Calvary – John Michael McDonagh (2014)

calvary“Günahlarla ilgili çok fazla konuşuluyor ama erdemlerden yeterince bahsedilmiyor”

Bir adamın, günah çıkarma sırasında, kendisini bir hafta sonra öldüreceğini söylediği bir rahibin etrafındaki kötülüklerle baş etmeye çalışmasının hikâyesi.

İrlandalı/İngiliz sinemacı John Michael McDonagh’ın yazdığı ve yönettiği film, sanatçının 2011 tarihli ilk çalışması olan ve çok beğenilen “The Guard” filminden sonra çektiği ve “İntihar Üçlemesi” adını verdiği serinin de ikinci çalışması. Deniz kıyısında ve muhteşem bir doğası olan bir İrlanda kasabasında geçen filmde, görevini yapmaya çalışan ama sanki yaptığı işin artık bir anlam ifade etmez göründüğü bir rahibin ilk sahnede tanık olduğumuz ölüm tehdidinden sonra görevini yapmaya devam etmesini anlatıyor film temel olarak. Kimi sembolleri de olan film, başroldeki Brendan Gleeson’un sağlam ve sakin oyunu ile dikkat çektiği, sıkı bir gerilim noktası ile başladığı halde hikâyesini bu gerilimin kurbanı yapmayıp derdini anlatmayı ihmal etmeyen, başarılı görüntüleri ve McDonagh’ın hikâyeye uygun mizansen anlayışı ile dikkat çeken bir çalışma. Kilise görevlilerinin karıştığı çocuk tacizleri gibi netameli bir konuyu ele almasına rağmen, küçük bir mizahı da dramın ve gerilimin yanına koymayı başaran film, karakterlerinin “tuhaf”lığının zaman zaman öne geçmesi gibi bir problemi olsa da kesinlikle görülmeyi hak ediyor.

Filmin orijinal adı olan “Calvary” birkaç anlama sahip bir kelime: İsa’nın çarmıha gerildiği yerin adı olduğu gibi çarmıha gerilmeyi anlatan heykellere ve aşırı (ve özellikle ruhsal) acı çekme haline de verilen bir isim bu. Açıkçası filmin adı bu üç anlama da sahipmiş gibi görünüyor. Bir kızı olan Katolik rahip (rahip olmadan önce evlenmiş ve bir kızı olmuş, karısını kaybettiği bu evlilikten) geçmişinde alkol bağımlılığı sorunu da yaşamış bir kişi ve dünyanın içinde bulunduğu koşullarda yaptığı iş -alay konusu olacak kadar- nerede ise anlamsız görünürken, yardımcı olmaya, yol göstermeye çalışıyor insanlara. Özellikle İrlanda gibi kilisenin geçmişteki günahlarının (tacizler, çocukların cinsel istismarları vs.) birer birer ortaya döküldüğü bir ülkede yaptığı işin ve temsil ettiği kurumun saygınlığını korumak için umarsız bir çabanın içinde debelenip duruyor hikâyesine tanık olduğumuz bir hafta boyunca. Rahibin etrafındaki, her biri ayrı bir tuhaflığı olan on iki karakter (İsa’nın on iki havarisine gönderme olsa gerek) yaptığı işi hem sorgulatıyor rahibe hem de kötülükleri/kusurları/günahları ile işini zorlaştırıyorlar. Ait olduğu kurumun çocuklara karşı işlediği günahların kurbanı olmakla tehdit edilen rahibin bu bağlamda, hikâye tarafından bir İsa rolüne büründürüldüğünü de söyleyelim, filmin dinsel göndermelerinden biri olarak.

