacının hayatından bir bölümü anlatıyor. Anlatılan birkaç gün filmin de bize ifade ettiği gibi o ailenin ve tüm benzerlerinin hayatının herhangi bir günü ve yaşananlar da onların her günkü gerçeklikleri. Bir refah ülkesi olmayan Bosna’da etnik bir azınlık olarak ayrıca zorlu koşulları olan yoksul hayatları süren insanların bu “hiç müdahele edilmeden” karşımıza getirilmiş görünen görüntüleri sinemada heyecan veya başı sonu olan bir hikâye arayanlara göre değil kesinlikle. Buna karşılık doğallığı ve yalınlığı o denli güçlü ki gönüllü olan sinemaseverleri içine çekip alacak bir film karşımızdaki.

Dijital bir kamera ile dokuz günde çekilen ve bütçesi 23 Bin Dolar olan bu ekonomik film karşımıza getirdiği ailenin birkaç gününü anlatırken belgesel tarzından hemen hiç ayrılmadan dile getiriyor hikâyesini. Anlatılan hikâye gerçekten yaşanananlar üzerinden yazılan bir senaryo ama hem yönetmenin mizansen tercihleri hem de oyuncuların zaten o hayatları süren insanlar olması, seyirciye yönetmenin nerede ise hiç müdahele etmediği ve çok gerekmedikçe kurguya da başvurmamış gibi göründüğü bir tecrübeye tanık olduğunu hissettiriyor. “Yakacak odunumuz yok”, “Bugün bu kadar kazanabildim” veya “Ben bu parayı nasıl bulurum?” benzeri cümlelerin ayrılmaz bir parçası olduğu yoksul hayatlar tanık olduğumuz ve Avrupa’nın orta yerinde yaşanan bir sosyal adaletsizlik ile çarpıcı biçimde yüzleşmesini sağlıyor seyircisinin. En temel sağlık haklarından bile yoksun olan insanların hayatlarının sistemler ve düzen açısından nasıl da önemsiz olabildiğini kanıtlayan film bu sosyal duyarlılığı yalın ve gerçekçi ama buna rağmen dokunaklı olmayı da başararak anlatıyor bize. Tanovic herhangi bir sinemasal oyuna girişmeden ne varsa ve ne oluyorsa aynen aktarıyor ve örneğin evdeki iki küçük kızın dolap kapısını gıcırdatma veya sehpayı sallama gibi oyunlarla kendilerini eğlendirdiği sahnede olduğu gibi tam bir belgesel bakışına kayıyor zaman zaman. Kurgulanmış hayatların peşinde olmadığının altını çizmek için de olsa gerek, küçük oyuncuların gözlerinin kameraya kaydığı bir iki sahneyi veya sonlarda bir adamın taşıdığı merdivenin kameraya çarptığı anı dahi filmden çıkarmamış Tanovic.

Müziğin olmadığı, Erol Zubcevic’in kamerasının oyuncuları ve mekanları tüm doğallıkları ile ve dış sahnelerde hep atıştıran hafif bir kar eşliğinde görüntülediği filmi çekici kılan yanlarından biri de tümü amatör olan oyuncuları. Karı kocayı oynayan ve gerçek hayatta da evli olan Nazif Mujic ve Senada Alimanovic’in performansları (ilk sahnelerdeki tedirginlikleri dışında) “doğal” kelimesi aklınıza ne getiriyorsa tümünü içeriyor ve özellikle Mujic adeta hayatını tüm çıplaklığı ile seyircinin gözü önüne seriyor film boyunca. Tanovic senaryoyu 2011 yılında okuduğu ve ailenin yaşadıklarını anlatan bir gazete haberinden sonra aile ile de görüşerek yazmış ve yaşadıkları adaletsizlikleri, yoksulluğu, sıkışmışlığı ve tüm bunlara rağmen yaratmayı başarmış oldukları sevgi dolu “yuvalarını” yüreğe dokunan bir gerçekçilik ile yansıtabilmiş perdeye. Hayatını çöplüklerden topladığı metal eşyaları parçalayıp satmakla kazanan adamın finalde karısının ilaçlarının parasını sağlayabilmek için parçalayabileceği son şeyi parçalarken gördüğümüzde, “peki bundan sonra ne olacak” diye sormaktan kendinizi almanız mümkün değil. Buna rağmen Tanovic filmde gösterdiği dayanışma ve sevgi ile ayakta kalabilmemiz için ihtiyaç duyduğumuz umudun varlığını da hissettiriyor bize ama bunu asla bir yapaylığa başvurmadan yapıyor. Sonuçta tanık olduğumuz sosyal dram tüm açıklığı ile karşımızda duruyor ve dünyadaki tüm adaletsizlikler için de bir sembol oluyor adeta.

