The Spy Who Loved Me – Lewis Gilbert (1977)

“Biri seni arkandan vurmak için saatte 60 km hızla kayarak peşine düşmüşken, yüzleri hatırlamaya pek vaktin olmuyor. Bizim işimizde, Anna, insanlar öldürülürler. Bunu ikimiz de biliyoruz, o da biliyordu. Ya o ya bendim. Sorunun cevabı, evet. Onu ben öldürdüm”

Zaten yok olmaya mahkûm olduğunu düşündüğü dünyayı bir an önce yok ederek, yerine deniz altında yeni bir dünya kurmayı planlayan bir adamın elinden dünyayı kurtaran Bond’un hikâyesi.

Bond’un yaratıcısı Ian Fleming’in -kendisinin hiç beğenmediği- romanından sadece adını alan filmin orijinal senaryosunu Christopher Wood ve Richard Maibaum yazmış, yönetmen koltuğuna ise daha sonra bir Bond filminde daha (“Moonraker – Ay Harekâtı”) aynı görevi üstlenecek olan Lewis Gilbert oturmuş. Müziği, şarkısı ve set tasarımı ile Oscar’a aday olan film açıkçası temel olarak tam da bu unsurların öne çıktığı bir Bond filmi. Toplam yedi kez sinemanın en ünlü ajanına beyazperdede hayat veren Roger Moore’un üçüncü kez bu role soyunduğu film, serinin ve kahramanının pek çok karakteristiğini bünyesinde kimi yenilikler ile birlikte taşırken, kuşkusuz bir Bond filmi olarak görülmeyi hak ediyor. Ülkeden ülkeye gezen senaryo çok çekici değil ve son kırk-elli dakikasında doruğuna çıkana kadar aksiyonu da yeterli görünmüyor belki ama bunların hiçbiri bir Bond filmini görmeye engel olmamalı.

Aynı anda İngilizlerin ve Rusların birer nükleer denizaltısını kaçırarak, bunlarla Moskova ve New York’u ortadan kaldırmayı planlayan kötü adamı Alman oyuncu Curd Jürgens’in canlandırdığı filmin seri içindeki ilk yeniliklerinden biri, dünyayı ortadan kaldırmaya niyetli adamın Ian Fleming’in romanlarında yer almayıp, sinema için yaratılan ilk baş kötü karakter olması. Bond’un ortak düşmanlarını ortadan kaldırmak için bir Rus ajan olan “XXX” ile tüm hikâye boyunca ortak çalışması da (elbette tüm asıl kahramanlıklar Bond’un imzasını taşıyacak ve XXX bir ikinci derece kahraman olarak görünecektir filmde) filmin getirdiği yeniliklerden biri; Bond filmleri SSCB döneminde bile bu ülkeyi doğrudan kötü olarak göstermekten kaçınıp, genellikle ortak bir hedef için birlikte çalışılan veya bir kötülüğün ortak hedefi olunan bir taraf olarak göstermiştir (ve çok da iyi yapmıştır bu tercihi ile) ama burada daha ileri gidiliyor ve tam bir iş birliği sergileniyor. Yönetmen Lewis Gilbert, Roger Moore’un önceki Bond filmlerinde Connery’in izini fazlası ile takip ettiğini düşünerek, onu romanlardaki Bond’a daha yakın hâle getirmeyi hedeflemiş; “daha İngiliz, daha telaşsız ve daha esprili” bir karakter çizilmiş ve açıkçası daha önceki filmleri izlemiş olanların fark edeceği şık bir değişiklik olmuş bu ve Moore’a kendi Bond’unu yaratma imkânını vermiş.

