Körebe – Ömer Kavur (1985)

“Herkes korksa keşke; sadece ölmekten değil öldürmekten de korksa, acı çektirmekten de”

Boşanmış bir kadının küçük kızının ortadan kaybolması ile yaşadıklarının hikâyesi.

Ömer Kavur “Yusuf ile Kenan”dan altı yıl sonra yine karakterlerin İstanbul’u, şehirin sokaklarını dolaştığı ve “bir şeyler”i aradıkları bir hikâye anlatıyor bize. Kavur ve Barış Pirhasan’ın birlikte yazdığı senaryo kimi yerlerde aksasa da özellikle Türkân Şoray’ın oynadığı anne karakterini o denli “gerçek” kılmayı başarıyor ki sadece bununla bile takdiri hak ediyor film. Neşet Ruacan’ın zaman zaman fazla tekrarlanıyor olsa da ilgi çekici müziği, Şoray ve Cihan Ünal’ın arada aksadıkları sahneler olsa da uyumlu oyunları ve hikâyesini ilgiyi hep üzerinde tutacak şekilde çekici kılıp hemen hiç pürüz olmadan akıtabilmesi ile kesinlikle sinemamızın görülmesi gerekli filmlerinden biri bu.

Ömer Kavur “Yusuf ile Kenan” filminde kan davasından kaçan iki kardeşi bir yakınlarını bulmak için İstanbul’a getirir ve onların aracılığı ile bize şehrin öteki yüzünü, var olduğunu bildiğimiz ama görmemeyi tercih ettiğimiz yüzünü gösterir. Bu filmden altı yıl sonra, bu kez küçük kızı ile yalnız yaşayan bir kadını kızının kaybolması üzerine sadece İstanbul’un benzer yerlerinde dolaştırmakla kalmıyor ve komşu bir şehirin günümüzde kimi yaşadıklarımıza da ışık tutacak bir milliyetçilik ve muhafazakârlık manzaraları ile de karşılaştırıyor onu ve etrafındaki karakterleri. Evet, arada sinemamızın olağan probleminden, didaktiklikten kendisini tam anlamı ile sıyıramadığı anları var filmin ama bu anlar o kadar az ki ve hikâye bu alanda sinemamızın o yıllara kadar gösterdiği ortalamanın o kadar üzerindeki hiç rahatsız etmiyor bu durum. Öncelikle Şoray’ın oynadığı anne karakterini ele almak gerekiyor sanırım. Kendi isteği ile kocasından boşanmış, tüm hayatı bankadaki işi ile küçük kızı arasında geçen ve tüm rutinleri ile benzer hayatları yaşayan kadınların adeta kendilerini seyrediyormuşçasına etkileneceği bir karakter bu. Boşandığı kocasının “karı olamadın, hiç olmazsa anne ol ulan!” veya “ilişkisi olamaz onun; çocuğumun anası o” gibi sözlerle aşağıladığı/nitelediği kadının anneliğinin yanına ayrı bir kimlik olarak kadınlığını koyabilmesi ile yumuşak bir düzlemde de olsa feminist bir söylemi de var filmin. Kadın bir yandan şehrin hemen yanıbaşında duran ama hiç yüzleşmediği mekanları ve insanları ile tanışırken, bir yandan da özgürlüğünü, daha önce üzerinde düşünmeye dahi zaman ayırmadığı özgürlüğünü hissetmeye başlıyor dile getirdiği itirazlar üzerinden. Bu itirazları hem kendisine sürekli öfke ile yaklaşan kocasına hem etrafındakilerin toplumsal önyargıların birer örneği olan davranışlarına yönelik ve Şoray’ın anne karakterinin sinemamızdaki kalıcılığı garanti olan karakterlerden biri olmasının da yolunu açıyorlar, onu bir tipten zayede kendine ait özellikleri olan bir birey kılarak.

