An Officer and a Gentleman – Taylor Hackford (1982)

“Her sınıfta kendini benden daha akıllı sanan bir joker vardır. Bu sınıfta, bu kişi sensin değil mi?”

Travma dolu bir çocukluktan sonra pilot olmak için deniz kuvvetlerine katılan ve eğitim sırasında tanıştığı bir kadınla aşk yaşayan bir adamın hikâyesi.

Douglas Day Stewart’ın orijinal senaryosundan Taylor Hackford’un çektiği bir ABD yapımı. 1980’li yılların iki genç sinemacısı olan Hackford’un ve Stewart’ın bu filmleri romantizm ve dramın eş ağırlıklara sahip olduğu, zamanında seyirciden hayli ilgi görmüş ve özellikle finali ile ortalama seyirciyi çok etkilemiş olması ile hatırlanan bir çalışma. Hollywood’un klişelerini bolca kullanan ama o denli bolca olmasa da yine de o sinemanın ortalamasından uzaklaşmayı deneyen bir film bu ve bir ölçüde de ulaşıyor hedefine. Sınıf farklılığı başta olmak üzere önemli temalara el atan ama bunu yaparken militarizmden maçoluğa pek çok problemi de bünyesine rahatlıkla alan bir sinema eseri olarak ilginç bir film olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Hikâyenin pilot olma heveslisi genç kahramanını canlandıran Richard Gere’ı onun seksî ve çekici olması için özenle hazırlanmış görünen bir görüntü ile açılıyor film. Kamera yatağa dönüyor sonra ve orada çırılçıplak yatan bir çift görüyoruz. Bu çiftten erkek olanı genç adamın babasıdır ve bu sahnenin sonunda babasına “hediyesi” için teşekkür etmesinden kadınla onun da yattığını anlıyoruz. Film bu konuda doğrudan bir şey söylemiyor ama muhtemelen “üçlü” olarak geçirilen bir zamanın ima edildiğini düşünmek bile mümkün. Bu hayli ilginç ve -hadi adını da koyalım- ahlâksız sahnenin de bir göstergesi olduğu gibi baş karakterleri dahil olmak üzere tüm karakterlerini olumsuzlukları ile birlikte ve bu açıdan bakınca da normal gösteren bir hikâye bu. Hollywood’un hikâyenin kahramanlarını parlatma alışkanlığına hayli ters düşen bu tercih ile takdiri alıyor film; ne var ki filmin Hollywood’un başka parlatma çabalarından hayli nasiplenmiş olması da “işini bildiğini” kanıtlıyor Hackford ve Stewart ikilisinin.

Egzotizmi, fahişeleri, bunaltıcı havası -sıcak bir renk olan sarı ile adeta filtrelenmiş gibi bu bölüm- ve ”beyaz çocuğu” dövüp parasını çalan serseri çocukları ile Filipinler’de geçen sahneler ile devam ediyor ve böylece ilk klişelerini seyircinin üzerine boşaltıyor film. Baba çok sorumsuz biridir ve çocuğunu -annesinin başına bir şey gelmiş olması nedeni ile- hiç istemeden yanına almak zorunda kalmıştır. Buradan tekrar açılış sahnesine döner film ve genç adam kendisi de denizci olan ama bir subay olmayan babasına deniz kuvvetlerine katılacağını söyler. Bundan sonrası ise onca askerî filmde defalarca seyrettiğimiz ve “zalim bir eğitmen”in yönettiği eğitimler ve genç adamın ordunun olduğu kasabadaki, bir pilot olarak ile evlenerek sınıf atlama derdinde olan bir genç kadınla ilişkisi üzerinden ilerliyor ve romantik sonlara düşkün ve göz yaşı dökmeye hazır seyircilerin ayakta alkışlayacağı bir şekilde sona eriyor.

Gere’ın sevgilisini canlandıran ve bu rolü ile Oscar’a aday gösterilen Debra Winger’ın hiç sevmediğini söylediği bir hikâyeymiş bu. Farkında olmadan imzaladığı kontrat nedeni ile çıplak olması gereken bir sahnede oynamak zorunda kalması değildir herhalde sadece, Winger’ı bu düşünceye iten. Her ne kadar karakteri pilot peşine düşen kadından seven bir kadına dönüşse de, sonuçta kadın karakterlerin daha hatalı, daha zayıf ve kişisel hesaplarını daha fazla öne çıkaran kişiler olarak çizilmiş olması da önemli bir faktör olsa gerek. Winger’ın karakterini daha makul kılabilmek için, kendisi gibi pilot peşindeki bir kız arkadaş karakteri de var hikâyede ama yine de değişmiyor bu durum ve filmde asıl belirleyici olan subay adayı genç adamın kararları olacaktır; bir başka şekilde söylersek mutluluğu da mutsuzluğu da belirleyecek olan erkeğin seçimidir.