Bond filmleri seri içinde birbirlerine göndermelerinin yanısıra ortak öğelerin kullanımı veya bir film için düşünülüp başka bir filmde kullanılan fikirleri ile de bilinir. 1969 tarihli “On Her Majesty’s Secret Service – 007 James Bond Kraliçenin Hizmetinde” filmi için başroldeki George Lazenby’nin önerdiği ama gerekli teçhizatın eksikliği nedeni ile çekilemeyen “kayakçının paraşütle uçurumdan atlaması” sahnesi burada açılışta yer alıyor örneğin ve filmin de teknik açıdan en başarılı anlarından birini oluşturuyor. Klasik Bond temasının elbette kullanıldığı filmin yeni müzikleri bu kez Marvin Hamlisch’e emanet edilmiş ve o da açıkçası oldukça parlak bir iş çıkarmış; Carly Simon’ın seslendirdiği Bond şarkısı “Nobody Does It Better” ile de (ki filmin ilklerinden bir başkası olarak, Bond şarkısı film ile aynı adı taşımamış bu kez) bu başarısını taçlandırmış. Maurice Binder tarafından tasarlanan açılış jeneriğine eşlik eden şarkı, Binder’ın her zamanki gibi çarpıcı çalışmasını da renklendiriyor. Yine ağırlıklı olarak çıplak kadın siluetlerinin yer aldığı (ve kadınların bir tabancanın namlusu üzerinde/etrafında yaptığı “absürt” hareketlerin bile bekleneceğinin aksine tadını artırdığı) çalışma Binder’ın alanında ne müthiş işler çıkardığını bir kez daha hatırlatıyor bize ve açıkçası uçurumdan atlama anı dışında yeterince çekici olmayan açılış hikâyesinden sonra filmin düzeyini yükseltiyor.

Bond’un hem karakter olarak hem de Sean Connery’in fiziğinden kaynaklanan “maço” yapısı bu hikâyede epey yumuşamış görünüyor her ne kadar kendisine seksi kadınlar ”sunulsa” ve bir şekilde yakınlaştığı her kadınla en azından öpüşse de. Film seyirciye küçük ve hoş bir oyun oynayarak Rus ajanın cinsiyeti konusunda da bu maço yaklaşımdan uzak duruyor eğlenceli bir şekilde. Hikâyesi Avusturya, SSCB, Mısır, İtalya (Sardunya adası) ve İngiltere’de geçen filmin çekimleri ise İsviçre, Mısır, İtalya (Sardunya adası), İngiltere, İskoçya, Kanada, Malta, Japonya (Okinawa adası) ve Bahamalar’da gerçekleştirilmiş; bir başka ifade ile hem Bond hem seyirci bol bol geziyor hikâye boyunca. Farklı yörelerin egzotizminden (başta Mısır olmak üzere) abartmadan yararlanmış film neyse ki (evet, Mısır’da “egzotik” bir ses olarak ezanı duyuyoruz kaçınılmaz bir şekilde!) ve piramitlerin olduğu bölgedeki ses ve ışık gösterisini (ki gerçek bir gösteri bu) örneğin, ya da tarihî eserleri hikâyesine akıllıca yedirerek herhangi bir zorlama hissi vermemeyi başarmış.

“Jaws” karakterinin aksiyon ama ondan öte mizah da kattığı filmde Rus ajanı rolündeki Barbara Bach parlak bir Bond kızı olamamış. Kısıtlı oyunculuk yetenekleri ile karakterini gerçek ve çekici kılamamış açıkçası. Moore ise Connery’in etkisinden uzakta, daha kendisi ve daha İngiliz olarak dikkat çekerken (ve zaman zaman bir parça “yorgun” bir performans sunarken), kötü adamımızı oynayan Curd Jürgens daha çok üzerine düşeni yapmakla yetinmiş görünüyor ve kalıcı bir iz bırakamıyor filmde. Oyuncularından çok belki de set tasarımları ile dikkat çekiyor film ve özellikle deniz araçları (ve onların iç tasarımları ile) ile hayli görkemli sahneler sunuyor seyirciye. Aksiyonun da doruk noktasına çıktığı bu son bölümlerde, kalabalık oyuncu kadrosunun da katkısı ile, heyecanlı ve eğlenceli sahnelere mekan olan setlerde imzası olan Ken Adam, Peter Lamont ve Hugh Scaife çok parlak bir iş çıkarmışlar gerçekten.