Film yukarıda yazdıklarımı başarırken kimi hatalara düşmekten de kendini alamıyor. Kimi yan karakterler ve özellikle onlar için yazılan diyaloglar zaman zaman fazlası ile tanıdık bir yönlendiriciliğe sahipler; bir başka deyişle filmin derdinin bir açıklayıcısı olarak orada olduklarını fazlası ile belli ediyorlar. Kimi karakterlerin toplamda birkaç cümleden ibaret olan diyalogları özellikle bu problemden muzdaripler. Benzer şekilde bazı yardımcı karakterler de neden kaçınıl(a)madığı anlaşılamayacak bir şekilde hayli klişe biçimde getirilmiş karşımıza. Örneğin apartman yöneticisi karakteri (televizyonumuzun klasikleşmeyi hak eden nadir dizilerinden biri olan “Bizimkiler”in dört yıl sonra tekrarlayacağı yönetici Sabri karakterinin prototipi adeta) diyalogları ve bu diyaloglara uygun ama abartılı oyunculuğu ile oldukça rahatsız edici. Bu problemlere belki özensizlik olarak nitelendirebileceğimiz kusurları da eklemiş filmimiz; açılış jeneriğinde yazılar bittiği için müziğin anlamsız bir noktada ve adeta bir teknik problem olmuşçasına birdenbire kesilmesi örneğin, izah edilemeyecek bir hata. Aynı bağlamda, kadının bir salıncağa baktığı sahne de fazlası ile basit ve sıradan görünüyor ve keşke kurguda atılsaymış dedirtiyor. Kadının izbe bir evde karşılaştığı veremli karakter de keşke daha iyi oynanabilseymiş demek gerekiyor çünkü bu sahne nezarethanede kadının denk geldiği tutuklu çocuklar (ne yazık ki öylesine geçilmiş bu sahne de) ve bu karakter “Yusuf ile Kenan” filmi ile hikâyenin organik bir bağ kurmasını sağlayabilirmiş ama, yeterince değerlendirilememiş bu fırsat.

Kocasına, akrabalarına, gazetecilere, komşularına ve polise kadar pek çok farklı ön yargı sahibi ile mücadele ediyor kadın ve boşanmış olmanın, üstelik bunu kendisinin istemesinin hesabı soruluyor ondan şu ya da bu şekilde. Şoray’ın yorgun karakterini çok uygun bir tonlama ile oynadığı ve kimi inceliklerle süslü oyunu ile canlandırdığı karakterin yaşadığı korku dolu günlerin onun için bir yandan da bir arınma, sorgulama ve kendini tanıma süreci olmasını akıllıca anlatmış film. Gerilimini ve dramını çoğunlukla korumayı başardığı bir denge ile aktaran hikâye sinemamızda çok sık görmediğimiz bir şekilde hiç tökezlemeden akıyor ve sur diplerinden mezarlıklara ve yıkık dökük “ev”lere kadar tekin olmayan mekanları Orhan Oğuz’un kamerası aracılığı ile başarılı bir şekilde getiriyor önümüze. Buna karşılık, Cihan Ünal’ın yerinde bir ekonomikliği olan ama bir parça fazla “düzgün” bir performansla canlandırdığı avukat karakterinin olaya bu denli karışmasını gerekçelendirebilmek için eklenmiş görünen hikâyesi ve bunun sonucu ortaya çıkan “iki yaralı ruhun dayanışması” temasının altının yeterince dolduramaması kendisini olumsuz yönde hissettiriyor.

Ömer Kavur’un hikâyenin ihtiyacı olan tempoyu yakalayan ve doğru anlarda filme nefes aldırmayı başaran yönetmenliği de takdiri hak ediyor. Sıradan görünen bir sahneyi bile etkileyici kıldığı anlar var Kavur’un. Örneğin kadının aynı bankada çalıştığı en iyi arkadaşı ile yolda yürürlerken yaptıkları bir sohbetin sahnesi çok iyi yazılmış diyalogları ve Şoray ile Tuluğ Çizgen’in oyunları ile gerçekten çok başarılı; Çizgen’in karakterinin hissettiği ürpermeyi içinizde aynen hissediyorsunuz sahnenin sonunda. Sondaki ne kadar gerçekçi olduğu tartışmaya hayli açık “kahramanlık” sahnesi ve tercih edilen son aslında filme o ana kadar biriktirdiği gerilim açısından zarar veriyor ama bir yandan da hikâyeye kendisini kaptırmış seyircinin hak ettiği bir ödül olarak görülüp affedilebilir.

