The Believer – Henry Bean (2001)

“Hitler var olmasaydı, Yahudiler kendileri yaratırdı onu. Böylesine bir nefret olmadan, bu sözde seçilmiş insanlar yeryüzünden yok olurdu çünkü. Ve bu da korkunç bir gerçeği ve biz Naziler’in en büyük zorluğunu gösteriyor bize. Yahudiler’e ne kadar kötü davranılırsa, o kadar güçlü olurlar. Mısırlılar’ın onları köle yapması bir ulus olmalarını sağladı. Soykırım güçlendirdi onları. Auschwitz İsrail devletinin doğmasını sağladı”

Bir Nazi örgütünün fanatik bir üyesi olan bir Yahudi gencin hikâyesi.

Daniel Burros adlı Yahudi asıllı bir Amerikalı’nın gerçek hikâyesinden esinlenen filmi Henry Bean yazmış ve yönetmiş. Bugüne dek sadece iki film yöneten Bean’in ilk filmi olan çalışma sahibi olduğu çekici çıkış noktasını başarı ile kullanan ve baş oyuncusu Ryan Gosling’in sinemadaki ilk büyük rolünde sürükleyici bir performans sergilediği ilginç bir film. Hikâyesi ve kahramanının “felsefesi” nedeni ile Yahudiler’in dünyasına aşina olanlara daha da çekici gelebilecek olan film, Bean adına da sadece iki film çekmesinin sinema için bir kayıp olduğunu düşündürtecek kadar ciddi bir başarı. Hikâyedeki kimi yan unsurların yeterince açıklayıcı biçimde üzerinde durulmaması gibi bir kusuru olsa da ilgiyi kesinlikle hak eden bir film bu.

Film tüm kutsal kitaplarda yer alan Hz. İbrahim’İn oğlunu Tanrı’ya kurban etmesi hikâyesinin anlamının tartışıldığı bir geri dönüş sahnesi ile başlıyor. Bir Yahudi okulunda öğrenci olan kahramanımız, öğretmeninin hikâyenin İbrahim’in Tanrı’ya duyduğu katıksız ve saf inancın sembolü olduğu yargısını ret ederek, bu hikâyenin Tanrı’nın güç gösterisini anlattığını ve insanlara ne isterse yaptırabileceğinin bir örneği olduğunu söyleyerek karşı çıkar ona. Film boyunca sık sık karşılaşacağımız örneklerin de gösterdiği gibi çok zeki, çok güzel konuşan ve çok öfkeli bir genç, kahramanımız. Ve öfkesi Yahudi olması nedeni ile en çok da kendisine sanki. Bu gerçeği gizleyerek yaşadığı hayatını sürdürülebilir kılmak için her gün artırıyor da nefretini. Onun nefretini doğrulamak için kullandığı argümanların sadece tüm bir Yahudi ırkından nefret edenlerin değil, Siyonizm/İsrail karşıtlarının ve hatta kimi Yahudiler’in de dillendirdiği (veya dillendirebileceği) unsurlar olması hikâyeyi ayrıca ilginç kılıyor. Kendisi de Yahudi olan Bean’ın bu gencin ağzından dile getirilen düşüncelerinin elbette benimsenerek değil, ama üzerinde tartışılarak üretilmiş olduğu açık. Kahramanımız mağduriyetlerinden ama ondan da önce nefret edilmelerinden beslenen bir ırk olduğunu söylüyor onlar (ve elbette aslında kendisi) için ve seyirciye de üzerinde uzun uzun düşünecek fırsatlar ve gerekçeler veriyor.