Bond’un yine becerilerini konuşturduğu (fiziksel ve mental becerilerin tümüne sahip elbette kahramanımız; bu kez Arapça bilgisine, gemilerin pruva tasarımları ve seyircide küçük bir “acaba” duygusu yaratan bir hoşlukla oluşturulmuş bir sahnede de egzotik balık türleri konusundaki uzmanlığına tanık oluyoruz) filmin senaryosu pek güçlü değil ve örneğin dünyanın yok olmanın eşiğine gelmesinin heyecanını pek duyuramıyor seyircide. Bir parça daha kısa da olabilirmiş hissi yaratan hikâyenin eksikliğini setleri ve özellikle ikinci yarısındaki aksiyonu ile gideriyor film çoğunlukla. Sardunya’da karada başlayıp, denizde devam eden ve su altında süren takip sahnesi hem heyecan verici hem de eğlenceli olabilmeyi başarmış örneğin. Özetle, elbette görülmesi gerekli ve yeterince güçlü ve heyecanlı olmasa da eğlenceli bir Bond filmi bu.

(“Beni Seven Casus”)

You Only Live Twice – Lewis Gilbert (1967)

“Kendimi tanıtmama izin verin, James Bond. Ben, Ernst Stavro Blofeld. Bana Hong Kong’da bir suikastte öldürüldüğünüz söylenmişti”

ABD ile Sovyetler Birliği’ni birbirine düşürerek, dünyanın yeni bir gücün eline geçmesini sağlamaya çalışan gizemli bir örgüte karşı mücadele eden James Bond’un hikâyesi.

James Bond serisinin resmî olarak beşinci filmi olan çalışma Ian Fleming’in 1964 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanmış. Kitaptan epey uzaklaşan senaryoyu yazan Roald Dahl, yönetmenliği üstlenen ise ilk kez bir Bond filmi çeken Lewis Gilbert olmuş. Sean Connery de toplamda yedi kez canlandırdığı bu rolde beşinci kez kamera karşısına geçmiş bu film ile. Tüm seri içinde hikâyesi pek güçlü olmayanlar arasında yer alan film, gizemli Spectre örgütünün lideri Blofeld’in yüzünün ilk kez göründüğü çalışma olmanın yanısıra, Bond’un araba kullanmadığı tek çalışma olarak da biliniyor. Elbette takip sahneleri yer alıyor filmde sürücü Bond olmasa da ve aksiyon sahneleri de -hikâye çoğunlukla Japonya’da geçtiği için- ninjaları da içine alarak epey bolca karşımıza çıkıyor. Parçalanan uçaklar ve helikopterler de eksik olmuyor hikâye boyunca ve ilk resmî Bond filmi olan, 1962 tarihli “Dr. No”nun tüm bütçesini aşan bir maliyetle inşa edilen volkan da göz boyuyor, en azından dönemin koşulları dikkate alındığında. Japonya’nın “egzotik” görüntülerini de hikâyesine akıllıca yediren film kuşkusuz Bond hayranlarının mutlaka göreceği, diğerlerinin de hikâyesinin vasatlığına çok takılmadan izlemesi gereken bir çalışma. Sonuçta, Bond dünyayı bir kez daha kurtarıyor, en azından bir sonraki maceraya kadar.

Klasik bir Bond filmi tarzında açılıyor çalışma. Önce tehlikeyi anlatan kısa bir aksiyon bölümü ve ardından filme özel yazılan Bond şarkısı (tema müziğinin de sahibi olan John Barry’nin bestelediği şarkıyı Nancy Sinatra seslendiriyor) eşliğinde bize doğru ateş eden Bond’un görüntüsü. Maurice Binder’ın tasarladığı basit ama başarılı açılış jeneriği kırımızı ağırlıklı renkleri, sonradan nedenini anlayacağımız lav görüntüleri ve animasyon olarak Japonya’ya özgü motifleri (şemsiye vs.) ile bizi hikâyeye hazırlıyor. Jenerikten sonraki ilk sahnede Bond’un öldürülmesini izliyoruz. Neyse ki “insan sadece iki kez” olsa da birden fazla yaşama sahip! Filme çıkış noktası olan romanda Ian Fleming’in Bond‘a yazdırdığı bir “haiku”da insanın sadece iki kez yaşadığı söyleniyor; birincisi doğumda, ikincisi ise ölümle yüzleştiğinde (daha doğrusu ölümün yüzüne baktığında). İşte bu suikastten sonra Bond da ikinci yaşamına başlıyor olmalı ki bir film süresi boyunca onun dünyayı bir kez daha kurtarmasına tanık oluyoruz.

