Film Ekimi 2015 – 2

Mia-MadreAnnem (Mia Madre) – Nanni Moretti : İtalyan yönetmen Moretti’nin İtalya – Fransa ortak yapımı filmi Amerikan sinemasının hemen sadece bağımsız sinemacılarının yapmaya çalıştığı bir şeyin peşine düşen, insanları hikâyeleri ile birlikte yine insanlara anlattığını her anında hatırlayan bir çalışma. Bir kadın yönetmenin özel ve iş hayatındaki sorunlar ile baş etme çabasını samimi bir dil ile ele alan film dramı ve mizahı bir arada götürmeyi denemesi ve bunu hemen her anında başarması ile dikkat çeken bir eser öncelikle. Hikâyenin dram ve mizahını dengeli ve birini diğerinin önüne geçirmeden götüren filmde John Torturro’nun eğlenceli performansı kaçırılacak gibi değil. Başta Arvo Pärt’ın eserleri olmak üzere müzikten de etkileyici biçimde yararlanan Moretti’nin filminin kendisinin de katkıda bulunduğu senaryosu karakterleri ve olayları gerçekçilikten sapmadan anlatması ile de önem taşıyor. Hikâye basit ve tanıdık gelebilir belki, rüya sahneleri yeterince başarılı olmayabilir ve duygusal açıdan olanı da dahil olmak üzere bir parça enerji eksikliği taşıyor olabilir ama yönetmenin annesi rolündeki seksen bir yaşındaki oyuncu Giulia Lazzarini’nin de çarpıcı bir performans sunduğu film Moretti adına bir yeni başarının daha adı oluyor. Bir çekim sahnesinda yaşanan aksaklıklar gibi hayli eğlenceli yanlarının yanında, ölüm gibi netameli bir konuya doğal bir biçimde yaklaşmayı başaran film alçak gönüllü tavrı ile de ilgiyi hak ediyor.
(“My Mother”)

Nahid – Ida Panahandeh : İran sinemasından bir ilk film. Ülke sinemasının “sosyal gerçekçi” filmlerinin arasına bir diğerini eklemiş Panahandeh ve başroldeki Sareh Bayat’ı adım adım takip eden kamera ile günümüz İran toplumunda bir kadının özgürlük, ikilemler, annelik ve aşk arasında bocalamakla geçen hayatını sade ve etkileyici bir biçimde getirmiş karşımıza. Oğlunun velayeti ile sevdiği erkek arasında kalan ve her ikisine de sahip olmaya çalışırken günümüz İran’ında kadın olmanın tüm gerçekleri ile yüzleşen bir karakteri anlatan hikâye zaman zaman dramatik gerilim eksikliği hissettirse de, yönetmenin eşi Arsalan Amiri ile birlikte yazdığı senaryo müthiş bir gözlemin sonucu olduğu açık olan diyalogları ve karakterlerinin davranış özellikleri ile sosyal gerçekçi tanımının altını tam anlamı ile dolduruyor. Baş karakterini iyi veya kötü olarak sınıflandırmadan, yaptıkları ve/veya yapmaya çalıştıklarını anlamamızı sağlayan hikâye ataerkil bir toplumdan muta nikâhına büyüme çağındaki bir çocuğun problemlerinden İran’daki toplumsal düzenin bireyler üzerindeki etkilerine pek çok temayı dengeli ve doğal bir üslupla ele alıyor. Ülkedeki sansür anlayışının farklı bir yaratıcılığa sürüklediği açık İran sinemasını ve özellikle kadın ile aşık olduğu adam arasındaki ikili sahnelerde bir “vuslata erememe” hali kendisini sürekli hissettiriyor ki filme farklı bir gerilim katıyor bu. Aynı iki karakterin bazen otelin güvenlik kamerasından bazense yönetmenin kamerasından tanık olduğumuz deniz kıyısındaki sahneleri ise hem sade ama vurucu görsellikleri hem de dile getirilemeyenleri anlatması ile filme ayrı bir seyir keyfi katıyor.