Ryan Gosling’in mükemmel bir oyunculukla karakterinin nefretini, öfkesini, sorgulamalarını ve kendisini tüketen çelişkilerini karşımıza getirdiği film, kahramanımızın da üyesi olduğu faşist örgütü biraz kaba çizgilerle veya belki daha doğru bir deyişle yeterince derinlere inmeden anlatırken, “sert seksten” hoşlanan kadının hikâyesi ile faşistlerin güce tapmalarını biraz fazla kolaya kaçarak getiriyor karşımıza. Faşizan örgütün yöneticilerinin “ahlâksızlığı” hikâyeye bir şey katmadığı gibi, çok daha derinlere uzanan ve kendi başına kesinlikle fazlası ile ilginç olan felsefi tartışmalara da zarar veriyor. Bahis konusu kadının Yahudilik sembollerine ilgisi de benzer şekilde ve varlığı yeterince ikna edici olmayacak bir şekilde yerleştirildiği için hikâyeye, filmi aksatıyor zaman zaman. Tüm bunların yanında kahramanının hayli yüksek bir potansiyeli olan kişiliğinin ve içinde kopan fırtınaların da hak ettiği kadar değerlendirildiğini söylemek zor ama bu problem Ryan Gosling’in dozunda bir gösterişlilik ile süslediği oyunculuğu sayesinde rahatsız etmiyor neyse ki.

Henry Bean’in yönetmenliği çoğunlukla ticari sinemanın kalıpları içinde ilerliyor olsa da filmin teknik ve görsel anlamda sağlam bir dile sahip olduğunu söylemek mümkün rahatlıkla. Geri dönüşlerde siyah beyaz kullanımı gibi fazlası ile tanıdık bir numaraya başvurmuş olsa da, kahramanımızın okuldaki hayatının ve Naziler’in zalimliğine maruz kalmış bir yaşlı Yahudi’nin anlattığı hikâyenin kahramanımızın kafasında canlandırıldığı halinin benzer bir görsellikle (siyah beyaz olarak) ele alınması, genç adamın yaşadığı çelişkinin görsel karşılığını üretmesi ile dikkat çekiyor. Yaşanan zalimlik seyirciye doğrudan gösterilmese de etkileyici olmayı başaran bu İkinci Dünya Savaşı sahnesinde, genç adamın kendisini hem Nazi askeri hem de zalimliğin kurbanı olan Yahudi olarak görmesi de hayli akıllıca tasarlanmış bir buluş açıkçası ve filmin yaratıcılarını takdir etmek gerekiyor bunun için.

Hikâyemiz temel olarak Yahudilik olgusu üzerinden ilerlese de, ırkçı gencin düşmanlığı sadece onlara karşı değil ve hatta bir sahnede ırkların hiyerarşisini en üstte beyazların, en altta ise siyahların yer aldığı bir resim olarak görüyor. Kendi ırkından nefret eden bir ırkçının ve çevresindekilerin şiddet ve sertlik tutkusu ise filme hem olumlu hem olumsuz anlamda etki etmiş. Yukarıda sözünü ettiğim sert seks seven kadın hayli sakil dururken, ormanda bir kamptaki “sert tanışma” hayli etkileyici örneğin. Filmin müziğinin de benzer bir durumu var. Temel olarak çok başarılı bir müzik çalışması var filmin ve Joel Diamond bu çalışması ile övgüyü hak ediyor. Ne var ki gereğinden fazla dikkat çeken “acı dolu vokaller” bir parça fazla doğrudanlık katıyor müziğe ve filme.

Sorgulayan bir Yahudi’nin bu dünyaya aşina olmayanlara göre üzerinde çok daha fazla düşüneceği ve etkileneceği bir film bu çünkü hayli içeriden anlatılmış bir hikâye var karşımızda. “Tanrı Hitler’i Tevrat’ı terk eden Yahudiler’i cezalandırmak için yarattı” diyen yaşlı Yahudi’den ilgili dinin ritüellerine kadar bu toplumun parçası olanlara hem kalpleri hem beyinleri üzerinden etki edecek yanları var filmin. Ne var ki bu özelliği bu toplumun içinde yer almayanları filmden kesinlikle uzaklaştırmamalı. Evet, film konusunu zaman zaman bir parça fazla mistik bir bakışla ele alıyor belki ama sanırım anlatılan hikâye için doğru bir seçim bu ve Gosling’in performansı bu mistik yanları etkileyici bir gerçekçiliğe büründürmeyi başarıyor. Bir Yahudi’nin Neo Nazi olup Yahudiler’i yok etmekten bahsetmesi pek gerçekçi görünmeyebilir belki ama hem hikâyenin gerçek bir olaydan esinlendiğini hem de Amerikan tarihinde benzer başka örnekler olduğunu (örneğin 1978’deki bir Neo Nazi yürüyüşünü düzenleyenlerden biri Auschwitz’den kurtulan birisinin çocuğu imiş) hatırlamak bu konudaki endişeleri gidermeye yeterli olmalı. İyi anlatılmış, iyi oynanmış bu filmi görmekte yarar var, özet olarak.