Hikâyenin o denli güçlü olmayan içeriğine karşın dikkati çeken iki öğesi var: İngilizlerin sağduyuyu temsil edecek şekilde Ruslarla Amerikalıların birbirine düşmesine engel olması ve bu iki devlettekilere karşılık Birleşik Krallığın yöneticilerinin ve istihbarat teşkilatının daha objektif ve akıllıca davranması. Sonuçta şaşırtıcı bir durum yok burada elbette ama yine de 1967’de çekilen bir filmin hikâyesinin kolayca sapabileceği bir yoldan (örneğin Rusları kötü göstermekten) özenle sakınması bir önem taşıyor kesinlikle. Bunun yanında baştaki suikast sahnesinin sürprizliği, Amerikalıların ön yargıları ile bol bol dalga geçilmesi ve seyircinin hoşuna gidecek ilginç Japonya görüntülerinin hikâyenin içine eğreti durmayacak şekilde, hatta ustaca denecek bir şekilde yerleştirilmesi gibi unsurları da başarı hanesine eklemek gerekiyor. Sumo güreşinden Japon usulü düğüne ve geyşalara, senaryo egzotik öğeleri mizahının veya hikâyesinin doğal bir parçası yapmayı iyi becermiş görünüyor.

Uzaydaki uzay araçlarını yutan uzay aracı, yutulan bu aracın ve içindekilerin sağ salim dünyaya getirilmesi, mıknatısla havalandırılıp denize bırakılan araba, patlayan helikopterler, volkanın içinde inşa edilen gizli dünya ve bu kez pek o kadar etkileyici olmayan “gadget”lar peş peşe karşımıza gelse de zaman zaman temponun bir parça düşmesi dikkat çekiyor filmde. “Q”nun tasarladığı gadget’lar (Bond’a özel tasarlanan ve bir silaha dönüşen alet edavat bunlar) burada hem çok etkileyici değil hem de minyatür helikopter örneğinde olduğu gibi fazlası ile açıklanıyorlar bize ve bir sonraki havada çatışma sahnesinde ister istemez “şimdi bu olacak” demeye başlıyorsunuz ki bu da sahnenin heyecanını zayıflatıyor doğal olarak. Diğer Bond filmlerinin aksine kahramanımızın farklı ülkeler arasında gezinmediği (sadece Hong Kong ve çoğunlukla da Japonya’da geçiyor hikâye) film, inandırıcılıkta Bond serisinin ortalamasının altında da kalıyor açıkçası ama ne olursa olsun bu bir Bond filmi. Blofeld rolündeki Donald Pleasance’ın keyifli bir performans sunduğu, Sean Connery’nin de karakterine hiç zorlanmadan sağladığı soğukkanlı çekicilik ile yine dikkat çektiği film görülmeyi hak ediyor, özet olarak.

(“İnsan İki Kere Yaşar”)

The 7th Dawn – Lewis Gilbert (1964)

The_7th_Dawn“Onun için ne hissettiğini biliyorum ama bağlılığın da bir sınırı vardır”

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Asya’daki Malaya bölgesinde sömürgeci İngilizler ve komünist gerillalar arasında süren savaş ve kendilerini bu savaşın ortasında bulan karakterlerin hikâyesi.