The 7th Dawn – Lewis Gilbert (1964)

The_7th_Dawn“Onun için ne hissettiğini biliyorum ama bağlılığın da bir sınırı vardır”

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Asya’daki Malaya bölgesinde sömürgeci İngilizler ve komünist gerillalar arasında süren savaş ve kendilerini bu savaşın ortasında bulan karakterlerin hikâyesi.

Avustralyalı yazar ve gazeteci Michael Keon’un “The Durian Tree” adlı romanından, yapımcılığı da üstlenen Karl Tunberg tarafından sinemaya uyarlanan ve Lewis Gilbert’ın yönettiği bir İngiliz yapımı. Bölgeye bağımsızlığını vermeye hazırlanan ama bunu yaparken oluşturdukları kurumların ve kanunların devamını garanti almaya çalışan İngilizlerle bir an önce komünist bir düzeni kurmak için onlara karşı savaşan gerillaların savaşının ortasında aşk hikâyeleri de anlatmaya soyunan film kötü komünistlerle çoğunlukla iyi niyetli ama beceriksiz İngilizler ve apolitik duruşunu korumaya çalışan Amerikalı işadamının temsil ettiği üç farklı yolu getiriyor karşımıza. William Holden, Susannah York, Capucine gibi ünlü isimlere Japon oyuncu Tetsurô Tanba’nın eşlik ettiği film özellikle son yarım saatinde hikâye boyunca aradığı ama pek elde etmiş görünmediği ilginçliği yakalayabilen, bugün biraz eskimiş görünen tarzı ve karakterlerinin çoğunlukla iki boyutlu çizilmiş olması nedeni ile pek kalıcı bir etki bırakamayan bir çalışma görünümünde. Görüntü ve müzikleri ile başarılı görünen film, politik macera türünün parlak örnekleri arasına giremese de yaratacağı nostalji duygusu ile ilgi çekebilir yine de.

Olayların geçtiği tarihlerde bölgede gazetecilik yapan ve kimilerince Batı istihbarat örgütleri için ajanlık yaptığı da iddia edilen yazar Michael Keon karakterlerini kimi gerçek kişilerden esinlenerek oluşturmuş; örneğin komünist gerilla lideri Malaya Komünist Partisi lideri Chin Peng’den alınan ilhamla yazılmış. Bugünkü Myanmar, Malezya, Tayland ve Singapur’u kapsayan bölgenin o tarihlerdeki adı olan Malaya’da yaşananları anlatan filmin politik içeriği üzerinde durmak gerekiyor öncelikle. Film halk tarafından benimsendiğini göstermekle birlikte, komünist örgütü “terörist” olarak sergiliyor hikâye boyunca. “Birinin teröristi bir başkasının kahramanı” sözünü hatırlatan durumları zaman zaman getiriyor karşımıza film ama hikâyenin asıl kötüsü onlar kesinlikle. Hikâye İngilizlere de dokunduruyor ve özellikle bir subay üzerinden onların sert ve haksız uygulamalarını eleştiriyor ama bir köy yakma sahnesinde (evet, bize ayrıca bir şeyleri hatırlatıyor olmalı tüm bunlar!) bu subayın zalim kararı eleştirilirken yaptığını “doğrulayan” bir durumu da gösteriyor bize film. Zaten bağımsızlığı vermeye hazırlanan İngilizler’in beceriksizliği ve halkı/ülkeyi onca yıl sömürgeleri olarak yönetmelerine karşı tanımıyor olmaları da bir eleştiri konusu olarak dikkati çekiyor. William Holden’ın Amerikalı işadamı karakteri ise apolitik ve pragmatik duruşu ile adeta filmin önerdiği yolun temsilcisi gibi konumlandırılmış senaryo tarafından. Apolitikliğin özendirilmesi elbette kendi başına politik bir tercihi işaret ediyor. Burada İsviçreli yazar Max Frisch’in “Politika ile ilgilenmeyen biri, tam kaçınmak istediği şeyi yapar, politik taraf olur: İktidardaki tarafa hizmet eder” sözünü hatırlamakta fayda var. Filmin gerillaların silahlı mücadelesinin karşısına silahsız aktivist eylemleri koyması ise anlaşılabilir ve doğru görünüyor ama bir o kadar da naif bir görünüm bu elbette.