(“İnançlı”)

Coherence – James Ward Byrkit (2013)

“Milyonlarca farklı gerçek de olsa, her birinde karınla yatmış oluyorum”

Bir ev partisinde bir araya gelen sekiz kişinin dünyanın çok yakınından geçmekte olan bir kuyrukluyıldızın etkisi ile yaşadıkları garip olayların hikâyesi.

James Ward Byrkit bu ilk uzun metrajlı filminin hem senaryosunu yazmış hem de yönetmenliğini üstlenmiş. İngiliz ve Amerikan ortak yapımı olarak tek bir mekanda (yönetmenin kendi evinde) çekilen bu “minimalist” bilimkurgunun bütçesi sadece 50 Bin dolar ve oyuncular da yönetmenin hikâye ve karakterleri ile ilgili verdiği temel bilgileri kullanarak çoğunlukla doğaçlama çalışmışlar. Efektlere değil, hikâyesinin “zekâsına” dayanan film, paralel evrenlerde yaşanan paralel hayatlar üzerine ilgi çekici bir çalışma olarak özetlenebilir temel olarak. Hikâyeye kattığı gereksiz klişelerin yanısıra, seyredeni yorabilecek diyalog fazlalığı gibi kusurları da olsa ilgiyi hak eden bir film bu.

James Ward Byrkit ve hikâye boyunca hep el kamerası ile çalışan görüntü yönetmeni Nic Sadler hemen tamamı evin salonunda geçen ve nadiren karşımıza gelen dış sahnelerde de karanlığı tercih eden filmlerini görsellik açısından çekici kılmayı başarmaları ile dikkat çekiyorlar öncelikle. Dinamik kamera kullanımı ve karakterlerin filmin “gerçekçiliğinin” gereği olarak yoğun diyalogları seyirciden bir parça efor bekliyor gerçi ama hikâyesinin çekiciliği ile bu eforu kolaylaştırıyor çoğunlukla filmimiz. Hikâye ilerledikçe artan gerilimi, kısa süreli olarak görüntüye gelen kuyrukluyıldız dışında hemen hiç görsel efekt kullanılmamasına rağmen görselliğinde bir zayıflık hissettirmemesi ve meraklıları için zekâya hitap eden yanı ile kendisini ilgi ile seyrettiren bir film bu. Paralel evrenlerin gittikçe artan sayısı kahramanlarımızın yaşadığı dehşeti ve kendi gerçekliklerini sorgulamalarının korkunçluğunu artırmada işe yarıyor açıkçası ve Christopher Nolan’ın “Inception – Başlangıç” filmindeki “rüya içindeki rüya” sayısının görkemli kibirliği kadar rahatsız etmiyor; bir başka deyişle Nolan’ın filminin kendine hayranlığından uzak durmayı başarıyor bu küçük film.