ABD listelerinde 1 numaraya kadar yükselen ve Oscar da alan Joe Cocker ve Jennifer Warnes şarkısı “Up Where We Belong”un eşlik ettiği hikâyenin askerî eğitim bölümleri ile ilgili iki ciddi sorunu var. Bunların birincisi, hikâyenin militarist ve maço bakış ile ilgili bir sorunu varmış gibi davranıp bunun tam tersi yönde ilerlemesi: Eğitimlerdeki tüm o ırkçı, homofobik ve cinsiyetçi söylemler, marşlar vs. göründüğünün aksine büyük bir keyifle kullanılıyor filmde, üstelik de pilot adaylarının arasında kadınların da yer almasına rağmen. Zalim eğiticinin karşımıza çıktığı ilk sahnede de yüzünden önce üniformasının detaylarının nerede ise fetişist bir şekilde gösterilmesi de bir başka örneği bu yaklaşımın; çünkü iyi niyetle adaylar üzerindeki otoriteyi hissettirmek olarak yorumlanabilecek bu sahnede kamera subay adaylarının değil seyircilerin gözünden bakıyor üniformaya. Genç askerlerin katlandıkları tüm aşağılamalar da -hikâye bittiğinde sizin de hissetmeniz beklendiği şekilde- katlanılması gereken şeyler olarak normalleştiriliyor ve mesajını veriyor film. Eğitim bölümleri ile ilgili ikinci sorun ise genç kahramanımızla zalim eğitmen (Louis Gossett Jr. parlak performansı ile Oscar kazanmış bu rolde) arasındaki çekişmenin yeterince güçlü bir biçimde işlenememiş olması; arada tamamen unutuluyor bu mücadele (hikâye bunu amaçlamamış olsa da) ve zaten hocanın yaptıklarının da doğru olduğu önce ima ediliyor, sonra da açıkça ilan ediliyor ve kendi kendisine darbe vurmuş oluyor film. İki karakter arasında bir fiziksel mücadele bölümü var ki tek bir açıklaması olabilir: Bir epik havayı yaratmayı hedefleyip, elinde buna uygun malzeme olmayınca bir senaristin nasıl bir zorlamaya gidebileceğinin çarpıcı bir örneği bu kavga.

Şarkının sözlerinde de belirtildiği gibi (“Love lift us up where we belong”) bulundukları yerden daha yukarıda bir yerlere gitmek isteyen karakterler arasındaki sınıf farklılıkları (iki kadın karakterin işçi sınıfından olması ve pilotla evlenerek sınıf atlamaya çalışmaları, Gere’in aksine eğitimlerdeki en iyi arkadaşının üst sınıftan olması, genç adam pilot olmak istediğini söylediğinde babasının asla o sınıfa giremeyeceğini ima etmesi, kasabadaki tüm kadınların geçmişten bu yana tek umutlarının subaylar olması vs.) ve kahramanımızın “Gidecek başka yeri, sahip olduğu hiçbir şey” olmamasını vurgulaması hep bu temanın uzantıları. Ne var ki başlattığını bir yere bağlamıyor senaryo ve hatta sık sık unutuyor da tamamen.

Erkek karakterlerden birinin “onurlu” davranışından kadın karakterlerden birinin “fahişe” kişiliğine, tüm o cinsiyetçi söylemlerden kadın karakterlerin pasiflikleri, fedakârlıkları ve şeytanlıkları ile gösterilmesine kadınlara sorunlu ve gelenekçi bir bakışı var filmin. Fabrika içinde geçen final de erkeğin inisiyatif alan / alması gereken olduğunu söyleyen içeriği ile bu bakışın altını kalın çizgilerle işaretliyor. Özellikle yemin törenindeki mizansen tercihi (yemin töreninin tüm havası ve her bir subayın sesini o kalabalığın içinde özellikle tek tek duymamızın sağlanması ile sağlanan “şerefli ordunun şerefli subayı” güzellemesi) ise filmin militarist söyleminin tipik bir örneği. Ronald Reagan’ın başkanlığının ilk yıllarında çekilen bir Hollywood filminden bu subayların kim bilir dünyanın hangi bölgesinde “terörist”lerin ve Amerikan emperyalizminin düşmanlarının üzerine bomba yağdıracağını söylemesini bekleyemeyiz elbette.