İlk kez 7 yaşında bir rahip tarafından tecavüz edildiğini ve beş yıl boyunca bu tecavüzün sürdüğünü söyleyen bir adamın günah çıkarma sırasında kendisini bir hafta sonra öldüreceğini söylediği rahip bu kişinin kim olduğunu merak ediyor (ve bize de ettiriyor) ama yaşamını değiştirmeden sürdüyor her gün yaptığı gibi. Etrafındaki zina, yalan, cinayet, hırsızlık gibi suçların birer parçası olan karakterlerin bu bir hafta boyunca rahibe yaşattığı duygu ve düşünceleri başarılı bir şekilde seyirciye de yansıtıyor film. Öyle ki sık sık “tüm bu çaba ne için” diye sormaktan kendinizi alamıyorsunuz ama finale doğru olan bir sahnede bu karakterlerden biri ile sohbeti bu çabanın her şeye rağmen bir anlam ifade edebileceğini söylüyor bize. Yönetmen McDonagh’ın hayranı olduğunu söylediği Fransız sinemacı Robert Bresson’a (kendisini Hristiyan ateist olarak tanımlayan bir isim!) ithaf edilmiş son sahnede bu anlam -bağışlama ile birlikte- vurgulanıyor ama bu sahne filmin bütünü içinde değerlendirildiğinde yine de gereksiz duruyor bir parça. Hikâyenin dine karşı lehte veya aleyhte net bir tavır almadığını (ki kesinlikle doğru olmuş bu) ve inancı sarsılan bir başka rahibi ateist yazar ve bilim adamı Richard Dawkins’in “The God Delusion – Tanrı Yanılgısı” kitabını okurken görüntülemesine ve kilisenin günahlarını odağına almasına rağmen kendisini din karşıtı bir yere konumlamadığını söylemek gerekiyor. Odağında kilise, rahip, günahlar vs. olmasına rağmen, filmin seyirciyi dinsel motiflerle yormadığını ve bu kavramlara uzak (bilmemek veya bilip de uzak durmak anlamında) olan seyirci için bir sıkıntı yaratmaması da filmin başarılarından biri. Öne çıkarmadığı ama seyircinin aklında hep kalmasını sağladığı gizemi de benzer şekilde akıllıca kullanıyor film. Karakterlerinin hangisinin rahibi öldürmeyi planladığını, evet siz de düşünüyorsunuz ama bu asla hikâyenin asıl derdinin önüne geçmiyor ki senaryoya ait bir başarı bu elbette. Filmin başarısı bunlarla sınırlı değil: Patrick Cassidy’nin çok başarılı ve dramı/gizemi/mistizmi barındıran müziğinden Larry Smith’in kasabanın müthiş doğasını dozunda tutulan bir çarpıcılıkla yakalayan görüntülerine film görsel ve işitsel olarak da çok başarılı. Başta Brendan Gleeson, Orla O’Rourke ve Dylan Moran olmak üzere oyuncular da hayli sıkı performanslar veriyorlar ve filme ciddi bir katkı sağlıyorlar.

Etrafındaki tüm o karakterlerin inancını test eder gibi göründüğü, küçük bir kızla masum sohbetinin kızın babası tarafından üzerindeki cübbeden dolayı şüphe ve nefretle karşılandığı ve kilise kurumunun günahlarından dolayı kendi varlığının anlamını da sorgulayan rahibin kara komedi de içeren bu hikâyesi sıkı soundtrack’i ile de dikkat çeken bir çalışma ve yönetmenin adeta şeytanî bir varlık gibi görüntüye sık sık soktuğu heybetli dağ görüntüsü gibi öğeleri ile görsel açıdan da başarılı bir çalışma. Her birinin ayrı ve önemli bir hikâyesi olan karakterlerin fazlalığı ve bu karakterlerin tuhaflığı içinde zaman zaman dağılır gibi olsa da (ki finalin çarpıcılığının neden daha fazla olamadığını da açıklıyor bu durum sanırım), kendi kasabasının “Tanrı”sı olan bir rahibi anlatan bu dram, Tanrı’nın günümüz dünyasındaki yeri üzerine düşünülmesini sağlayan bir çalışma olarak da önem taşıyor. Cezaevindeki bir seri katille rahip arasında geçen yüzleşme veya deniz kenarında ve hayli rüzgârlı bir havada geçen rahip ile kızı arasındaki bir diğer yüzleşme gibi seyredene dokunacak sahneleri de olan film görülmeyi hak ediyor, özet olarak.

