IF 2016 – 1

sparrowsSerçeler (Þrestir) – Rúnar Rúnarsson: Büyük şehirde birlikte yaşadığı annesinin, erkek arkadaşı ile Afrika’ya gitmesi üzerine, uzun süredir görmediği babasının yanına, İzlanda’nın kuzeyinde bir kasabaya gitmek zorunda kalan on altı yaşındaki bir delikanlının büyüme hikâyesi diye özetleyebileceğimiz bir film. İzlanda’nın benzersiz doğasını çok parlak bir biçimde kullanan film “masumiyetin yitirilip” büyüklerin dünyasına adım atmayı, gösterdiğinden daha sert ve etkileyici bir biçimde anlatıyor ve güneşin pek kaybolmadığı topraklarda doğal ışığın da yardımı ile zaman zaman düşsel görüntüler yakalıyor. Oğul ve babayı oynayan Atli Oskar Fjalarsson ve Ingvar Eggert Sigurðsson’un doğal ve samimi performansları ile de dikkat çeken filmin, Sigur Rós grubunun eski üyelerinden Kjartan Sveinsson’un imzasını taşıyan müzikleri ve genç oyuncudan dinlediğimiz şarkıları da (kilise korosunda yer alan karakterin seslendirdiği ve büyülü bir atmosferi olan şarkılar bunlar) çok başarılı. Masumiyeti yitirirken de iyi kalabilmek üzerine kesinlikle etkileyici bir çalışma olan filmin, adını serçenin İncil’de sık sık masumiyetin simgesi olarak kullanılmasından aldığını da belirtelim merak edenler için.
(“Sparrows”)

Dehşet Odası (Green Room) – Jeremy Saulnier : Bir punk rock grubunun elemanlarının konser verdikleri bir yerde işlenen bir cinayet sonrasında, tanıkları yok etmeye kararlı Neo-Naziler tarafından bir odaya kapatılınca yaşadıkları dehşet dolu anların hikâyesini anlatıyor film. Kısıtlı mekânlarda geçmesinin beraberinde getirdiği klostrofobi duygusunu başarı ile yaratan ve kullanan film, sert ve dinamik sahneleri ile de ilgi çekebilir. Kurgusu ve kimi yakın plan görüntüleri de, şiddeti kullanmaktan çekinmeyen hatta onun üzerinden ilgi çekmeyi hedefleyen filmin artıları arasında. Anlaşılan yönetmen Saulnier senaryosunu da yazdığı filmde rahatsız edici olmayı amaçlamış asıl olarak ve bunu da “başarmış” eğer rahatsız edici olmak bir başarı ise. Karakterlerin hiçbirinin geliştirilmesine ihtiyaç duymayan ve zaman zaman tekrara düşen senaryo çok şey vaat etmiyor ve kıstıranların Neo-Nazi, kıstırılanların punk rokçı olması filme bir farklılık getirmiyor elbette. Kuşkusuz bir “Saw – Testere” değil (ve neyse ki değil) ama özellikle gerilmek isteyenler için ve sanırım sadece onlar için.

Harry Brown – Daniel Barber (2009)

harry-brown“Onu öldürse ne olur ki? Noel Winters bir pislik. Babası da bir pislikti. Bir sürü pislik çocuğu olacak. Bence Harry Brown bize bir iyilik yapıyor”

Çetelerin hâkim olduğu bir mahallede yaşayan yaşlı bir adamın, en iyi arkadaşının çetenin gençleri tarafından öldürülmesi üzerine giriştiği intikamın hikâyesi.

İngiliz sinemasından bir “Charles Bronson filmi”! Daniel Barber’ın Garry Young’un orijinal senaryosundan çektiği film, bir “kendi adaletini kendin sağla” örneği olması ile dikkat çeken ve görsel gücü yüksek bir çalışma. Çekimlerin yapıldığı tarihte 76 yaşında olan başroldeki Michael Caine’in yaşlı
intikamcıyı ustalıkla canlandırdığı film teknik açıdan sınıfı kesinlikle geçen ama hikâyesi ile hayli tartışmalı bir eser ve siyah ve beyaz olarak resmettiği bir dünyada sergilediği şiddet görüntülerine destek beklediğini gizlememesi ile de olumsuz bir eleştiriyi kesinlikle hak ediyor.