İçerikle ilgili problemlerine karşın, Taylor Hackford’un bu ikinci sinema filminde ticarî Amerikan sinemasının anlayışından sık sık uzaklaştığını ve hatta zaman zaman oldukça yeni görünen bir sonuç yarattığını da söyleyebiliriz rahatlıkla. Filmin en önemli artısı onun yönetmenliği kesinlikle; bunun dışında Winger’ın içten performansı, Gere’ın ustalıklı bir şekilde gösterilen/ima edilen seksîliği ve onun da bunu kabalaşmadan yansıtması bu romantik dramı çekici kılabilir. Tüm içeriğe boş verip, klişelere aldırış etmeyip, hatta tadını çıkarıp, bu romantik filmi hoş bir aşk hikâyesi olarak seyretmek de mümkün elbette ve sanırım olması gereken de bu.

(“Subay ve Centilmen”)

The Devil’s Advocate – Taylor Hackford (1997)

The Devils Advocate“Kibir, kesinlikle en sevdiğim günah”

Başarılı ve hırslı bir yerel avukatın, New York’taki büyük bir şirket ve onun gizemli patronundan aldığı teklif ile değişen hayatının hikâyesi.

Andrew Neiderman’ın romanından Jonathan Lemkin ve Tony Gilroy tarafından uyarlanan, Taylor Hackford’un yönettiği, Al Pacino’nun döktürdüğü bir Hollywood işi. Şeytan ve tanrı, kibir ve diğer günahlar, iyi ile kötü, bir parça gizem ve sürpriz, tıkır tıkır işleyen bir anlatım ortaya seyri keyifli ve ticarî sinemanın kalıplarına sıkı sıkıya bağlı bir anlatım dili ile de rahatça takip edilebilen bir film koymuş. Görsel efektlerin ve artistik tercihlerin yerli yerinde göründüğü film, sinema tarihindeki kimi filmlerden (kötülüğün kaynağı şeytanı ve hukuk sistemini konu alan filmler bunlar) esinlenmiş görünen yapısı ile belki çok orijinal bir içeriğe sahip değil ama izlenmeyi de hak ediyor, sıkı bir eğlencelik olarak.

ABD’nin en nefret edilen meslek gruplarından biri olduğu söylenir avukatlığın ve bu bir çeşit Faust hikâyesi olan film konu edindiği mesleği doğru seçmiş görünüyor bu nedenle. Müvekkilinin suçlu olup olmadığından bağımsız olarak, hatta suçlu olduğunu bildiği zaman bile başarı hırsı ve kapıldığı kibir ile hepsini beraat ettirmeyi başarmış bir küçük şehir avukatının yeteneklerini “şeytanî” bir gücün emrine vermesini konu alıyor hikâye ama Faust’ta olduğunun aksine şeytanla bilerek yapılan bir pazarlık yok burada; bir başka deyişle başarı karşılığında şeytana ruhunu satmıyor avukatımız, şeytanın onun kibirini kullanmasına tanık oluyoruz sadece. Hikâye, evet bir iyi ile kötü çatışması sunuyor ama bildiğimiz anlamda değil bu da; kötü ile kötülüğe direnen bir yarı-iyinin çatışması bu daha çok ve doğrudan iyi ile kötünün karşı karşıya gelmesini sağlayacak dindar anne karakteri -neyse ki- bu anlamda kullanılmıyor. Onca Amerikan filminde gördüğümüz ve hakkında kendi ülkemizdeki -varlığı tartışılır- hukuk sisteminden çok daha fazla bilgi sahibi olduğumuz Amerikan hukuk sistemine mahkemeleri, jürileri, yargıçları, sanıkları ve avukatları ile bir kez daha tanığı olduğumuz hikâye bu açılardan bakıldığında temel olarak yeni olan tek bir şey getiriyor karşımıza: Senaryonun teması gereği altını biraz kalın çizgilerle çizdiği şey bu ve avukatların nasıl da kötülüğün/adaletsizliğin aracı olabileceğini gösteriyor bize. Bir başka deyişle ortada şeytanın kendisi olmadığı zaman bile, Amerikan sisteminde bu işin şeytanî bir yanı var anlaşılan. TRT’nin siyah beyaz zamanlarındaki unutulmaz dizisindeki “Avukat Petroçelli” değil bu avukatlar.