(“İtiraf”)

Perro Guardián – Bacha Caravedo / Chinón Higashionna (2014)

Perro Guardian“Katiller sorgulamadan öldürür, intikam alanlar ise önce nedenini bilmek isterler”

Hükümet ile isyancı gruplar arasında çıkan çatışmalarda işlenen suçlar için ilan edilen aftan sonra kiralık katil olarak çalışmaya başlayan eski bir askerin hikâyesi.

Perulu sinemacılar Bacha Caravedo ve Chinón Higashionna’nın birlikte yönettikleri ve senaryosunu Caravedo’nun yazdığı bir Peru filmi. Aksiyonu çağrıştıran sahnelerine ve tüm o suikastlere rağmen, film temel olarak politik ve toplumsal değinmeleri olan ve soğukkanlı katil görünümündeki bir yalnız adamın yaptıklarını sorgulaması ile yaşananları anlatan alçak gönüllü bir eser. Başroldeki ve ülkesinde stand-up komedyenliği ile tanınan Carlos Alcantara’nın rolüne çok yakışan bir performans sergilediği film karanlık ve küçük eserlerden hoşlananların kesinlikle ilgisini çekecek bir yapım.

2001 yılında geçen hikâye, 1995’te çıkarılan ama anlaşıldığı kadarı ile henüz onaylanmayı bekleyen bir aftan yararlanan bir adamın soğukkanlı bir suikastçi olarak geçen günlerini anlatıyor bize. Gazeteye verilen küçük ilanlar aracılığı ile haberleştiği ve devletle de bağlantıları olduğu anlaşılan gizemli bir grup için, para karşılığında ve hiç soru sormadan suikastler yapıyor adam ve kaçak yaşadığı için de ailesi ile sadece başkaları aracılığı ile yürütülen mesajlaşmalar ile haberleşiyor. Hikâye onun ve diğer eski askerlerin yeni hayatlarını (benzeri şekilde suç örgütünün üyesi olanlar veya kendi kilisesini kurup vaiz olanlar vs.) anlatırken, anlaşılan Peru tarihi için önemli olan bir olguyu da karşımıza getiriyor. Filmin tüm alçak gönüllü yapısı içinde hayli etkileyici bir anlatım dili ile bize hatırlattığı geçmişteki suçlar, “teröristler”e uygulanan yargısız infazlar vs. Peru toplumunun acılarını getiriyor karşımıza. Hem geçmişteki insanlık suçlarını hatırlatıyor film hem de dinin bireyler ve onlar aracılığı ile toplum üzerindeki etkisini kahramanının dönüşümünü de parçası yaparak, üzerinde düşündürtecek bir şekilde anlatmayı başarıyor. Caravedo ve Higashionna ikilisi şiddeti, askerlerin muhaliflere karşı işlediği suçları ve dinin sömürü aracı olarak kullanımını sözelden çok görsel bir eleştirinin konusu yapmayı tercih ederek doğru bir seçim yapmışlar. Adamın evin rutubetten sürekli damlayan tavanına bakarak geçirdiği anları, rutubetin gittikçe tüm tavana yayılmasını ve -sonuçta işe yaramayacağı açık olsa da- İncil’den kopardığı sayfalarla damlamayı önlemeye çalışması hem görsel olarak bir tat katmış filme hem de dinin toplumdaki yeri üzerinden anlamlı bir sembolizmin de örneği olmuş görünüyor.