2. Dünya savaşı sırasında birlikte Japonlar’a karşı savaşan üç kişi (daha sonra seçtikleri yol ile tanımlarsak, bir Amerikalı işadamı, bir Malayalı gerilla ve bir yarı Malayalı yarı Fransız öğretmen kadın) arasındaki aşk ve politikanın karıştırdığı ilişkilere İngiliz yöneticinin kızını da ekliyor film ve ortaya bu dört karakterin duygusal bağlarının yarattığı bir karmaşayı koyuyor. Ne var ki bu ilişkilerin tümü de gerçeklikten ve etkileyicilikten uzak görünüyorlar. Örneğin ne İngiliz kızın Amerikalı’ya bu denli çabuk bir biçimde büyük bir aşk hissetmesi ne de işadamının yıllardır yanında tuttuğu ama tamamı ile bağlanmayı kabul etmediği öğretmen kadına birden farklı gözle bakması seyirciye gerçekçi bir şekilde aktarılabiliyor. Hikâyenin belki de en ilginç yanı karakterlerin, yeteri kadar başarılı bir biçimde aktarılamasa da, daha doğrusu karakterlerin iki boyutlu çizilmiş olması nedeni ile seyirci nezdinde heyecan verici olamasa da, her birinin fedakârlık üzerine düşündükleri ve yaptıkları. Beraberinde birey mi toplum mu sorusunu da getiren, ideallerimiz için neyi feda edebiliriz ve bir insana/ideale bağlılığımızın bir sınırı var mıdır sorusunu sorduran içeriği önemli hikâyenin. Ne var ki tüm bunlar yeterince derin ve kışkırtıcı biçimde sorulan sorular değil ve savaş ortasında zaman zaman hayli sakil duran aşk hikâyelerinin yüzeysel parçası oluyorlar çoğunlukla.

Malayalı bir karakteri Japon bir oyuncunun, Japon bir karakteri ise Çinli bir oyuncunun oynadığı film taraf tutmak veya tarafsız olmak ikilemlerini yaşayan karakterlerini karşımıza getirirken, Riz Ortolani’nin müziğinden (hemen hiç susmasa da) ve Freddy Young’un görüntülerinden de epey destek alıyor. Her ne kadar Batı sinemasının “uzak” ülkelere gittiğinde kullanmaktan kendisini alamadığı egzotik gün batımı ve gün doğumu görüntülerinden kaçınamamış olsa da, özellikle vahşi ormanın içinde geçen sahnelerde başarılı karelere sahip film. Kalabalık figüran kadrosunun başarılı kullanımı ile dikkat çeken filmin cinsellik konusundaki tuhaf konumu da üzerinde durulmayı hak ediyor. Hikâyenin iki ayrı yerinde, Susannah York’un canlandırdığı genç kızın bakireliği altı çizilerek bir sohbetin konusu yapıldığı gibi filmin afişinde de, “yabancı bu ülkenin tıpkı güzel bir kadın gibi durgun, gizemli ve el değmemiş bir şekilde uyuduğu” söyleniyor. Genç kızın yıllar sonra döndüğü ülkede bilmediği bir yerde çıplak denize girmesi veya gerilla liderinin genç kıza ilk sorduğu sorulardan birinin “Amerikalı ile yattın mı?” olması filmin zorlanmış ama başarılamamış ve pek de inandırıcı olmayan erotik imalarının örnekleri olarak hayli tuhaf duruyor. Filimin inandırıcılık açısından asıl sıkıntısı ise aslında en başarılı bölümü olan son yarım saatinde ortaya çıkıyor. Uçakların bombaladığı, hükümet güçleri ile gerillaların kıyasıya savaştığı bir ormanlık alanda Amerikalı peşinde olduğu iki kişiyi buluveriyor bir şekilde.