Avustralyalı yazar ve gazeteci Michael Keon’un “The Durian Tree” adlı romanından, yapımcılığı da üstlenen Karl Tunberg tarafından sinemaya uyarlanan ve Lewis Gilbert’ın yönettiği bir İngiliz yapımı. Bölgeye bağımsızlığını vermeye hazırlanan ama bunu yaparken oluşturdukları kurumların ve kanunların devamını garanti almaya çalışan İngilizlerle bir an önce komünist bir düzeni kurmak için onlara karşı savaşan gerillaların savaşının ortasında aşk hikâyeleri de anlatmaya soyunan film kötü komünistlerle çoğunlukla iyi niyetli ama beceriksiz İngilizler ve apolitik duruşunu korumaya çalışan Amerikalı işadamının temsil ettiği üç farklı yolu getiriyor karşımıza. William Holden, Susannah York, Capucine gibi ünlü isimlere Japon oyuncu Tetsurô Tanba’nın eşlik ettiği film özellikle son yarım saatinde hikâye boyunca aradığı ama pek elde etmiş görünmediği ilginçliği yakalayabilen, bugün biraz eskimiş görünen tarzı ve karakterlerinin çoğunlukla iki boyutlu çizilmiş olması nedeni ile pek kalıcı bir etki bırakamayan bir çalışma görünümünde. Görüntü ve müzikleri ile başarılı görünen film, politik macera türünün parlak örnekleri arasına giremese de yaratacağı nostalji duygusu ile ilgi çekebilir yine de.

Olayların geçtiği tarihlerde bölgede gazetecilik yapan ve kimilerince Batı istihbarat örgütleri için ajanlık yaptığı da iddia edilen yazar Michael Keon karakterlerini kimi gerçek kişilerden esinlenerek oluşturmuş; örneğin komünist gerilla lideri Malaya Komünist Partisi lideri Chin Peng’den alınan ilhamla yazılmış. Bugünkü Myanmar, Malezya, Tayland ve Singapur’u kapsayan bölgenin o tarihlerdeki adı olan Malaya’da yaşananları anlatan filmin politik içeriği üzerinde durmak gerekiyor öncelikle. Film halk tarafından benimsendiğini göstermekle birlikte, komünist örgütü “terörist” olarak sergiliyor hikâye boyunca. “Birinin teröristi bir başkasının kahramanı” sözünü hatırlatan durumları zaman zaman getiriyor karşımıza film ama hikâyenin asıl kötüsü onlar kesinlikle. Hikâye İngilizlere de dokunduruyor ve özellikle bir subay üzerinden onların sert ve haksız uygulamalarını eleştiriyor ama bir köy yakma sahnesinde (evet, bize ayrıca bir şeyleri hatırlatıyor olmalı tüm bunlar!) bu subayın zalim kararı eleştirilirken yaptığını “doğrulayan” bir durumu da gösteriyor bize film. Zaten bağımsızlığı vermeye hazırlanan İngilizler’in beceriksizliği ve halkı/ülkeyi onca yıl sömürgeleri olarak yönetmelerine karşı tanımıyor olmaları da bir eleştiri konusu olarak dikkati çekiyor. William Holden’ın Amerikalı işadamı karakteri ise apolitik ve pragmatik duruşu ile adeta filmin önerdiği yolun temsilcisi gibi konumlandırılmış senaryo tarafından. Apolitikliğin özendirilmesi elbette kendi başına politik bir tercihi işaret ediyor. Burada İsviçreli yazar Max Frisch’in “Politika ile ilgilenmeyen biri, tam kaçınmak istediği şeyi yapar, politik taraf olur: İktidardaki tarafa hizmet eder” sözünü hatırlamakta fayda var. Filmin gerillaların silahlı mücadelesinin karşısına silahsız aktivist eylemleri koyması ise anlaşılabilir ve doğru görünüyor ama bir o kadar da naif bir görünüm bu elbette.