Karakterler arasındaki kimi kişisel hikâyeleri asıl hikâyenin yeterince iyi bir parçası yapamamış görünen senaryoyu canlandıran sekiz oyuncunun sıkı bir takım oyunu verdiğini söylemek gerekiyor. Oyunculukları ile diğerlerinin önüne çıkmadan ve çoğunlukla doğaçlama diyaloglar ile karakterlerini gerçekçi kılmayı başarıyorlar. Hikâye tüm karakterlere eşit ağırlık vererek sekizini de seyirci için ilgi odağı yapıyor ve böylece belki yoğun ama seyri zevkli bir içeriğe sahip oluyor bir şekilde. Buna karşılık yan hikâyeler zorlama görünüyor ve paralel evrende yaşadıklarını keşfeden insanların herhalde en son akıllarına gelecek tutku ve kıskançlık gibi duyguları ve bir “ihanet” ihtimalini asıl hikâyeye sokarak yanlış yapıyor filmimiz. Belki zaten uzun olmayan süresini bir parça uzatmak için, belki gereksiz bir çekicilik çabasının sonucu eklenmiş bu yan hikâyeler ama, kendisinden birden fazla olduğunu keşfeden bir karakterin herhalde en son yapacağı şeyin, eski aşkını o sırada baştan çıkarmaya çalışmanın garipliği gibi durumlarla baş başa bırakmış seyirciyi bu tercihler.

“Schrödinger’in Kedisi”nden “Sliding Doors – Rastlantının Böylesi” filmine çeşitli göndermeleri olan film kader, gerçeklik, rastlantılar ve seçimler üzerine belki çok derinliği olmayan ama kesinlikle eğlendiren, özellikle ikinci yarısında gerilim yaratan ve çekiciliğini sadece korumakla kalmayıp düzenli olarak artıran bir çalışma. Bu anlamda, Byrkit hedeflediğine ulaşmış ve küçük ve ilginç bir film çekmeyi başarmış görünüyor. Hikâye boyunca karakterlerine (ve onlar üzerinden elbette seyircisine) üzerine düşünecekleri fikirler ve nesneler sunuyor ve böylelikle elinde tutuyor seyredenini. Keşke gerilimini elde etmek için zaman zaman “ani dokunuşlara” başvurmak yerine, hikâyenin potansiyel olarak zaten içerdiği öğeler ile yetinseymiş dememiz de gereken film, tahmin edilebilir ama temel derdine (kendini ve gerçeğin ne olduğunu sorgulamaya) uygun bir finale sahip. Yakın planlar, “kaba” kurgu ve doğaçlamadan kaynaklanan bir yoğunluğa sahip olan çalışmada, planları birbirine çoğunlukla ani kararmalarla bağlayan kurgucu Lance Pereira’nın bu tercihi filme hem bir şıklık katmış hem de adeta bir nefessizlik hissi yaratarak karakterlerin bulundukları evde (ve paralel evrenler arasındaki) sıkışmışlık hissinin bize yansımasını sağlamış.

Gerek paralel evrenler, gerekse bir evde toplanan karakterlerin “sıkışıp kalması” üzerine daha güçlü filmler var sinema tarihinde elbette ama James Ward Byrkit’in hedefi güçlü bir filmden ziyade yalın, küçük ve çekici bir film yapmak olduğundan, bu filmlerle bir karşılaştırma gereksiz. Yukarıda sıraladığım problemlerine rağmen şiddetini fiziksel olarak değil felsefi/bilimsel kavramlar üzerinden kuran film görülmeyi hak ediyor.

(“Paralel Evren”)

Who’ll Stop the Rain – Karel Reisz (1978)

“Fillerin uçan insanlar tarafından kovalandığı bir ülkede, insanlar elbette kafayı bulmak isteyecektir”

Arkadaşına yardım etmek için, Vietnam’dan ülkesine dönerken uyuşturucu taşıma işine bulaşan bir askerin hikâyesi.

Ne yazık ki fazla film çekmemiş Çek asıllı İngiliz yönetmen Karel Reisz’in Vietnam temalı bu filmi Robert Stone’un “Dog Soldiers” adlı romanından uyarlanan ve hem bu isimle hem de filmde yer alan Creedence Clearwater Revival şarkısı “Who’ll Stop The Rain” adı ile tanınan bir çalışma. Doğrudan savaşa değil savaşta yer alan karakterlerin bulaştığı bir uyuşturucu işine odaklanan hikâyesi savaşa ve savaşın travmaya uğrattığı Amerikan toplumunun bireylerine göndermelerde bulunan ve bu anlamda ayrıca önemli olan bir eser. Savaş veya uyuşturucu gibi konularda bilinmedik sulara pek girmeyen film oyuncularının performansı ile dikkat çeken, aksiyon sineması ile pek bir arada düşünemeyeceğiniz Reisz’in yönetmenlik başarısı ile dikkat çektiği son bölümleri ile etkileyici ve hikâyesinin iyi anlatılması ile çekici olabilen bir çalışma.