Bir kardeşini Bosna savaşında kaybetmiş ve kendisi de savaşmış olan ama şimdi devletten hiçbir sosyal destek alamayan adamın ailesini ayakta tutabilmek için her gün ve her anında vermek zorunda olduğu mücadeleyi anlatan hikâye yukarıda da belirttiğim gibi sinemanın klasik heyecanının peşine düşenler için değil kesinlikle. Film günümüz dünyasının her yerinde var olan ama parçası olmayanların görmezden geldiği sosyal dramlardan birini doğal ve samimi kelimelerini sonuna kadar hak eden bir biçim ve içerikle karşımıza getiren bir çalışma ve görülmesi gerekli bir sinema eseri.

(“An Episode in the Life of an Iron Picker” – “Bir Hurdacının Hayatı”)

Women in Love – Ken Russell (1969)

“Biz akıl ve ruh olarak yakınız, fiziksel olarak da yakın olmalıyız”

İki kız kardeşin aşık olduğu erkeklerle ilişkileri üzerinden anlatılan bir aşk ve bağlılık hikâyesi.

D. H. Lawrence’ın “Rainbow” adlı romanının da devamı olan ve ilk kez 1920 yılında basılan aynı isimli romanından yapılan bir uyarlama. Sonraları gittikçe çılgınlaşan üslubu ile daha da tanınacak olan ve televizyon için çektikleri ile film dünyasına adım atan İngiliz Ken Russell’ın bu filmi kimilerine göre kariyerinin de en iyi çalışması, ama bu kesin yargıya katılmasanız bile en iyilerinden biri olduğunu ret etmek de mümkün değil. Bugün öncelikle belki haksız ama anlaşılır bir şekilde Alan Bates ve Oliver Reed’in şöminenin önünde çıplak olarak güreştiği sahne ile hatırlanan film zamanında tam da bu sahne nedeni ile ülkemizde yasaklanmıştı. Dayandığı roman gibi bu film de başta İngiltere olmak üzere pek çok yerde sansürle boğuşmak zorunda kalmış. Karakterlerini kendi fikirlerinin biçim almış hali olarak kullanması ile bilinen Lawrence’ın hikâyedeki Rupert (Alan Bates) karakterinde kendisinden ve onun sevgilisi olan Ursula (Jennie Linden) karakteri için eşinden esinlendiği, Gerald (Oliver Reed) ve sevgilisi Gudrun (Glenda Jackson) karakteri için birbiri ile evli iki İngiliz yazar John Middleton Murry ve Katherine Mansfield’dan ilham aldığı söyleniyor bugün. Yönetmen Russell ileride dozunu epey arttıracağı çılgın üslubunun yumuşak ve kararında bir örneğini verdiği filmde güçlü oyuncularından da epey katkı alarak ortaya bugün klasik olan bir film çıkarmış. Evet, bazı açılardan kesinlikle bir parça eskimiş duruyor ve dönemindeki gibi seyirciyi “şoka uğratmayacaktır” ama Lawrence’dan gelen ve aşk, ruh, tatmin olma ve hatta sıkılma üzerine olan kimi diyalogları ile de görülmesi gerekli bir film bu.