2. Dünya savaşı sırasında birlikte Japonlar’a karşı savaşan üç kişi (daha sonra seçtikleri yol ile tanımlarsak, bir Amerikalı işadamı, bir Malayalı gerilla ve bir yarı Malayalı yarı Fransız öğretmen kadın) arasındaki aşk ve politikanın karıştırdığı ilişkilere İngiliz yöneticinin kızını da ekliyor film ve ortaya bu dört karakterin duygusal bağlarının yarattığı bir karmaşayı koyuyor. Ne var ki bu ilişkilerin tümü de gerçeklikten ve etkileyicilikten uzak görünüyorlar. Örneğin ne İngiliz kızın Amerikalı’ya bu denli çabuk bir biçimde büyük bir aşk hissetmesi ne de işadamının yıllardır yanında tuttuğu ama tamamı ile bağlanmayı kabul etmediği öğretmen kadına birden farklı gözle bakması seyirciye gerçekçi bir şekilde aktarılabiliyor. Hikâyenin belki de en ilginç yanı karakterlerin, yeteri kadar başarılı bir biçimde aktarılamasa da, daha doğrusu karakterlerin iki boyutlu çizilmiş olması nedeni ile seyirci nezdinde heyecan verici olamasa da, her birinin fedakârlık üzerine düşündükleri ve yaptıkları. Beraberinde birey mi toplum mu sorusunu da getiren, ideallerimiz için neyi feda edebiliriz ve bir insana/ideale bağlılığımızın bir sınırı var mıdır sorusunu sorduran içeriği önemli hikâyenin. Ne var ki tüm bunlar yeterince derin ve kışkırtıcı biçimde sorulan sorular değil ve savaş ortasında zaman zaman hayli sakil duran aşk hikâyelerinin yüzeysel parçası oluyorlar çoğunlukla.

Malayalı bir karakteri Japon bir oyuncunun, Japon bir karakteri ise Çinli bir oyuncunun oynadığı film taraf tutmak veya tarafsız olmak ikilemlerini yaşayan karakterlerini karşımıza getirirken, Riz Ortolani’nin müziğinden (hemen hiç susmasa da) ve Freddy Young’un görüntülerinden de epey destek alıyor. Her ne kadar Batı sinemasının “uzak” ülkelere gittiğinde kullanmaktan kendisini alamadığı egzotik gün batımı ve gün doğumu görüntülerinden kaçınamamış olsa da, özellikle vahşi ormanın içinde geçen sahnelerde başarılı karelere sahip film. Kalabalık figüran kadrosunun başarılı kullanımı ile dikkat çeken filmin cinsellik konusundaki tuhaf konumu da üzerinde durulmayı hak ediyor. Hikâyenin iki ayrı yerinde, Susannah York’un canlandırdığı genç kızın bakireliği altı çizilerek bir sohbetin konusu yapıldığı gibi filmin afişinde de, “yabancı bu ülkenin tıpkı güzel bir kadın gibi durgun, gizemli ve el değmemiş bir şekilde uyuduğu” söyleniyor. Genç kızın yıllar sonra döndüğü ülkede bilmediği bir yerde çıplak denize girmesi veya gerilla liderinin genç kıza ilk sorduğu sorulardan birinin “Amerikalı ile yattın mı?” olması filmin zorlanmış ama başarılamamış ve pek de inandırıcı olmayan erotik imalarının örnekleri olarak hayli tuhaf duruyor. Filimin inandırıcılık açısından asıl sıkıntısı ise aslında en başarılı bölümü olan son yarım saatinde ortaya çıkıyor. Uçakların bombaladığı, hükümet güçleri ile gerillaların kıyasıya savaştığı bir ormanlık alanda Amerikalı peşinde olduğu iki kişiyi buluveriyor bir şekilde.

Tüm kusurlarına rağmen ve hayli eskimiş görünse de üç ünlü ismin (Holden, York ve Capucine) varlığı ve Holden ve Tanba’nın performansları, filmin tüm hikâye boyunca elde etmeye çalıştığı şeyi, savaş ortasında duygusal heyecanı, yakalamış göründüğü son yarım saatinin başarısı ve elbette eski filmlerin neden olduğu nostaljiyi bir şekilde yaratabilmesi ile ilgi gösterilebilecek bir film.

(“Şafak Sökerken”)

Alfie – Lewis Gilbert (1966)

“Ona asla onu sevdiğimi söylemedim, durumu kurtarmak için bir şey söylemem gereken zamanlar hariç”

Bir kadından diğerine koşan çapkın bir adamın maceralarının ve yaşadığı hayatı sorgulamasının hikâyesi.