Sıkı ve çekici bir sahne ile açılıyor film ve sonrasında, hikâye boyunca tanık olmaya mecbur edileceğimiz hayli sert sahnelerin “nedenleri”ni açıklamaya girişiyor. Uyuşturucu, cinayet, hırsızlık, saldırı vb. akla gelebilecek tüm suçların rahatça işlendiği, sıradan vatandaşlara hayatlarını zehir eden çetelerin, irili ufaklı suçluların egemen olduğu ve polisin yasalarca eli kolu bağlanmış, ilgisiz ve çaresiz bir şekilde olan biteni seyrettiği bir mahallede geçiyor hikâye. Kuzey İrlanda’da savaşmış eski bir asker olan yaşlı adamın ölmekte olan eşi nedeni ile zaten kötü olan hayatı, etraftaki suçluların taciz ederek çileden çıkardığı kendisi gibi yaşlı, en iyi (belki de tek) arkadaşının öldürülmesi ile iyice rayından çıkıyor ve yaşlı “kahraman”ımız “dünya üzerinden yok edilmeyi hak eden pislikler”in temizlenmesi işine girişiyor. İrlanda’da savaştığı bağımsızlık yanlılarına şiddetlerinin arkasında bir amaçları olduğu için saygı duyan bu yaşlı savaşçı, mahallesindeki çetelerin şiddeti sadece eğlenmek için uyguladıklarını düşünüyor ve iğreniyor onlardan. Filmin Garry Young imzalı senaryosu o denli kötü bir dünyanın resmini getiriyor ki karşımıza, tüm bu kötülüklerin kaynağı olan “pislikler”in birer birer ortadan kaldırılmasından mutluluk duymanızı ve hatta onlara verilecek en iyi karşılık olarak onlara uygulanan şiddetten eğlenmenizi bekliyor, daha doğrusu açıkça istiyor bunu seyirciden.

Yaşlı adamın adının Harry olması bir tesadüf mü bilmiyorum ama hikâye tüm olumsuzluğu ile Don Siegel’ın “Dirty Harry” filminde Clint Eastwood’un oynadığı dedektif Harry’i çağrıştırıyor bize. Orada yasaların ve polislerin yasal haklarının yetersiz olduğuna inanan dedektif kendi yöntemleri ile kötüleri temizlerken, burada eski bir güvenlikçi üstleniyor aynı görevi. Kuşkusuz kendi adaletini sağlayan bu karakter bize Charles Bronson’u da hatırlatıyor tüm olumsuzluğu ile. Yönetmen Daniel Barber’ın mizansen anlayışı da senaryonun “kötüleri yasaların dışına çıkarak” temizleyen iyi vatandaş hikâyesini destekliyor ve bunu yaparken görsel gücüne lâf edilemeyecek bir etkileyiciliği yakalamayı da başarıyor. Kimi sembolik sahneler yaratarak üretiyor Barber bu etkileyiciliği. Örneğin, adamın açılışta uzağından geçtiği bir alt geçide, finalde huzur içinde bakabilmesi ve yönünü oradan çevirmemesi bunlardan biri. Benzer şekilde, adamın penceresinden, işlenen suçları ve tüm o kötülükleri izlemesi de adeta Tanrı’nın, yarattığı dünyanın geldiği hale bakıp, artık müdahale etme zamanı diye düşünmesini anlatıyor bize. Bir başka ifade ile, yeryüzü yasalarının sağlayamadığı adaleti, ilahî bir gücün kendisine aracı kıldığı bir adamın sağlayacağını söylüyor bize film. Tam da burada, ilahî adaleti yeryüzünde sağlayan ve adeta “Tanrı”yı oynayan kahramanımızın eline geçen yüklü bir parayı Tanrı’nın evi olan kiliseye bağışladığını da hatırlamakta yarar var. Kameranın zaman zaman tüm şehri taraması veya yaşlı kurbanın balkonundan tüm şehire “serseriler” diye bağırmasını da filmin, sorunun mahalleye özgü olmadığı, tüm şehirin (tüm dünyanın) kötülerin elinde olduğu yönündeki mesajının parçası olarak görmek gerekiyor sanırım. Tüm bunlar filmin hikâyesinin hayli sorunlu olduğunu ve nerede ise faşizan bir çözümü önümüze sürdüğünü düşünmek için yeterli kesinlikle.