Frances Ha – Noah Baumbach (2012)

“Evli bir çift gibiyiz; konuşuyoruz, sevişmiyoruz”

Dansçı olmak isteyen New York’lu bir kadının hayalleri ve yaşadığı gerçekler arasında gidip gelen hikâyesi.

ABD bağımsız sinemasının önemli isimlerinden Noah Baumbach’ın yönettiği ve filme adını veren başrolü de üstlenen Greta Gerwig ile birlikte senaryosunu yazdığı film sinema tarihinin en “hoş” karakterlerinden birinin yaratıldığı, keyifli diyalogları olan, uçarı havası ile Yeni Dalga filmlerini hatırlatan ve kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma. Gerwig’in her sahnesinde göründüğü film, Gerwig’in senaryoya da katıldığı düşünülürse onun ve Baumbach’ın ortak yapımı olarak da nitelendirilebilir. Sevmekten kendinizi alıkoyamayacağınız bir karakteri zenginleştiren oyunu ve her göründüğü anda saçtığı müthiş cazibesi ile Gerwig filmin kelimenin her anlamı ile yıldızı.

Baumbach’ın siyah-beyaz olarak çekmeyi tercih ettiği ve bu tercihi ile hoş bir nostalji havası da kattığı film gerek Frances karakteri gerekse diğer tüm karakterleri ile çok iyi yazılmış bir film öncelikle. Hikâyeye damgasını vuran elbette Frances karakteri ama diğer tüm karakterleri de ilginç kılmayı başaran ve kısacık süreleri olanlarının bile kendilerine özel hikâyesini seyirciye geçirmeyi başarabilen bir film karşımızdaki. “İlerlemiş” yaşına rağmen dansçı olma hayalinden vazgeçmeyen ama anlaşılan bu konuda çok da parlak bir yeteneği olmayan, içi dışı bir, yolunda gitmeyen hayatı üzerine düşünen ama çok da kararlı adımlar atmayan/atamayan, doğal ve sosyal bir karakter Frances. Hikâye onu yaşadığı farklı adreslerde (her bir adres değişikliği karşılaştığı bir olumsuz durumun sonucu meydana geliyor) takip ederken bize de seyri gerçekten keyifli anlar sunuyor. Baumbach ve Gerwig ikilisinin hüzün, komedi ve sıranlığın içindeki çekicilik ve saçmalık ile dolu bir hikâyeyi ortaya çıkarmaları en büyük başarıları olsa gerek. Baumbach kendi adına bu başarıyı zaman zaman özellikle Yeni Dalga döneminin Fransız filmlerini hatırlatan uçarı ve zarif bir mizanseni benimseyerek, Gerwig ise hemen hep üzerinde olan kamera karşısındaki zarif ve sıcak oyunu ile sinema dünyasında kalıcı olacak bir karakteri yaratarak daha da büyütüyorlar kesinlikle.

Filmdeki “Fransız” havayı yaratan sadece Naumbach’ın tarzı değil; kahramanımız bir Paris yolculuğu yapıyor (ama sinemanın romantik Paris klişelerinden çok uzak bir yolculuk bu) ve hikâye boyunca Fransız müziklerinden de epey nasipleniyoruz ki çoğu Georges Delerue imzalı bu müzikler sıkı ve keyifli bir nostalji havası da yaratıyorlar. Baumbach bu müziklerle de yetinmeyerek David Bowie’den Rolling Stones’a ve klasik müzik eserlerine kadar geniş bir yelpazeden de yararlanıyor ve görüntüler ile müziği hemen her zaman çok başarılı bir biçimde eşleştiriyor. Sırası gelmişken, görüntü yönetmeni Sam Levy’nin sadeliklerini yitirmeden veya bir başka deyişle “bakın ne muhteşemim” diye bağırmadan çok etkileyici olabilen siyah-beyaz görüntülerine de takdirlerimizi yollamamız gerekiyor. Benzer bir biçimde Jennifer Lame’in hem sahnelerin içsel dinamiğini başarı ile yansıtan hem de müziklerle uyumu mükemmel olan kurgusunun başarısının da altını çizmek gerekiyor.