Bugün bir parça eskimiş görünen bir sinema klasiği. Bill Naughton’un kendi tiyatro oyunundan uyarladığı, Lewis Gilbert’ın yönettiği ve bugün belki de en çok başroldeki Michael Caine ile hatırlanan bir film. On yıl sonra “Alfie Darling” adında ve pek de başarılı olmayan ve unutulan bir devam filmi de çekilen yapım 2004 yılında da Caine’in rolünü Jude Law’ın alması ile tekrar çekilmiş. Hikâye boyunca Caine’in seyirciye sık sık doğrudan hitap etmesi ile sinema tarihinde ayrıca bir yeri olan çalışma, eğlenceli diyalogları, Caine’in oyunu ve Gilbert’ın anaakım sinemanın dışına çıkan tercihleri ile görülmesi gerekli bir klasik. Laurence Harvey ve Richard Harris gibi isimlerin hikâyedeki kürtaj konusu nedeni ile üstlenmeye cesaret edemedikleri rolün Caine’e kariyerindeki ilk büyük başarılarından birini armağan etmesi gibi bir önemi de var.

Açılış jeneriği olmayan filmin kapanış yazıları sırasında kulağımıza çalınan ve film ile aynı ismi taşıyan şarkı ile de hatırlanan bir film bu. İşin ilginç tarafı film ilk gösterime çıktığında sadece enstrümantal bir müziği varken, önce Amerika’da gösterime giren kopyaya Cher’in ve sonra da İngiltere’deki tekrar gösterimde Cilla Black’in yorumu ile filme eklenmiş bu Burt Bacharach – Hal David şarkısı. Şarkının sözleri kapanışta Caine’in canlandırdığı karakterin yaşadığı hayatı sorguladığı cümleleri devir alarak başlıyor ve sonuçta bu hayatın “sonu olmadığını” söylüyor ona ve bize ama sadece buna dayanarak hikâyenin ahlâkçı bir tavır aldığını çok da söyleyemeyiz. Evet, şarkı aşka olan inancını ve gerçek aşk olmadan sadece öylesine yaşadığımızı söylüyor ama yine de kahramanımızın kendisine bırakıyor nasıl bir hayat süreceğini. Hikâye bu konuda onun bir kararını iletmiyor seyirciye ve açık bırakıyor yaşadığı sorgulamanın sonucunu. Artık eskisi kadar genç olmayan ve hikâyede gördüğümüz kadarı ile de ilk kez ret edilen adamın “yalnızlık” ile hiç kimseye bağlanma içermeyen bir “özgürlük” arasında yapacağı seçimin ne olacağı bilinmez ama en azından hikâyenin onun o zamana kadar yaşadıklarına abartılı eleştirel bir göz ile bakmadığını, sadece artık belki de geleceği düşünmesi gerektiğini özellikle finale doğru ve kesinlikle gereksiz artan bir ahlâkçı tavır ile hatırlattığını söyleyebiliriz. Buna belki tek istisna sevimli bir çocuk görüntülerinden sonra kürtaj bölümüne geçiş yapılarak çarpıcı bir zıtlık (veya mesaj) yaratmanın peşine düşülmüş olması gösterilebilir.