Açılıştan başlayarak erotizmin düşünsel ve kısmen de görsel olarak hâkim olduğu bir film karşımızdaki. İki kız kardeşin evlilik ve öncesindeki tecrübenin gerekliliği konuşmalarından sınıfta öğrencilerin resmini çizdiği söğüt çiçeğine kadar pek çok öğe erotizmi karakterlerin ve seyircinin gündeminde tutuyor hikâye boyunca. Romanın temalarından biri olarak erkek cinselliği, eşcinsellik ve erkek çıplaklığı da filmde yerini almış ve özellikle dönemi için ilginç bir şekilde Bates ve Reed, Jackson ve Linden’dan daha fazla soyunmuş filmde. Elbette erotizm deyince o meşhur sahneyi hatırlamak ve tartışmak gerekiyor. Bates ve Reed’in yanan şöminenin alevleri önünde “Japon güreşi” yaptıkları o dillere destan sahne. Yönetmen Russell’ın sahne ile ilgili başta epey yaşadığı tereddüdü gideren oyuncu Alan Bates olmuş gerekliliği hakkında. İki erkek arasındaki fiziksele hiç dökülmemiş ve özellikle Rupert karakteri için daha fazla bir boyutu olan homoerotik yakınlığı olabildiğince zarif ve doğal bir şekilde yansıtmayı başarmış bu sahne ile Russell ve -neyse ki- sonraki yıllarda sıklıkla başvuracağı çılgın üslubu hayli kararında tutarak başarmış bunu. Güreş öncesi ve sonrasında iki erkeğin diyalogları Lawrence’ın kitabından gelen tadı taşıyor ve Russell’ın akıllı kamera tercihleri ve mizanseni ile adeta bir “ sevişme öncesi” ve “sevişme sonrası” havasını seyircinin karşısına getiriyor. Bu sahnedeki sıcak renkler, çalışması ile Oscar’a aday olan Billy Williams’ın filmde sık sık karşımıza çıkacak doğru tercihlerinden biri ve sahneye atmosferi açısından gerçekten çok şey katıyor. Bu bağlamda özellikle göl kenarındaki piknik sahnesinin tümünü ve sonlarda karın üzerinde adeta yıldızların parladığı sahneyi de hatırlamak gerekiyor.

Karakterlerin ait olduğu sınıflar veya Gerald karakterinin maden sahibi olarak babasının aksine işçi sınıfı ile sert olan ilişkileri hikâyede çok fazla öne çıkamamış görünüyor filmde ve bunu romana göre bir olumsuz durum olarak kabul etmek mümkün ama özellikle erkek karakterler aracılığı ile karşımıza gelen “üst sınıfın sıkılması” bir yana bırakılırsa, anlatılan hikâye sınıfsal ilişkileri çok da dert eden bir içerikte değil zaten. Temel olarak iki ayrı ilişki üzerinden, fiziksel boyutu da olan kadın erkek ilişkileri ile, -güreş sahnesini düşününce tam aksini de söylemek mümkün elbette ama- fiziksel boyutu olmayan erkekler arası ilişkiye uzanan söylemleri var filmin. İlginç bir şekilde en parlak diyaloglar iki erkek arasındaki sahnelerde yer alıyor ve diğer sahnelerde bir parça eskimiş görünen söylemler, bu sahnelerde hâlâ yeni duruyor kesinlikle. İlişkilerden biri olumlu, daha doğrusu geleneksel toplum beklentilerine uyumlu olarak olumlu sonuçlanırken, diğerinin olumsuz bir finalinin olması ve bunlardan birincisinde kadının daha geleneksel, ikincisinde ise daha özgür olması Lawrence’ın romanının ve filmin bu durumu doğrulamasından çok, bir tespit gibi görünüyor hikâyede. İşte bu ilişkiler aracılığı ile film erkek ve kadın, aslında birbirine karşı bir tutku duyan herhangi bir cinsten iki birey arasındaki çatışma, bağlılık, eşitlik vb. konular üzerinde düşünmeye davet ediyor seyircisini.

Göl kenarındaki piknik sahnesinin tümü ve bu sahnedeki dinamik kamera kullanımı veya “romantik” bir sahnede karakterleri doksan derece döndürerek göstermesi gibi kimi Ken Russell dokunuşları filme epey bir çekicilik katmış kesinlikle. Filmin çekiciliğinde aslan paylarından biri ise oyuncuların, ve özellikle performansı ile Oscar da kazanan Glenda Jackson’ın. Sanatçı 1970’li yıllarda dört kez aday olduğu ve iki kez de kazandığı Oscar ödülünü bu film ile hak etmiş kesinlikle. Özellikle de rolün alışılmış Hollywood karakterlerinden ne derece farklı olduğunu ve Russell’ın her ne kadar dizginlenmiş görünse de yönetmenliğinin oyuncuları da sıra dışı olmaya yönelttiğini düşününce bu ödül daha da değerli oluyor kuşkusuz. Jackson sevmemesi sevmesinden daha kolay olan bir karakteri sempatik kılmayı başarıyor performansı ile. Diğer üç oyuncu da kesinlikle sıkı bir oyunculuk gösterisi ile Jackson’a eşlik ediyorlar ve filme gerçek bir keyif katıyorlar.