Cannes festivalinde Altın Palmiye için yarışan filmin buradaki adı uyarlandığı romanınki ile aynı olan “Dog Soldiers” imiş. Toplumunun geleneklerine sadakati olmayan savaşçılara Amerikan yerlilerinin taktığı bir lakap bu ve filmdeki baş karakterin, Nick Nolte’un canlandırdığı eski askerin “isyancı” bir kimliğe sahip karakteri nedeni ile herhalde romana/filme uygun görülmüş bu isim. Ray Hicks adlı bu karakterin “isyancı”lığı üzerinde biraz durmak gerekiyor filmin kimi güçlü ve zayıf yönlerine de ışık tutacak şekilde. Ne Amerikan sinemasının bildik kahramanları kadar “iyi”, ne de o sinemanın kötüleri kadar “kötü” bir karakter bu. Savaşçı kimliği, cesareti ve güçlü adalet duygusu ile hayli olumlu çiziliyor ama sonuçta -bir arkadaşına para da kazanacağı bir şekilde yardım amacı ile olsa da- Vietnam’dan uyuşturucu kaçırılmasına aracılık ediyor ki finalde uyuşturucu paketinin lanetinden kurtulmak isteyenlerin yaptığı düşünülürse, filmimiz karakterinin bu seçiminden pek hoşnut değil. Filme kaynaklık eden romanın yazarı Robert Stone ve Judith Rascoe tarafından yazılan senaryo gerek onun gerekse uyuşturucu kaçırma işini asıl başlatan John Converse adlı diğer askerin (Michael Moriarty) bu işe neden bulaştıklarını bir parça dolaylı yoldan anlatmayı tercih ediyor. Açılış sahnesi (ki nedense daha sonra gereksiz flashback’le tekrarlanıyor) bu ikinci karakterin savaşta yaşadığı dehşeti gösteriyor bize ama eyleminin bu savaşa, savaşa onu gönderenlere ve devletine bir öfkenin sonucu olduğunu düşünmemizi çok da ikna edici olamayan bir şekilde ima ediyor daha çok. Kahramanlarının eylemlerinin gerekçelerini -eğer nedensizlik üzerine kurulu bir hikâye anlatmıyorsanız- yeterince ikna edici kılamayan hikâyelerin zayıflığı kendisini gösteriyor burada sonuç olarak. Bu problem bir yana, film Nick Nolte’un hak ettiği fiziksel ve duygusal cazibeyi kazandırmayı başardığı karakteri seyirci için ilgi çekici kılmayı becererek hikâyenin seyirci nezdinde seyri hoş bir tecrübe olmasını sağlıyor. Bu karakterin final sahnesi ise hayli özenerek düşünülmüş ve çekilmiş, adeta bir trajedi kahramanı ile karşı karşıya olduğumuzu düşünmemizi hedefleyen içeriği ile hem filmin en başarılı anlarından biri hem de hikâyenin o ana kadarki düz akışına bir parça aykırı düşen bir bölüm olarak dikkat çekiyor.