Caine’in usta oyunculuğu ile -sanki kendi hayatını yaşarcasına doğal ama bir yandan da sık sık seyirciye hitap etmesinden kaynaklanan “sinemasal gerçekliğin kırılması” olgusunun yarattığı özelliği ile “epik” olabilen bir oyunculuk bu- canlandırdığı karakteri evli veya bekâr, genç veya yaşlı ayırt etmeden kadından kadına koşan ve lüks araçları kiralayan bir şirkette özel şöför olarak çalışan bir adam. Naughton’un hikâyesi diğer tüm unsurlarının yanında karakterini “zengin” sınıfına koymaması ile önemli öncelikle. Kocalarının “mutlu edemediği” evli kadınlardan büyük şehire yeni bir hayat kurmaya gelen genç kızlara kadar herkes bir şekilde onun cazibesinin etkisi altında kalıyor. Müziğinden hikâyenin temposuna kadar tam da 1960’ların filmi bu; uçarı havası ile hafif, ama öte yandan baş karakterinin hikâyenin nerede ise büyük bir kısmında doğrudan kameraya konuşması ile radikal bir tona sahip ve bu gibi unsurlar da onu işte tam da o yılların filmi yapıyor. Yönetmen Lewis Gilbert ki kariyerinde bir James Bond filmi olan “Moonraker” da var Caine’i nerede ise tüm sahnelerde doğrudan seyirciye konuşturuyor; bu sahnelerde kahramanımız yaşadığı aşk hayat(lar)ının inceliklerini, kadınlarla ilgili olan tecrübelerini vs. bizimle paylaşırken, Gilbert bazen bir şiddetli tartışmanın ortasında veya bir doktor muayenesi sırasında bile bu yönteme başvuruyor. Bugün belki o dönemdeki kadar radikal görünmeyecektir bu anlar ama o yıllar için hayli yenilikçi olduğunu ve yoğun kullanımı ile seyircinin artık hikâyeyi adamın gözünden seyretmeye başlamasını sağlamak gibi olumlu bir sonuç ürettiğini söylemek gerek. Tam da bu nedenle Caine’in karakterinin her adımını, her yaşadığını ve kendisi ile “yüzleşmesini” seyirci de oldukça yakından hissedebiliyor.

Kadınlara pek de nazik davranmayan (hayli duygusal bir ruh halinde kendisine sarılmak isteyen kadına “ceketimi buruşturma” veya ağladığı için “gömleğimi ıslatma” diyebilen bir karakter karşımızdaki) adam kendisi ile evlenmek isteyen veya bir süre sonra “hesap sormaya” başlayan kadınlara da sert karşılıklar verebiliyor üstelik. Evli kadınları içinde bulundukları “monoton” hayattan kurtararak onlara bir macera sunabilmesi veya kimi zamanlar güzel sözlerle etkileyici olabilmesi dışında, onu bu denli cazip kılanın ne olduğunu anlamıyoruz pek filmden ama, zaten filmin de bunu anlatmak gibi bir derdi yok sanki. Hayatını özgür yaşayan, bir kadına bağlanmaktan ölesiye korkan bir adam ve onun sonunda geldiği nokta hikâyemizin asıl derdi ve bunu da anlatmayı başarıyor.

Naugton’ın senaryosu dönem sinemasına uygun ama bugün biraz fazla görünen sayıda diyalog içeriyor; yine de bu diyalogların önemli bir kısmının hikâyedeki karakterler arasında geçmediğini ve bu konuşmaların baş karakterin doğrudan bize hitabından oluştuğunu düşünürsek filmin bu açıdan pek de rahatsız edici/yorucu olmadığını söyleyebiliriz. Buna karşılık senaryonun eğlenceli ama hikâyede ne aradığı pek anlaşılmayan bir barda kavga sahnesine veya Shelley Winters’ın canlandırdığı kadın ile tanışma sahnesi gibi oldukça zorlama görünen anlara sahip olduğunu da söylemek gerekiyor. Doğrudan üzerine gidilmeyen ve bu açıdan doğru bir tercihte bulunulan alaycılık ağırlıklı mizahı ise filme kesinlikle ek bir keyif katan unsuru senaryonun. Yönetmen Gilbert’ın filmin hafif ve uçarı tonunu pek de bozmadan çektiği kürtaj sahnesi ise filmin en başarılı anlarından biri olarak dikkat çekiyor.

Oyuncular ve filmin yaratıcı kadrosunun hayli çekici siyah beyaz fotoğrafları ile kapanış jeneriğini sergileyen filmde, Caine’in yanında Vivien Merchant da oyunu ile öne çıkıyor onca karakter içinde. Bugün biraz eskimiş olduğunu ret edemeyeceğimiz ve bencil bir anti-kahramanı anlatmasına rağmen karakterinin üzerindeki seyirci ilgisini eksik etmemeyi başaran filmin ahlâkçı tavrını tamamen görmemezden gelmek mümkün değil ama yine de görülmesi gerekli bir klasik.