Tüm kusurlarına rağmen ve hayli eskimiş görünse de üç ünlü ismin (Holden, York ve Capucine) varlığı ve Holden ve Tanba’nın performansları, filmin tüm hikâye boyunca elde etmeye çalıştığı şeyi, savaş ortasında duygusal heyecanı, yakalamış göründüğü son yarım saatinin başarısı ve elbette eski filmlerin neden olduğu nostaljiyi bir şekilde yaratabilmesi ile ilgi gösterilebilecek bir film.

(“Şafak Sökerken”)

Film Ekimi 2015 – 1

Hrutarİnatçılar (Hrútar) – Grímur Hákonarson : İzlanda sinemasından sürpriz bir güzelliğe sahip, karanlık ile aydınlığın ustaca birleştirildiği bir çalışma. Yan yana evlerde yaşadıkları halde yıllardır birbiri ile hiç konuşmayan iki erkek kardeşin koşulların zorlaması ile bir araya gelmesinin bu hikâyesi ön planda bu “barışma”yı anlatır gibi görünse de, değişen dünyayı, kaybolan bir yaşam tarzını ve yetiştirdiği koyunlarına “aşık” köylülerin insanın doğa ile iç içe olduğunda nasıl doğal bir uyumu yakaladıklarını kanıtlayan hayatlarını da getiriyor karşımıza. Küçük bir mizahın da eşlik ettiği filmde, İzlandalı iki oyuncu Sigurður Sigurjónsson ve Theodór Júlíusson gerçekçi ve doğal oyunları ile oynadıkları iki kardeşin ruhuna girmeyi başarmışlar adeta. Hákonarson’un yazdığı senaryo yönetmenin sadece anlattığı hayatı çok iyi gözlediğini değil, o hayatı tüm olumlu ve olumsuz yanları ile benimsediğini de gösteriyor bize. 300 küsur bin nüfusu ile Avrupa’nın nüfus yoğunluğu en düşük ülkesi olan bu ada devletindeki geniş alanları ilginç bir biçimde kullanmış film ve dış mekanların boş, geniş ve soğuk görünümü ile iç mekanların dar ve kapalı görünümünü zıt konumlara yerleştirerek hikâyenin hem trajik hem umut dolu havasının sembolü yapmış adeta. İnsanı anlatan tüm hikâyeler gibi önemli ve bu hikâyesini gerçekçi ve çekici kılan tüm filmler gibi kesinlikle görülmesi gerekli bir çalışma. “Sevgi ve özlem ile sarılmak” temalı son sahnesi ise unutulacak gibi değil…
(“Rams”)

Londra Yolu (London Road) – Rufus Norris : 2006 yılında İngiltere’nin Ipswich kasabasında hayat kadınlarını öldüren bir seri katilin London Road adını taşıyan sokakta yaşayanlar üzerinde yarattığı korku ve merak dolu heyecanı anlatan bir müzikalin sinema uyarlaması. Müzikal ve dolayısı ile film hayli ilginç bir denemenin sonucu: Bölgede yaşayanlarla yapılan röportajlarda söylenenlerden ve bu söylenenlere hiç dokunulmadan oluşturulmuş diyaloglar/şarkı sözleri (“senaryo”nun sahibi Alecky Blythe’ın başarısına şapka çıkarmak gerekiyor) ve Adam Cork’un müziği ile dile getiriliyor bu sözler oyuncular tarafından. Bir müzikal ama kesinlikle farklı bir müzikal bu. Katilin ve kurbanların hiç görünmediği hikâye London Road’da yaşayanlara ve onların cinayetlerden nasıl etkilendiğine odaklanıyor asıl olarak. Filmin türünü belgesel müzikal olarak nitelemek mümkün aslında içeriği ve tarzı gereği. Tom Hardy’nin taksi şöförü rolünde yer aldığı filmde tüm oyuncular o klasik İngiliz oyunculuk tarzını hatırlatan ve tam bir takım başarısı olarak nitelendirilebilecek performanslar sunuyorlar. Hikâyede öne çıkan bir karakter olmaması da bu takım performansı havasını destekliyor. Kendine özgü bir koreografi eşliğinde sergilenen hikâyesi, sıradan insanların zaman zaman konuşma ile şarkı söyleme arasında değişen tarzları (ki ilk akla geleceğinin aksine filmi daha da ilginç kılıyor bu tercih) ve klasik müzikallerin aksine öne çıkan şarkılara sahip olmayan (zaten böyle bir hedefi de yok filmin) ama hikâyeyi adeta yöneten müziği ile ilginç bir çalışma bu ve görülmeyi hak ediyor, zaman zaman hikâye sarkar gibi olsa da.