Noah Baumbach filmde hayli keyifli pek çok sahne yaratmış ve hikâyenin bütünselliğini sağlayacak biçimde sahneleri birbiri ile akıllıca ilişkilendirmiş. Örneğin hayli iyi yazılmış, çekilmiş ve oynanmış bir sahnede Frances bir ilişkiden ne beklediğini anlatırken, bir başka sahnede onun bu anlattığına sıcak ve etkileyici bir gönderme yapılıyor. Yine aynı karakterin ailesinin yanına Sacramento’ya yaptığı yolculuğu anlatan sahne de -adeta özet geçer gibi bir havada çekilmiş olsa da- “basit mizahı” ile çok başarılı. Filmin en etkileyici anlarından birinde ise, Frances’in en yakın arkadaşı Sophie’nin bir gece sarhoşluğu sırasında söyledikleri ve bunun üzerinden kurulan hayallerin sabah nasıl yıkıldığını izliyoruz; hüzünlü, gerçekçi ve sıcak bir sahne bu. Greta Gerwig’in anne ve babasını gerçek hayattaki ebeveynlerinin canlandırdığı filmde başta Sophie’yi oynayan Mickey Sumner ve kahramanımızın bir ara aynı evi paylaştığı Benji’yi oynayan Michael Zegen olmak üzere tüm oyuncuların “sıcak bir amatörlük” dolu performanslarını da bu başarıların arasına eklemek gerekiyor.

Bir şeylerin değişmesi için planlı bir çabanın içinde olmaktan çok bekler gibi görünen bu eşsiz karakterin hikâyesinin sahiciliği bile kendi başına yeterli bu filme hak ettiği ilgiyi göstermek için. Baumbach filmi hayli şık bir şekilde ve kahramanının Ha soyadının nasıl oluştuğunu da açıklayacak biçimde kapatırken, o bittiğine ve karakterlerinin hayatına bir film süreliğine de olsa girmiş olmanın keyfini hissedeceğiniz filmlerden birine imza atıyor. İkinci yarısında hikâye bir parça sarksa da ve final bölümü bir parça hikâyeyi toparlama telaşının yaşandığını hissettirse de bir “kaygı dolu ama kaygısız hayat” hikayesi olarak, görülmeyi kesinlikle hak eden bir film bu.

Spaceballs – Mel Brooks (1987)

“Yarı köpek, yarı insanım. Kendimin en yakın dostuyum”

Bir gezegenin bir başka gezegenin temiz havasını çalmak istemesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Mel Brooks’un her biri farklı türlere el atan “parodi” filmlerinden biri olan 1987 tarihli bu eserde Brooks bu kez uzay filmlerine bulaşıyor kendi her zamanki üslubu içinde. Asıl olarak “Star Wars – Yıldız Savaşları” filmini parodisinin konusu yapsa da, “Star Trek – Uzay Yolu”, “Planet of the Apes – Maymunlar Cehennemi” ve “Alien – Yaratık” filmlerine de sataşma mahiyetinde göndermeleri olan filmin senaryosunu Brooks, Thomas Meehan ve Ronny Graham ile birlikte yazmış. Brooks bu filmlerle yetinmemiş ve Kafka’dan “The Wizard of Oz – Oz Büyücüsü” filmine ve kimi kelime oyunlarına kadar göndermeleri yoğun olan bir sonuç koymuş ortaya. Bugün kimileri için kült olan film açıkçası biraz kaba olan mizahı, her zaman yeterince güldürmeyen esprileri ve Brooks’un -hemen her zaman olduğu gibi- çok da uygun görünmeyen yönetmenliği ile pek de güçlü bir film görüntüsünü taşımıyor. Yine de Brooks mizahından hoşlananların, ama onlardan da çok gönderme yapılan tüm eserlerin orijinallerini bilenlerin keyif alacağı bir film karşımızdaki.