Film İsa figürü, vaizler, ayinler ve İncil resimleri ile dinin toplumun içinde nasıl yaygın bir yeri olduğunu vurguluyor sürekli olarak ve hikâyenin gündemine aldığı tüm o yoksulların hayatlarındaki önemini söylüyor hikâyesi ile. Acımasızlığa varan tavrı ile sonsuz tedbiri hiç elden bırakmayan suikastçinin adı tam konulmamış bir yakınlık kurduğu genç kız ve onun hayatı da dinin nelerin maskesi olarak kullanılabileceğini gösteriyor bize. Tüm bunlardan hikâyenin doğrudan bir din eleştirisi yaptığı sonucu çıkarılmamalı; film dinin bu derece önemli bir olgu olduğu bir toplumda geçen hikâyeyi gerçekçi ve sakin bir dille anlatırken, gerçekçi tavrının gereği olarak yapıyor bunu. Bir başka deyişle, toplumu nasılsa öyle tasvir ediyor. Pauchi Sasaki’nin müziklerinin ve Fergan Chávez-Ferrer’in görüntülerinin, tıpkı yönetmenlerin mizansen anlayışı gibi sade ve gerçekçi tonlara sahip içerikleri ile hikâye oldukça ciddi bir katkıda bulunduğu filmde başroldeki Carlos Alcantara’nın herhangi bir duyguyu dışarı vurmaktan kaçınan bir sertliğe sahip yüz ifadesi ile rolüne çok yakıştığını da söylemek gerekiyor. Oyuncunun son sahnelerde, filmin geri kalanının aksine nerede ise dışavurumcu bir tavırla oynaması (büyüyen gözler vs.) ise bir çelişki yaratmadığı gibi kahramanın değişimini ve sorgulamalarının sonucunda geldiği noktayı daha net görmemizi sağlıyor kesinlikle.

Otobüsteki dilenci, sokakta sürekli kahramanımızın karşısına çıkan evsiz veya -Mayra Goñi’nin başarılı oyunu ile klişe bir genç kız karakteri olmaktan kurtulan- Milagros karakterlerinin filmin yaratıcılarının Peru sokaklarından karşımıza getirdiği ve filmin gerçekçi yanını destekleyen unsurlar olduğu bu hikâye, sakin ama sert biçim ve içeriği ile ve konusunu ve karakterlerini sömürmeden onları ilgi kaynağı kılabilmesi ile de ilgiyi hak eden bir çalışma. “Yalnız suikastçi” tiplemelerine büyük bir yenilik getirmiyor belki ama hikâyesinin toplumsal boyutu ile bu açığını da kapatıyor başarılı bir şekilde.

(“Guard Dog” – “Koruma Köpeği”)

The Devil’s Advocate – Taylor Hackford (1997)

The Devils Advocate“Kibir, kesinlikle en sevdiğim günah”

Başarılı ve hırslı bir yerel avukatın, New York’taki büyük bir şirket ve onun gizemli patronundan aldığı teklif ile değişen hayatının hikâyesi.

Andrew Neiderman’ın romanından Jonathan Lemkin ve Tony Gilroy tarafından uyarlanan, Taylor Hackford’un yönettiği, Al Pacino’nun döktürdüğü bir Hollywood işi. Şeytan ve tanrı, kibir ve diğer günahlar, iyi ile kötü, bir parça gizem ve sürpriz, tıkır tıkır işleyen bir anlatım ortaya seyri keyifli ve ticarî sinemanın kalıplarına sıkı sıkıya bağlı bir anlatım dili ile de rahatça takip edilebilen bir film koymuş. Görsel efektlerin ve artistik tercihlerin yerli yerinde göründüğü film, sinema tarihindeki kimi filmlerden (kötülüğün kaynağı şeytanı ve hukuk sistemini konu alan filmler bunlar) esinlenmiş görünen yapısı ile belki çok orijinal bir içeriğe sahip değil ama izlenmeyi de hak ediyor, sıkı bir eğlencelik olarak.