Kadın karakterlerin erkeklerden daha güçlü veya daha doğru bir deyişle daha dışa dönük olduğu, erkeklerin (özellikle birinin) evliliğin yanında iki erkek arasındaki birliktelikten de uzak durmamalı (“evlilik ile aynı şey değil ama aynı derecede güçlü ve kutsal”) diye düşündüğü ve 1920 yılında yaşanan bu hikâye Lawrence’ın romanında zamanın ilerisinden getirdiği havayı taşımıyor elbette; filmin çekildiği yıl gerçek olmayan bu durum bugün hiç geçerli değil. Kimi yakın planları, Georges Delerue’nun müziği ve ilişkilerin çözülemeyecek olan gizemlerini hatırlatması ile de önemli olan film sadece güreş sahnesi ile hatırlanmayı hak etmeyen bir klasik. Evet, belki kaynak romanı kadar derin değil ama yine de zaman zaman kışkırtıcı olabiliyor bunca yıldan sonra.

(“Aşık Kadınlar”)

Equilibrium – Kurt Wimmer (2002)

“Duygu hakkında öğrendiğin ilk şey bir bedeli olduğudur. Tam bir paradoks. Ama kendini dizginleme ve kontrol olmadan, duygu kaostur”

2072 yılında totaliter bir yönetimin hüküm sürdüğü ve duygusal etki yaratan her şeyin yasaklandığı ve halkın duyguları bastıran ve boyun eğmeyi kolaylaştıran bir ilacı zorunlu olarak aldığı bir ülkede kanunun temsilcisi olan bir adamın düzeni sorgulamaya başlaması ile gelişen olayların hikâyesi.

Distopya türünden bir bilim kurgu filmi. Kurt Wimmer’ın hem yazıp hem yönettiği film insanları duygulandıracak her şeyin (kitapların, tabloların bile) yasaklandığı ve duyguların yok edilmesinin temel amacının yeni bir savaş çıkmasını engelleyerek insanlığın devamını sağlamak olduğu bir dünyayı anlatıyor. Hissetmenin suç olduğu bir dünyayı resmeden ve hikâyesi ile “Matrix”, “1984” veya “Fahrenheit 451 – Değişen Dünyanın İnsanları” gibi filmleri de çağrıştıran eser kendisini seyrettirmeyi başaran ve gerilim ve heyecanını zaman zaman aksasa da sürükleyici kılmayı başaran bir çalışma. Bilim kurgunun ve özellikle de distopik filmlerin meraklılarının ilgi ile seyredeceği film içinde bulunulan koşullar ne olursa olsun her zaman bir başkaldırının olacağını hatırlatması ile de önemli ama öte yandan seyrettiklerinizin nerede ise hiç orijinal olmadığını düşündürtmekten de kaçınamıyor açıkçası. Karakterlerin bir parça yüzeysel kaldığını ve geliştirilemediğini, ve hikâyenin zaman zaman inandırıcılık açısından yetersiz kaldığını da söyleyelim ama meraklısı bunları umursamadan keyif alacaktır kesinlikle.