The Grand Budapest Hotel – Wes Anderson (2014)

The_Grand_Budapest_Hotel“Bütün arkadaşlarımla yatarım ben”

İki Dünya Savaşı’nın arasında geçen ve bir otel “konsiyerj”i ile bir lobi görevlisinin miras kavgası ve cinayetle örülü hikâyeleri.

Kendine özgü sinemacı Wes Anderson’un o kendine özgülüğü en üst düzeyine taşıdığı ve şimdilik son yönetmenlik çalışması olan filmi. ABD – Almanya – İngiltere ortak yapımı çekilen filmin senaryosunu Wes Anderson, Hugo Guinness ile birlikte yazdığı hikâyeden kendisi oluşturmuş ve kapanış jeneriğinde de belirtildiği üzere yazar Stefan Zweig’ın eserlerinden ve yazarın kendisinden ilham almış bu çalışmasında. Ünlüler geçidi olarak niteleyebileceğimiz bir kadrosu olan film komediyi ve macerayı ustaca harmanlaması, Anderson’ın müthiş kelimesi ile ifade edilebilecek yönetmenlik becerisi, oyuncularının keyif veren performansları, görüntü ve müziğinin ulaştığı üst düzey ve sadece görkemi ile değil, işlevselliği ve hikâyeyi akıllıca desteklemesi ile de başarılı olan mekan, kostüm ve makyaj çalışması ile kesinlikle görülmesi gerekli bir film.

“Avrupa’nın en doğusundaki (hayalî) Zubrowska Cumhuriyeti”nde geçen hikâye üç farklı dönemde yaşanıyor. 1985 yılında başlayan hikâyede bir yazar, 1968 yılında artık parlak günlerini geride bırakmış görünen bir otele yaptığı seyahatte dinlediği bir hikâyeyi anlatmaya başlıyor ve filmin büyük kısmının yaşandığı 1938 yılında yaşanan olaylara tanık oluyoruz. Filme adını veren otelin en görkemli yıllarında geçiyor hikâye ve Wes Anderson’un gişe geliri en parlak filmi olmasının da gösterdiği gibi, kitlelerin de hoşuna gidecek bir olay örgüsünü dinamik, sevimli ve kesinlikle eğlendirici bir biçim ve içerik ile getiriyor karşımıza. Yönetmenin önceki filmlerindeki üslubunu tekrarladığı ama bu kez geniş kitleleri peşinden rahatça sürükleyebileceği bir sonuç elde ettiği filmin başarısı pek çok farklı öğede gizli. İrili ufaklı rollerdeki onca parlak oyuncu ve onların Anderson’un her zamanki tuhaf karakterlerinin biraz yumuşatılmış, dolayısı ile sıradan sinema seyircisi için daha rahat kabul edilebilir halleri olan rollerini keyifle oynamaları bu öğelerden biri şüphesiz. Dokuz dalda aday olduğu ve bunların dördünü ödüle dönüştürdüğü Oscar’daki adaylıklarının hiçbiri oyunculuk dalında olmasa da, başta Ralph Fiennes olmak üzere tüm oyuncular kelimenin tam anlamı ile eğleniyor ve eğlendiriyorlar. Hikâyenin en absürt anları da dahil olmak üzere, en sıradan (ve “normal” olandan uzaklaşmaya tahammülü olmayan) seyirciyi bile filmin avucunun içinde tutabilmesinde onların payı çok büyük kesinlikle.