Tıpkı baş karakteri gibi “ağır” hareket eden bir aksiyon filmi bu ama bu ağırlık aksiyonseverleri yanıltmasın; hikâyeyi dert etmeyen “başarılı” tüm aksiyon filmleri gibi bu film de yağ gibi akıyor kesinlikle. Bu ağırlık karakterin yaşlılığı ile bağlantılı bir fiziksel durumun/ruh halinin gerçekçi bir yansıması olarak da kesinlikle doğru bir tercih. Ruth Barrett ve Martin Phipps’in hikâyenin atmosferine çok uygun müziği ile desteklenen filmin bir sahnesinin ima ettikleri ile ayrıca rahatsız edici olduğunu söylemekte de yarar var: Çetecilerin mahalleyi ablukaya alan polislerle çatıştığı sahne, bizdeki Gezi direnişi veya dünyanın her yerinde iktidarın şiddetine ve baskısına karşı çıkanların mücadelesini çağrıştırıyor tüm görselliği ile ama tam tersi bir bakış açısı ile yaklaşıyor bu gösterdiğine film. İktidarın kötülüğüne direnenlerle özdeşleşmiş bir isyan görüntüsünü, tersine çevirerek kötülükle mücadele eden bir iktidarın savaşını anlatmak için kullanıyor ki rahatsız olmamak mümkün değil bu durumdan.

Özetlemek gerekirse, hikâyesini anlatma şekli ile başarılı, aksiyondan hoşlananların kesinlikle beğeneceği ama anlattığı ve savunmaktan çekinmiyor göründüğü ile çok sorunlu bir film bu. Dünya, evet pislikle dolu ama o pislik filmin baktığı ve bizi de bakmaya zorladığı yerde değil asıl olarak, hayli yukarılarda, iktidarın ta kendisinde. Michael Caine başta olmak üzere oyuncuların başarısının veya yönetmenin becerisinin üzerini örtmesine izin verilemeyecek bir gerçek bu.

Samanyolu – Orhan Aksoy (1968)

2015122093551745“Burada ne aradığımı bilmiyorum. Yalnız, mahvolduğumu ve manen öldüğümü biliyorum. Seni seviyorum Zülal. Seni yıllardır beri, kendimi bildim bileli seviyorum. Sevgimin ızdırabına o kadar çok alıştım ki çektiklerimi hiçbir zaman çok görmedim. Çünkü bu acı benimle beraber doğmuştu, benimle beraber ölecekti. Ona o kadar çok alıştım ki… İşte bunun için şu anda odandayım. Seni seviyorum Zülal, hem de hiç kimsenin sevemeyeceği kadar”

Geç itiraf edilen ve geç karşılık gören bir aşkın acı çektirdiği iki kuzenin hikâyesi.

Kerime Nadir’in aynı adlı romanından Ahmet Üstel’in senaryosu ve Orhan Aksoy’un yönetmenliğinde uyarlanan bir film. Nadir’in ve onun eserlerinden pek çok film çeken Yeşilçam’ın hemen tüm klasik temalarını barındıran, zamanında epey ilgi görmüş, üzerine yazılan sözlerle daha sonra bir şarkıya dönüştürülen müziği ile ve öncelikle bir “klasik” olması nedeni ile izlenmeyi hak ediyor bu film. İlk yarısındaki düzeyini ikinci yarısında süratle düşüren yapım, iki baş oyuncusunun oyunları ile de Yeşilçam filmlerinden hoşlananların kaçırmayacağı/kaçırmaması gereken bir çalışma.