Keanu Reeves’in kariyerindeki iyi performanslarından birini sergilediği filmde yan oyuncular da rolleri için doğru seçilmiş görünüyorlar kesinlikle. Filmin yıldızı ise elbette Al Pacino. Neden Tanrı’nın değil de kendisinin insanın yanında olduğunu anlattığı uzun konuşması başta olmak üzere, onun için özel yazılmış gibi duran (ve herhalde yapımcıların da Oscar’a göz kırptıkları) sahneleri ile film boyunca döktürüp duruyor ve final hariç, abartılı mimiklerle başvurmadan kötülüğün somutlaşmış halini sergiliyor bize. Pacino’nun karakterinin adını aldığı şair John Milton’ın “Paradise Lost” şiirinden bir dize olan “cennette hizmet etmektense, cehennemde hüküm sürmek” sözü, şeytanın insanları zaafları üzerinden sömürerek onlara hüküm sürmeyi/iktidarı vaat vettiği bu hikâyenin derdini anlatmak için iyi bir seçim olmuş. Şeytan onlara “iktidar”ı sunarken, kötülüğün kazanması ve yayılması için onların yeteneklerini kullanıyor ve son karede gördüğümüz gibi, bu hedefine ulaşmak için çaba harcamaktan asla vazgeçmeyeceğini söylüyor bize film.

Din olgusunun kullanımında kimi Hollywood işi muhafazakâr numaralara başvurmaktan çekinmiyor film. Genç avukatının annesinin saf dindarlığı, karısının bunalım anında kiliseye sığınması vs. tipik örnekleri bu yaklaşımın ama neyse ki bunların dozunu abartmamış senaryo ve ortaya “Hıristiyanlık şeytana karşı” olarak özetlenecek bir ucuz numara koymamış. Başta Pacino’nun tuhaf ofisindeki duvar heykelleri olmak üzere görsel efektlerden ustaca yararlanan film, efektlerin sade ve alçakgönüllü kullanımı ile doğru bir tercihte bulunmuş. Avukatın eşinin bunalıma gidişini yeterince iyi ve gerçekçi kılamamak, metro vagonunda gizli bir davanın bağıra bağıra tartışılması (bağıra bağıra olması gerekiyor, böylece Pacino daha gösterişli bir performans gösterme şansına sahip oluyor çünkü) gibi gerçekçilikten uzak ve yine Al Pacino için tasarlandığı fazlası ile belli olan ve bu yüzden uzaması ve sarkması pek umursanmamış görünen sahnelere sahip olmak gibi problemleri olan film, Pacino’nun şov sahnelerinin yanısıra, Hackford’un usta bir yönetmenlik gösterdiği kimi sahneleri ile de dikkat çekiyor. Kısa süren, dar bir mekanda geçen ve altı oyuncunun birden ustaca bir mizanseni canlandırdığı asansör önü sahnesi örneğin, kesinlikle çok başarılı. Bruno Rubeo’nun set tasarımları özellikle sadeliğin önde olduğu yerlerde çok etkileyici ve Andrzej Bartkowiak’ın görüntüleri de minimalizmin içinden şeytansı yanları çıkartıp sergilediği anlarda doruğuna çıkan bir beceri örneği. James Newton Howard’ın müziği de hikâyeye uygunluğu ile dikkat çekiyor ve öne çıkmadan görüntüleri destekliyor.

İyi ile kötü arasındaki savaşın insanın iradesi üzerinden yürüdüğünü söyleyen film, özet olarak Hollywood ustalığının örneklerini içeren iyi bir eğlencelik. Yukarıda belirttiklerimin yansıra, görsel becerinin başka diğer örneklerine de sahip olan film, bir aşk sahnesinde kimliklerin karışmasını etkileyici şekilde sergileyen ustalıklı kurgusu ve gerilimini adım adım inşa etmesi ile de ilgiyi hak eden bir çalışma.

(“Şeytanın Avukatı”)