Sadece açılışta ve daha sonra tekrarladığı sahnede bize savaşı gösteriyor Reisz ve filmin kimi yetersiz, bir başla deyişle güçsüz anlarına da burada imza atıyor. Savaşın korkunç yüzünü yanıtmakta yetersiz ya da fazlası ile alışıldık kareler geliyor karşımıza bu anlarda. Amerikalı askerler arasındaki bir araba yolculuğu boyunca gerçekleşen sohbet de benzer şekilde askerlerin içine düştükleri anlamsızlığı ve travmayı yansıtmaktan uzak. Hele Vietnam gibi bir savaştan söz ettiğimiz düşünülürse, bu yetersizlik daha da önemli oluyor. Nolte’un karakterinin elinde dolaşan Nietzsche kitabını hikâyede nereye yerleştirmemiz gerektiği de fazlası ile gereksiz biçimde seyirciye bırakılmış görünüyor. Başta filme sonraki adını veren şarkı olmak üzere, 1970’lerin pek çok sıkı şarkısı (yine Creedence Clearwater Revival’dan “Hey Tonight” ve “Proud Mary”, Don McLean’dan “American Pie”, The Spencer Davies Group’dan “Gimme Some Lovin” vs.) hikâye boyunca kulaklarımıza çalınırken söz konusu dönemin atmosferini, özellikle şarkılara aşina olanlara, keyifli biçimde hatırlatıyor.

Evet, film doğrudan Vietnam’ı eleştirmiyor ama “Vietnam askerlerini yolunu kaybetmiş, yaralı kurbanlar olarak” çizmesi (Politik Kamera – Ryan / Kellner) kayda değer bir husus. Finalde bir adam ve kadının (bir ailenin?) ölen genç adamı (savaşta ölen bir askeri?) kucaklaması, savaşta oğullarını kaybeden ülkeye bir gönderme olarak okunabilir diye düşünüyorum. Aynı şekilde, filmin çok daha etkileyici olan ikinci yarısındaki kimi bölümler de savaşın neden olduğu travmaların izlerini taşıyor. Örneğin, bir dağ evinde kurulan geçici “yuva” ve orada kurulan -biraz fazla beklendik olsa da- hayaller yine gençlerin yok edilen hayallerini ve kırılan umutlarını hatırlatıyor bize. Tüm son bölümdeki kaos olarak nitelendirebileceğimiz karmaşa ise ABD’nin Vietnam’da içine düştüğü batağın sonucu olan çekişme ve çatışmalardan izler taşıyor sanki. Finaldeki ses ve ışığın yarattığı “cehenem” içindeki çatışma anlarında Amerikan folk müziğinin kullanılıyor olması da benzer şekilde Amerikan toplumun savaşın yaraladığı ruhuna bir gönderme olsa gerek. Filmin “kurban” rolünü Amerikan askerlerine ve toplumuna vermesi ise elbette eleştiriye açık, savaşta ölen sadece sivil Vietnamlı sayısının 400 Bin olduğu düşünülürse. Bu elbette tam bir Amerikan merkezli bakışın sonucu; savaşa neden olanların asıl kurbanlara değinilmeden tek kurbanmış gibi gösterilmesi kuşkusuz doğru değil. Ne var ki burada bir “kötü niyet”ten çok, sadece kendine bakmaktan kaynaklanan bir eksik bakış olduğunu söylemek daha doğru olur sanırım. Bir adamı öldürmekle tehdit eden bir çete elemanının bunu çekinmeden yapabileceğinin kanıtı olarak “daha önce Vietnam’da adam vurdum” demesini de filmin savaşa eleştirel değinmelerinden biri olarak not edebiliriz.

Trajik olayları başlatanın bir fayda göremese de en azından ciddi bir zarar görmeden kurtulması, buna karşılık öne sürülenin asıl zararı gören kişi olması savaşı planlayan ve çıkartanlar (yöneticiler) ile ölenlerin (halkın) farklı kaderlerini hatırlattığı hikâyede, Nick Nolte başrolün sahibi olsa da ve rolünün hakkını verse de, performans açısından asıl öne çıkan Michael Moriarty oluyor. Diğer bir önemli rolün sahibi Tuesday Weld de karakterini senaryo kendisine diğerlerine ettiği kadar yardım etmese de ilgi çekici kılmayı başarıyor. Özetle, genellikle iyi anlatılmış, son bölümleri iyi kotarılmış ve Vietnam’ın neden olduklarını hatırlatan ilgiye değer bir film karşımızdaki.