“Matrix” ve benzeri filmler bir yandan sinemada heyecan ve macera arayanları sonuna kadar tatmin etmenin peşine düşerken, diğer yandan da daha derin içeriklerin meraklısı olanları da ihmal etmemeye çalışırlar; bir başka deyişle hem gişe gelirinin hem de kalıcı olmanın peşindedirler. Bu filmimiz de benzer amaçların peşinde temel olarak. Kurt Wimmer’ın filmi bütçesinin doğal sonucu olarak “Matrix”’ten daha az görkemli ve “Matrix”’in tüm o göz boyayan “kompleks” görünümlü içeriğini makyajından sıyırdığınızda karşınıza çıkacak olan içeriğine benzer bir içeriğe sahip; bu içeriğin farkı “Matrix”in aksine hikâyenin daha yalın olması ve belki tam da bu nedenle daha dürüst bir sonuç ortaya çıkarması. Nefreti ve öfkeyi de doğurduğu ve bunun da daha önceki üç kötü deneyimde gösterdiği gibi sonucunun savaşa kadar uzandığı duyguları yok etmeyi hedefleyen bir toplum var karşımızda ve film açılış sahnesinde içlerinde Mona Lisa’nın da bulunduğu tabloları saklayan bir gruba yapılan imha (hem saklayanları hem eserleri) baskınını göstererek özellikle de konuyu bilmeyenleri şaşırtarak giriş yapıyor hikâyeye. William Butler Yeats’in bir şiir kitabının da sembolü olduğu gibi duygu uyandıracak her türlü nesnenin yasak olduğu bu dünya, tek tipleştirdiği insanlar ile doğal olarak faşizan bir toplum çıkarmış ortaya. En tepedeki yöneticinin adının “Father” (hem baba hem de rahip olarak düşünebiliriz bu kelimenin karşılığını) olduğunu ve kendisine nerede ise kutsal bir kişilik atfedildiğini, duygulanma yasağına uymayanları ve duygu yaratacak sanat eserlerini bulup yok etmekle görevli kanun gücündekilerin de “cleric” (ruhban sınıfı üyesi diyebiliriz buna da) olarak adlandırıldığını düşününce hikâyemizin önemli bir çağrışımına dikkat çekmek gerekiyor. Kendisinin dikte ettiği dışındaki tüm düşüncelere ve inançlara kapılarını sıkı sıkıya kapatan ve dinin temel belirleyici olduğu yönetimlerin, teokrasilerin bir başka deyişle, benzeri bir yönetim var bu toplumda. Günümüzdeki benzerlerinin yaptığı gibi buradaki yönetim de saldırısının kapsamına ilk olarak sanat eserlerini ve onların yaratıcılarını alıyor, sorgulamayı teşvik ettiği ve hayatı sorularla ve yeni düşüncelerle zenginleştirdiği için. Yine hikâyemizin gösterdiği gibi her ne olursa olsun insanlığın kurtuluşu yolunda en büyük umut kaynağı da yine sanat oluyor elbette.

Nazi döneminde yaratılan yapılar nedeni ile hikâyedeki faşizan devleti anlatmak için en uygun yer olarak Berlin’i seçmiş filmin yaratıcıları ve sahnelerin büyük kısmı orada çekilmiş. Kurt Wimmer’ın doğru tercihlerinden biri de filmi tarihsel olarak çok ileriye taşımayarak ve günümüzde var olmayan teknolojileri tasarlamayarak hikâyenin daha etkileyici olmasını sağlamak olmuş. Bu şekilde seyirci bugün bile yaşanabilecek ve aslında farklı boyutlarda ve içeriklerde de olsa bugün bile yaşanan (kadınların toplum içinde gülmesini günah görenlerin yaşadığı toplumlar var bugün dünya üzerinde!) bir dünyayı hissedebiliyor. Sevimli bir köpeğin bakışı, doğan bir güneş veya Beethoven’in 9. Senfonisi gibi duyguları canlandıracak öğelerin hiç eksilmeyeceğini ve eksilmemesi gerektiğini daha iyi anlıyor seyirci sonuç olarak.

Polisin kullandığı araçların üzerindeki numaralarla birlikte rahatsız edici bir şekilde bizdeki TOMA’ları hatırlattığı film tıpkı “Matrix” filmlerinde olduğu gibi bitmek bilmeyen (daha doğrusu kimileri için öyle, ama kimileri için de çok heyecanlı) dövüş sahneleri ve bu sahnelerde kahramanın onlarca rakibini tek başına alt etmesi, Christian Bale’in yeterli bir performansla oynadığı kahramanımızın çocukları ile ilgili sondaki sürpriz veya onca sıkı kuralların olduğu bir düzende baş karakterin tutuklu bir kadınla görüşme odasında rahatça konuşabilmesi gibi inandırıcılığı hayli zedeleyen yanları var filmin. Bunun yanında hikâyesinin gelişimi açısından zayıflığı ve zaman zaman karakterleri ile birlikte bir bilgisayar oyunundan uyarlanmış gibi görünmesi de filmin lehine değil kesinlikle. Tutuklanan kadını oynayan Emily Watson’ın duygusuz robotların dünyasında sanırım bilinçli olarak biraz fazla duygusal kaçan oyunu ile de renklendirdiği film öncelikle sinemada bilim kurgunun heyecanını arayanlara ve bu arada beyine de hitap etse ne güzel olur diyenlere hitap eden ve ilgi gösterilebilecek bir çalışma.

(“İsyan”)