Senaryonun komediden drama ve maceraya uzanan içeriğinin etkileyiciliği filmin başarısındaki bir başka önemli etken. Pek çok kişinin işaret ettiği gibi Agatha Christie esintileri de var filmin, ironisi ve uçarılığı ile öne çıkan komedisi de ve bu komedi fizikselden durum komedisine kadar pek çok farklı türde geziniyor üstelik. Anderson’un senaryosu birden fazla temayı (kendini temize çıkarma, yazarlık, savaş, miras kavgası, cezaevinde yaşam ve oradan kaçma vs.) ustalıkla bir hikâyenin birbiri ile çatışmayı bir yana bırakın, aksine birbirini besleyen parçaları yapmayı başarmış ve bu da hikâyeyi zenginleştiriyor kuşkusuz. Eğlenceli ve içi dolu diyaloglarını, bu diyaloglara veya sessiz anlara eşlik eden tempolu bir kamera kullanımını ve absürt ile normal olanı peş peşe ve hiç de yadırgatıcı olmayan bir şekilde sergileme başarısı gösteren kurgusunu da atlamamak gerekiyor filmin. Oscar kazanan müziği ise bir film müziğinin nasıl olması gerektiği üzerine bir ders adeta: Hikâyenin her bir anını kendisini öne çıkarmadan (ama açıkçası biraz fazlaca kullanılarak) ve adeta filmin karakterlerinden biri gibi hareket ederek besliyor Alexandre Desplat’ın çalışması.

Görsel olarak da bir şölen bu film. Robert D. Yeoman’ın kamerası özellikle çok büyük ve boş mekanlarda karakterlerini ufak objeler olarak gösterdiği anlarda adeta bir geometrik formülle belirliyor görüntünün içeriğini ve filme çekici bir katkıda bulunuyor. Yönetmen Anderson hikâyenin üç farklı zamanını anlatırken üç farklı görüntü boyutunu tercih etmiş: Boy ve en uzunlukları değişiyor görüntünün hikâyenin farklı yıllarında ve bir başka filmde belki de ucuz duracak bu oyun burada filmin eğlencesine katkıda bulunuyor. Ve set tasarımları: Burada hem tasarımın mükemmelliğinden söz etmek gerekiyor hem de Anderson’un adeta bir oyuncak dekor havası verilmiş setleri ustaca kullanımından. Karakterlerini zaman zaman bu oyuncak dekor içinde oyuncaklar gibi hareket ettiriyor Anderson ve bu anlamda filmin görsel uyumunu bir kez daha çok iyi kuruyor. Filmin görsel alandaki başarısı ayrıntılarda da gösteriyor kendisini. Örneğin bir tablonun duvardan sökülmesinin ardından duvarda sallanan çivi halkası ince ama çok önemli bir görsel ayrıntı olarak dikkat çekiyor.

Sessiz film döneminden de esinlenmiş görünen ve bu bağlamda konuşmalı bir sessiz film olarak nitelendirilebilecek olan çalışma pek çok unutulmaz sahne içeriyor. Hapisten kaçma sahnesinin tamamı örneğin, kesinlikle bir klasik olmaya aday. Benzer şekilde, kar üzerindeki kovalamaca ve sonrası, oteldeki çatışma sahnesi vs. kusursuzlukları ile dikkat çekiyorlar. Orijinalliği ile sinemaya taze bir nefes getiren nadir filmlerden biri bu ve tüm o hafif görünen havası içinde adeta kısa bir Avrupa tarihi de veriyor bize ve barbarlıkları göstermekten de çekinmiyor. Fiennes’in Gustave karakterinin ve lobi görevlisi Zero ile arkadaşlığının sinema tarihindeki yerini alacağı kesin olan film, zaman zaman bir parça fazla “dolu” görünse de, kesinlikle görülmesi gerekli bir çalışma.

(“Büyük Budapeşte Oteli”)