ABD’nin en nefret edilen meslek gruplarından biri olduğu söylenir avukatlığın ve bu bir çeşit Faust hikâyesi olan film konu edindiği mesleği doğru seçmiş görünüyor bu nedenle. Müvekkilinin suçlu olup olmadığından bağımsız olarak, hatta suçlu olduğunu bildiği zaman bile başarı hırsı ve kapıldığı kibir ile hepsini beraat ettirmeyi başarmış bir küçük şehir avukatının yeteneklerini “şeytanî” bir gücün emrine vermesini konu alıyor hikâye ama Faust’ta olduğunun aksine şeytanla bilerek yapılan bir pazarlık yok burada; bir başka deyişle başarı karşılığında şeytana ruhunu satmıyor avukatımız, şeytanın onun kibirini kullanmasına tanık oluyoruz sadece. Hikâye, evet bir iyi ile kötü çatışması sunuyor ama bildiğimiz anlamda değil bu da; kötü ile kötülüğe direnen bir yarı-iyinin çatışması bu daha çok ve doğrudan iyi ile kötünün karşı karşıya gelmesini sağlayacak dindar anne karakteri -neyse ki- bu anlamda kullanılmıyor. Onca Amerikan filminde gördüğümüz ve hakkında kendi ülkemizdeki -varlığı tartışılır- hukuk sisteminden çok daha fazla bilgi sahibi olduğumuz Amerikan hukuk sistemine mahkemeleri, jürileri, yargıçları, sanıkları ve avukatları ile bir kez daha tanığı olduğumuz hikâye bu açılardan bakıldığında temel olarak yeni olan tek bir şey getiriyor karşımıza: Senaryonun teması gereği altını biraz kalın çizgilerle çizdiği şey bu ve avukatların nasıl da kötülüğün/adaletsizliğin aracı olabileceğini gösteriyor bize. Bir başka deyişle ortada şeytanın kendisi olmadığı zaman bile, Amerikan sisteminde bu işin şeytanî bir yanı var anlaşılan. TRT’nin siyah beyaz zamanlarındaki unutulmaz dizisindeki “Avukat Petroçelli” değil bu avukatlar.

Keanu Reeves’in kariyerindeki iyi performanslarından birini sergilediği filmde yan oyuncular da rolleri için doğru seçilmiş görünüyorlar kesinlikle. Filmin yıldızı ise elbette Al Pacino. Neden Tanrı’nın değil de kendisinin insanın yanında olduğunu anlattığı uzun konuşması başta olmak üzere, onun için özel yazılmış gibi duran (ve herhalde yapımcıların da Oscar’a göz kırptıkları) sahneleri ile film boyunca döktürüp duruyor ve final hariç, abartılı mimiklerle başvurmadan kötülüğün somutlaşmış halini sergiliyor bize. Pacino’nun karakterinin adını aldığı şair John Milton’ın “Paradise Lost” şiirinden bir dize olan “cennette hizmet etmektense, cehennemde hüküm sürmek” sözü, şeytanın insanları zaafları üzerinden sömürerek onlara hüküm sürmeyi/iktidarı vaat vettiği bu hikâyenin derdini anlatmak için iyi bir seçim olmuş. Şeytan onlara “iktidar”ı sunarken, kötülüğün kazanması ve yayılması için onların yeteneklerini kullanıyor ve son karede gördüğümüz gibi, bu hedefine ulaşmak için çaba harcamaktan asla vazgeçmeyeceğini söylüyor bize film.

Din olgusunun kullanımında kimi Hollywood işi muhafazakâr numaralara başvurmaktan çekinmiyor film. Genç avukatının annesinin saf dindarlığı, karısının bunalım anında kiliseye sığınması vs. tipik örnekleri bu yaklaşımın ama neyse ki bunların dozunu abartmamış senaryo ve ortaya “Hıristiyanlık şeytana karşı” olarak özetlenecek bir ucuz numara koymamış. Başta Pacino’nun tuhaf ofisindeki duvar heykelleri olmak üzere görsel efektlerden ustaca yararlanan film, efektlerin sade ve alçakgönüllü kullanımı ile doğru bir tercihte bulunmuş. Avukatın eşinin bunalıma gidişini yeterince iyi ve gerçekçi kılamamak, metro vagonunda gizli bir davanın bağıra bağıra tartışılması (bağıra bağıra olması gerekiyor, böylece Pacino daha gösterişli bir performans gösterme şansına sahip oluyor çünkü) gibi gerçekçilikten uzak ve yine Al Pacino için tasarlandığı fazlası ile belli olan ve bu yüzden uzaması ve sarkması pek umursanmamış görünen sahnelere sahip olmak gibi problemleri olan film, Pacino’nun şov sahnelerinin yanısıra, Hackford’un usta bir yönetmenlik gösterdiği kimi sahneleri ile de dikkat çekiyor. Kısa süren, dar bir mekanda geçen ve altı oyuncunun birden ustaca bir mizanseni canlandırdığı asansör önü sahnesi örneğin, kesinlikle çok başarılı. Bruno Rubeo’nun set tasarımları özellikle sadeliğin önde olduğu yerlerde çok etkileyici ve Andrzej Bartkowiak’ın görüntüleri de minimalizmin içinden şeytansı yanları çıkartıp sergilediği anlarda doruğuna çıkan bir beceri örneği. James Newton Howard’ın müziği de hikâyeye uygunluğu ile dikkat çekiyor ve öne çıkmadan görüntüleri destekliyor.