Açılışını “Star Wars” filminin artık bir klasik olan açılış jeneriğini (uzayın derinliklerine doğru kayarak kaybolan yazılar) taklit ederek yapan film hemen tüm karakterlerini yaratmak için de yine bu filmden yararlanmış. “Eğer bunu okuyabiliyorsanız, gözlüğe ihtiyacınız yok” cümlesi ile biten bu kayan yazılar nasıl bir filmle karşı karşıya olduğumuzu söylüyor bize aslında: “Star Wars” ile dalgasını geçen, sözlü eğlencesi fiziksel eğlencesinden daha iyi olan ve “komedisinin “gerçekliğini” sürekli olarak ihlal eden bir film karşımızdaki ve bu bağlamda filmin en sağlam esprilerini de bir film olarak kendisi ile dalga geçerek, “sinemasal gerçekliği” tahrip ettiği bu zamanlarda üretiyor Brooks. Karşımızdakinin bir film olduğunu sürekli olarak ve hayli eğlenceli sahnelerle vurguluyor Brooks. Seyrettiğimiz film henüz çekilirken piyasaya video kasedinin çıkması ve filmin karakterlerinin bu kasedi seyrederek ne olacağını (ne yapacaklarını) görmeleri (ki bu sahne hayli eğlenceli kelime oyunlarına da sahip), kötü adamların filmin kahramanlarını değil dublörlerini yakalamaları veya bir düelloda ışın kılıçlarının kameramana çarpması gibi örnekleri olan bu anlar filmin komedi açısından da zirve noktası oluyorlar ve açıkçası keşke Brooks parodinin peşine düşerken daha sağlam ve bütünsel bir hikâyeye sahip olması gerektiğini unutmasaymış dedirtiyor.

Kimi yüzeysel bel altı esprileri, zaman zaman dozu kaçan kelime oyunları ve günümüz sinemasında masalesef çok daha kötü ve rahatsız edici biçimde kullanılan “iğrenç” esprilerin (pizza adamın görselliği fazlası ile kaba ve hatta mide bulandırıcı örneğin) zayıflattığı bir film bu. Brooks keşke hem bu kaba esprileri hem de “çölü taramak” gibi sığ esprileri ayıklasaymış filmden ve bize kalitesi vasatın altına hiç inmeyen bir komedi sunabilseymiş. Brooks kendisi de iki ayrı karakteri canlandırdığı filmde oyuncularını zaman zaman serbest bırakmış görünüyor komedilerini üretmede ki her zaman olmasa bile sık sık olumlu bir sonuç vermiş bu tercih ve özellikle Rick Moranis hayli eğlenceli performansı ile diğer oyuncuların önüne çıkıyor filmde. Meraklıları için eğlence kaynağı olacak göndermelerin çokluğu bu açıdan olumlu olsa da, bazen filmin kendi hikâyesi yokmuş gibi bir görünüm yaratıyor (ki aslında bundan da bağımsız olarak, bir hikâyenin varlığından söz etmek pek kolay değil) ve bu da elbette olumlu bir puan değil.

Brooks’un yönetmenliğinin zaman zaman komedilerini yaratsınlar diye karakterlerini kamera karşısına sıra ile geçirmek düzeyinde seyretmesi de filmin zayıflıklarından biri. Bu ve yukarıda sıralamaya çalıştığım problemlerine rağmen, kimi parlak ve sıkı bir kahkaha attıran esprileri, Rick Moranis’in eğlenceli oyunculuğu, kendi kendisine yaptığı göndermeleri ve sinema sektörünün pazarlamacıları ile çekinmeden dalgasını geçmesi ile ilgiyi hak eden bir film bu.

(“Uzay Topları”)

Enough Said – Nicole Holofcener (2013)

“Neden bu geceyi eski karımla geçirmişim gibi hissediyorum?”

Masöz olarak çalışan boşanmış bir kadının kendisi gibi dul bir erkekle tanışması ve iyi bir müşterisinin adamın eski karısı olduğunu öğrenmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

2013 ylında hayatını kaybeden oyuncu James Gandolfini’nin sondan bir önceki filmi olarak ayrı bir önem taşıyan, televizyon dizilerindeki yönetmenliğinin arasına serpiştirdiği sinema filmleri ile tanınan Nicole Holofcener’in çektiği, iyi yazılmış, iyi oynanmış ve keyifli bir romantik komedi. Yardımcı oyuncuları ile de dikkat çeken film, büyük laflar edilmeyen ve çok da bir derdi olmayan türden, eğlenerek ve karakterleri ile sempati kurularak seyredilebilecek bir çalışma. Zaman zaman bir sit-com havasına bürünen ve kimi oyunculuklarının da bu havayı desteklediği film ilgiyi hak ediyor.