(“Dog Soldiers” – “En Büyük Suç”)

Via Castellana Bandiera – Emma Dante (2013)

“Ben senden daha dikkafalıyım, anladın mı?”

Dar bir sokakta karşı karşıya gelen iki kadın sürücünün yol vermeme inadı ile gelişen olayların hikâyesi.

Emma Dante’nin 2008 tarihli kendi romanından Giorgio Vasta ve Licia Eminenti ile birlikte uyarladığı ve baş rollerinden birinde yer alıp yönetmenliğini de üstlendiği bir İtalya – Fransa – İsviçre ortak yapımı. Dante yönettiği bu ilk filmde iki farklı nesilden kadının “inatçılığı” üzerinden Palermo’nun (veya Sicilya veya İtalya’nın) bir resmini çiziyor hikâyesi ile. Kendisi de o bölgede yaşamış olan Dante’nin hikâyenin geçtiği bölgenin ve halkının karakteristiğine hâkimiyetini gösteren film kısıtlı mekan kullanımına (hikâyenin çoğu dar bir sokakta geçiyor) rağmen, bunu hiç hissettirmeyen ve başta yan karakterler olmak üzere oyuncularının başarısı ile de dikkat çeken bir çalışma. Dozunda bir komedisi olan filmin hikâyesinin bir parça uzamış göründüğünü ve kimi gereksiz sahneler barındırdığını da belirtmek gerekiyor.

Arnavut asıllı yaşlı bir kadın ve uzun bir aradan sonra memleketine dönen lezbiyen bir kadın… Bu iki kadın sürücü, ilki aile efradını evlerine götürürken diğeri ise sevgilisi ile bir düğüne pek de istemeden giderken arabaları ile burun buruna geliyorlar Palermo’nun tek araçlık dar bir sokağında. İkisi de yol vermeyi ret ediyor ve onların bu inadı diğer karakterlerin de katılması ile Dante’ye komedisi olan bir dramı, hatta belki daha doğru bir deyişle bir trajik komediyi anlatma fırsatı sağlıyor. Hikâyeyi İtalya’nın bir alegorisi olarak okumak gerekiyor belki de. Tüm o İtalyan (daha doğrusu Sicilyalı) karakterleri ile aslında hayli yerel bir hikâye bu. Filmin en büyük cazibe alanlarından biri karşımıza getirdiği yerel karakterler. Dante’nin hikâyesi bu karakterleri gerçekçi ve komik kılmayı başarıyor ve giriştikleri iddia oyunundan birbirleri ile ilişkilerine kadar pek çok farklı bağlamda seyirci için çekici kılıyor onları. Burada filmin bir başka başarısı da öne çıkıyor; ne inatlaşan iki kadın arasında bir taraf tutuyor filmimiz ve birini diğerinden daha sevimli göstermeye çalışıyor ne de tüm o yan karakterleri “iyi ve eğlenceli” göstermek için özel bir çaba sarf ediyor. Bu tercihleri filmin gerçekçi görüntüsünde de önemli bir pay sahibi. İnat eden iki kadından yaşlı olanı kızının genç yaşta ölümü sonucu damadının ailesi ile yaşamak zorunda kalmış ve filmin vurguladığı üzere “Arnavut damarı”na sahip bir kişi. Açılıştaki başarılı mezarlık sahnesinin gösterdiği gibi hâlâ kızına düşkün ve özlüyor onu. Hikâye ilerledikçe anlıyoruz ki o dar sokakta daha önce başkaları ile de inatlaşmış yol verme konusunda. Orta yaşlı kadın ise cinsel yönelimi konusunda yaşadığı sıkıntı nedeni ile Palermo’yu terketmiş ve pek de isteksiz döndüğü ve sevmediği bu yerdeki huzursuzluğunun da katkısı ile en az yaşlı kadın kadar inatçı davranıyor. Evet, farklı nesillere ait iki kadının çatışmaları her ikisini de yolundan alıkoyarken ve her ikisi de ne kazanan ne de kaybeden olurken, Dante bu hikâyeyi İtalya’nın tıkanmışlığı ve halkının fikirlerinde takılı kalmışlığını anlatmak için kullanıyor sanki. Bölge halkının kurnazlıkları veya fırsatçılıkları üzerinden, saygı duyulan bir otoritenin olmadığı (iki evin bina numarasının aynı olması ile ilgili hoş anektod bu durumun iyi bir göstergesi) ortamlarda, kendi başının çaresine bakmanın derdine düşen bireyleri anlatıyor bize sevimli ve başarılı bir şekilde filmimiz.