İyi ile kötü arasındaki savaşın insanın iradesi üzerinden yürüdüğünü söyleyen film, özet olarak Hollywood ustalığının örneklerini içeren iyi bir eğlencelik. Yukarıda belirttiklerimin yansıra, görsel becerinin başka diğer örneklerine de sahip olan film, bir aşk sahnesinde kimliklerin karışmasını etkileyici şekilde sergileyen ustalıklı kurgusu ve gerilimini adım adım inşa etmesi ile de ilgiyi hak eden bir çalışma.

(“Şeytanın Avukatı”)

Kanun – Roger Vailland

kanunFransız yazar Roger Vailland’ın Goncourt ödülünü almasını sağlayan ve ilk basımı 1956 yılında yapılan kitap, bizde ise ilk kez 1971 yılında Attilâ Tokatlı’nın çevirisi ile yayınlanmış. 1959 yılında Jules Dassin’in yönetmenliğinde ve Fransa – İtalya ortak yapımı olarak sinemaya da aktarılmış kitap ve Marcello Mastroianni, Yves Montand, Gina Lollobrigida, Pierre Brasseur ve Melina Mercouri gibi dönemin Avrupa sinemasının ünlü isimlerini bir araya getiren ilginç bir film çıkmış ortaya. Yazarı Fransız olsa da, Güney İtalya’nın deniz kıyısındaki küçük bir kasabasında geçen roman, yazarın Türkçeye de taşınan ilginç üslûbu ile tam bir “İtalyan” hikâyesi anlatıyor bize. Tüm karakterlerin (aslında tüm bir toplumun) gelenekler, yoksulluk, düzen ve diğer nedenlerle bir yozlaşmanın parçası olduğu bu kasabada oynanan ilginç bir oyundan adını alıyor kitap. “Kanun” adını taşıyan ve en az altı kişinin oynadığı bu oyunun her bir elinde, “iskambillere, zarlara, hatta bazen saman çöplerine başvurularak” bir patron seçiliyor ve bu patron da bir yardımcı seçiyor kendisine. Diğer oyuncuların sağladığı bir karaf şarabı dilediği gibi kullanıyor bu patron ve şarap tükenene kadar da tüm “kanunlar”ı o belirliyor; diğer oyuncuları aşağılamak, övmek, yargılamak, haklarında ne dilerse söylemek hakkına sahip bu patron ve bir başka deyişle dilediği gibi hüküm kuruyor diğerleri üzerinde. Oyunun en kışkırtıcı tarafı ise, en hassas oyuncuyu bulmak ve sadece oynayanların değil, seyredenlerin de yanında onu en zayıf yerlerinden aşağılamak sürekli olarak. “Kaybedenlere, sessiz ve hareketsiz, katlanmak düşer” diye tarif edilen bir aşağılama söz konusu olan burada. Kitapta bu oyunun oynadığı anlar bir kez anlatılıyor okuyucuya ve daha sonra oyunun adından dahi hemen hiç söz etmiyor yazar ama aslında romanın tamamı bu oyundaki gibi bir hüküm kurma/hüküm altına girme hikâyesi olarak, bu oyunun gerçek hayatta sürekli oynandığını söylüyor bize.