Her ikisi de boşanmış ve üniversiteye başlamak üzere olan bir kızları olan bir kadın ve bir erkeğin (Julia Louis-Dreyfus ve James Gandolfini) aralarındaki aşkın başlaması, gelişmesi, bir engel ile karşılaşması ve bir romantik komediye yakışır şekilde sonlanmasını anlatıyor filmimiz. Samimi havası, “gerçek” karakterleri, eğlenceli ve sıkı diyalogları ve tüm oyuncularının performansları ile başarılı bir romantik komedi bu ve sıraladığım özelliklerin düşkünlerinin de kaçırmaması gereken bir çalışma. Julia Louis-Dreyfus ve Gandolfini dışında, Toni Collette ve Catherine Keener gibi iki sıkı oyuncusu daha var filmin ve her bir oyuncu karakterini hem ilginç hem de keyif verici kılmayı başarıyorlar hikâye boyunca. Özellikle Dreyfus’un oyunundaki eğlenceli sit-com havası filmin zaman zaman almayı tercih ettiği bu havanın destekleyicisi olarak filme hayli yakışıyor. Burada söz konusu olan tercih ise filme hem artı hem eksi yönde etki etmiş gibi görünüyor. Olumsuz açıdan bakarsak, filmin fazlası ile “beyaz”, şık, bir parça yüzeysel ve dertsiz havasını daha da artıran bir tercih bu. Buna karşılık oyunculuklar ile hikâyenin kendisi ve Holofcener’in sinema dili o denli iyi bir uyum içinde ki bu parlak başarıdan etkilenmemek pek mümkün görünmüyor.

Holofcener’in senaryosunun başarılarından biri yan hikâyeleri (genç kızlarla ebeveynleri arasındaki ilişkiler, diğer çiftlerin hikâyeleri vs.) asıl hikâyesini besleyecek ve zenginleştirecek şekilde akıllıca ve doğal bir biçimde kullanabilmesi ve kimi hoş çelişkileri de hikâyeler arasındaki bu ilişkilerden üretebilme becerisini göstermesi. Kızının arkadaşına ilişkileri konusunda “cüretkâr” tavsiyelerde bulunan ama kendi ilişkisi konusunda çocukca korkulara kapılıp, oyunlara girişen kadının durumu bu hoş çelişkilerden biri örneğin. Hikâyenin eğlenceli ve çekici bir yanı da bir kadının bir erkekle ilişkisini daha da ciddileştirecek adımı atmadan önce, o adamla evlilik ilişkisi olmuş bir kadının anlattıkları ve tecrübeleri üzerinden bu ileri adımları atmadan denemeye çalışması ki filme pek çok komik anı da onun bu çabası armağan ediyor. Seyirciyi de düşünmeye sevk edecek bir husus var burada: Düşüncelerimizi, duygularımızı, gözlemlerimizi başkasının gözünden sorgulamaya kalkmak. Bir şekilde hepimizin doğrulanmak adına belki de, sıkça yaptığımız bir şey olsa gerek bu ve filmimizin de eğlencelerinden birini oluşturuyor. Bir başka deyişle, “flört dönemindeki gözü kapalılığı” kırmaya çalışan bir kadının içine düştüğü durumlar olarak özetleyebileceğimiz hikâyenin bir parça tanıdık gelmesi gibi bir zayıf yanı da var açıkçası. Yeterince dramatik çelişki barındırmadığı ve akışı da tahmin edilebilecek sularda ilerlediği için çok da kalıcı bir etkisi olmayabilir seyreden üzerinde ama bu çok da önemli bir kusur değil elbette.

James Gandolfini’nin zarif bir yalınlık ve Julia Louis-Dreyfus’un dinamizm ile örülü keyifli oyunculuklarının ödüllerinden biri olduğu film arada sit-com’lardan esinlenmiş tadı verse de eğlenceli diyalogları ile de ilgiyi hak ediyor. Bazen kendinizi “bildiğiniz” hikâyelerin içinde bulmanızın sakıncası yok diyorsanız ki bence yok, görülmeyi ve sevilmeyi hak eden bir film var karşınızda.

(“Başka Söze Gerek Yok”)