Emma Dante’yi görüntü yönetmeni Gherardo Gossi ile birlikte kamera kullanımı için de takdir etmek gerekiyor. Çoğunlukla dar bir sokak, karşılıklı duran arabalar içindeki iki kadın ve arabanın etrafındaki diğer insanların görüntüde olduğu filmi durağan bir görünümden kesinlikle uzak tutmayı başarmışlar. Üstelik arabasının kapılarını kilitleyerek ve camlarını kapatarak içeride oturmakta ısrar eden yaşlı kadının hissettiği klostrofobiyi bize de hissettirmeyi başararak elde etmişler bu sonucu. İkilinin bir diğer başarısı da açılıştaki sahnelerde iki arabanın bir kazanın sonucunda karşı karşıya gelecekleri hissinden kaynaklanan bir tedirginliği yaratttıktan sonra bu karşılaşmayı tedirginliğin yerini komediye bıraktığı bir şekilde ustalıkla getirmeleri karşımıza. Anlatımdaki başarısını Dante, karakterlerinin gerçekçiliğinde de tekrarlıyor ve bizim gibi Akdenizli olan ülke seyircilerine çok tanıdık gelecek bir “sıradan bir tartışmanın kavgaya dönüşmesi” sahnesi ile hem eğlendiriyor hem de etkileyici olabiliyor. Bölgeden başka gerçekçi ve eğlenceli saptamaları da var filmin: Sahte Versace satan adamdan “gürültülü” tüm karakterlerine, küçük sahtekârlıkların peşindeki bireylerden bireysel bir konunun nasıl süratle tüm bir halka mâl olabildiğine kadar tüm öğeleri ile seyircisini etkilemeyi beceriyor Dante.

Hikâyenin bir parça uzamış olması ise zayıflatmış filmimizi ve etkisinin -neyse ki o müthiş finali ile toparlanan bir şekilde- azalmasına neden olmuş. Lezbiyen çiftin genç olanı ile yaşlı kadının torunu arasındaki sahne hikâyeye hiçbir şey katmadığı gibi, hem asıl hikâyeden uzaklaştırıyor seyirciyi gereksiz yere hem de filmi sahip olmadığı bir statiklikten kurtarmak niyeti ile eklenmiş bir dış sahne olarak oldukça sakil duruyor. Final ise belki biraz uzun tutulmuş olsa da kesinlikle çok etkileyici. Hikâye boyunca dar bir sokak olarak gördüğümüz yerin belki de aslında o kadar da dar olmadığına tanık olurken, karakterlerin (ülkenin!) sahip olma kavgası verdikleri şeylerin aslında belki de sadece sahiplenici bir dar görüşlülük nedeni ile o denli az göründüğünü söylüyor bize filmimiz. Hikâyenin başka metaforları da var. Örneğin hikâye ile pek ilgisi yokmuş gibi görünen su altındaki açılış sahnesi ile bize ilk bakışta farkedilmeyen ama suyun altında kaynayan bir şeylerin olduğunu söylemeye çalışıyor Dante sanki.

Bir kısmı, asıl olarak tiyatro yönetmeni ve oyuncusu olan Dante’nin kendi tiyatro grubunun oyuncuları olan sanatçıların keyifli oyunlar verdiği film dozunda tuttuğu komedisi, iki kadını zaman zaman adeta bir western filmindeki düellolara benzer bir biçimde karşımıza getirmesi ve etkileyici metaforları ile görülmesi gerekli bir “ilk eser”.

(“A Street in Palermo” – “Palermo’da Bir Sokak”)