Vailland sık sık kasabanın eski görkemli krallık günlerine referans veriyor kitabında (“dirsekleri kaba birer heykel şeklinde oyulmuş yaldızlı ahşaptan XVIII. Yüzyıl Napoli koltuğu” ifadesi adeta bir leitmotif gibi sık sık tekrarlanıyor kitapta örneğin) ve bugün bu kasabada yaşayan halkın tıpkı “kanun” oyunundaki gibi başkalarını hükmü altına almaya çalışmasını ve hüküm altına girdiğinde de (ki bu da doğal bir sonuç olarak “kabulleniliyor”) bu durum altında en az zararı göreceği şekilde mücadele etmesini anlatıyor bize. 1950’li yıllarda geçen kitap, dönemin atmosferi gereği siyasetin de zaman zaman kendisini gösterdiği satırlarının yanında, Don Cesare karakterinin hayatı üzerinden, toplumun ahlâki açıdan yozlaşmasının bir analizini de yapıyor. Onun yaşamının son yıllarında, cinsellik dışında başka hiçbir şeye ilgi göstermeyen tavrı, kitapta tüm karakterlerin bir şekilde parçası olduğu cinsel gerilimi de özetliyor bir yandan. Hemen tüm karakterlerinin davranışlarını belirleyen bir güdü cinsellik sürekli olarak ve bir yandan günah duygusunu taşıyıp (Don Cesare dışında), diğer yandan sürekli günah içinde yaşayan bu karakterlerin her biri adeta romanın baş kişisi olarak çıkıyor karşımıza. Evet, Vailland romanda nerede ise onlarca baş karakter yaratıyor ve her birinin hikâyesini ustaca birbirine bağlarken, birini diğerinin lehine/aleyhine geri plana atmıyor/öne çıkarmıyor. Karakterlerin ve hikâyelerinin karışması veya onlara gösterilecek ilgiyi azaltmak gibi bir riski olan bu tercihin götürebileceği tuzaklardan da akıllıca korunmuş yazar ve okuyucuyu da, üstelik yormadan her bir karakter ile ilgilenmeye “zorlamış”.

Vailland’ın toplumdaki sınıfları, karakterlerin her birinin bir diğerinin suç ortağı olmasını ve servet/toplumdaki konum/güç/gelenekler üzerinden oluşan hiyerarşilerin tıpkı “kanun” oyunundaki gibi kolayca yıkılıp yeniden tanımlanmasını akıcı bir dil ile anlattığı kitabında kullandığı üslûp da hayli ilgi çekici. Yazar tüm karakterlerine eşit mesafede durmuş gibi görünüyor ve çeviride devrik cümleler ile karşılığını bulan dinamik bir anlatımı ve sık sık kullanılan “evet” kelimesi ile (“Bayan Anna, Ana Meydan’ın ötesinde uzanan limana bakıyor evet”) tercih ettiği vurgulamaları üzerinden farklı bir tecrübe yaratıyor okuyucu için. Yazar bazı anlarda ise kendisini de katıyor anlatımına, “Matteo Brigante her şeyi kontrol eder, dedik” gibi cümleler aracılığı ile. Yazarın kimi anları, zaman zaman araya başka anlar da katarak üstelik, hayli etkileyici biçimde anlattığını söylemek gerekiyor. Örneğin genç bir adam ile kendisinden büyük ve evli bir kadının ilk aşk buluşmalarına ayrı ayrı yollardan gidişi, buluşmaları ve dönüşlerini işin içine doğayı ve kasabanın balıkçılarını vs. de katarak hayli başarılı bir biçimde getiriyor karşımıza. Bu bölüm, kadının okuduğu Fransız klasiklerine de bir gönderme olarak ayrıca başarılı ve edebiyat düşkünlerinin keyif alacağı satırları ile kesinlikle dikkat çekici.

Karakterlerinin akıbetlerini bir parça hızlı toparlamak (filmlerin sonunda yazılı olarak, daha sonra ne olduğunun aktarılmasına benzer biçimde) gibi önemsiz bir kusuru olan kitabın, bir komünist olan Vailland’ın (Kruşçevin Stalin’in işlediği suçları ortaya dökmesi ile hayal kırıklığına uğrayan bir komünist kendisi) politik görüşlerini daha çok yazarın toplumu değiştirmek konusundaki hayal kırıklığı açısından yansıttığını yazanlar olmuş zaman içinde ve açıkçası kitabı bitirdikten sonra bu düzenin hiç değişmeyeceğini düşünmekten siz de kendinizi alamıyorsunuz. Bir başyapıt değil “evet”, ama okuması çok keyif veren bir kitap bu.

(“La Loi”)