Kerime Nadir’in kitabı daha önce Nevzat Pesen’in senaryosu ve yönetmenliği ile 1959’da beyazperdeye taşınmış ve başrollerinde Belgin Doruk ve Göksel Arsoy’un oynadığı bu yapım da yine hayli ilgi görmüştü. Sadece dokuz yıl sonra Yeşilçam’ın tekrar kitaba el atmasının temel nedeni sinemamıza o tarihlerde süratle giren “renkli film” gerçeğiydi. Türk sineması daha önce siyah-beyaz olarak çekilen pek çok filmi renkli olarak yeniden kotarmaya başlamıştı hemen ve önceliği de bu örnekte olduğu gibi ilk versiyonları zaten ilgi görmüş yapımlara vermişti. Sonuçta ortada gişe geliri garantili bir örnek vardı ve seyircinin bu örneği şimdi “renkli” olarak tekrar seyretmek isteyeceğinden emindi sinemamız. İşte bu film de Hülya Koçyiğit ve Ediz Hun gibi dönemin iki büyük yıldızını kadrosuna alarak bu klasik Yeşilçam hikâyesini tekrar karşımıza getirmişti o dönemde. Kerime Nadir’in romanından Orhan Aksoy’un yönetmenliğinde çekilen ve başrollerinde Koçyiğit, Hun ve Önder Somer’in yer aldığı bir film dediğimizde akla gelebilecek ne varsa, bunların tümünü karşılayan bir film bu ve aslında tam da bu nedenle önemli belki de. Romantizm, trajedi, karşılıksız aşklar, kötü adam, hastalıklar, aldatmalar vs. hepsi yerlerini almışlar hikâyede ve Orhan Aksoy’un klasik sinema dili ile de izlenmeyi hak edecek bir şekilde tutmuşlar yerlerini. Ne var ki, ilginç bir şekilde, sinemasal düzey açısından iki farklı film seyrediyoruz sanki ilk ve ikinci yarıları karşılaştırdığımızda.

İlk yarısı ile hem bir Yeşilçam filmi olmayı hem de bir şekilde farklı olmayı başaran bir yapım bu ama ikinci yarısında sadece Yeşilçam filmi olmakla yetinerek ciddi bir irtifa kaybediyor. Kuzenlerden birinin diğerine karşı yıllardan beri duyduğu ve itiraf edemediği aşk, diğerinin ona bir yandan sadece kardeş gibi yaklaşırken diğer yandan zaman zaman duyarsız olabilmesi (annesi ölüp, babası başkası ile evlenince teyzesinin yanında kendisi ile birlikte büyüyen kuzenine hep bir parça farklı bir sınıftan biri gibi yaklaşması), mahçup ve masum aşık rolündeki Ediz Hun’un arada başını yerden hiç kaldırmaması nedeni ile dozunu bir parça fazla tutmuş olsa da kendisine çok yakışan bir karşılıksız aşk kurbanını canlandırdığı rolündeki başarısı, Hülya Koçyiğit’in tüm o parlak gençliği ile karakterine çok yakışan bir oyun sunması ve Orhan Aksoy’un, sinemamızın bu romantizm ustasının kırık bir aşka uygun bir mizansen tonunu tutturmayı başarması ile hayli çekici bir ilk yarısı var filmin. Aşık olacağı erkekte “sosyal durum, servet ve şahsiyet” arayan kuzenine olan aşkını itiraf edemeyen, şair ruhlu ve başka Yeşilçam örneklerinde vereme de tutulmuş, ince bir ruhu olan genç adamın ana kaynaklarından biri olduğu çekiciliğin yerini ikinci yarısında peş peşe olaylar, tesadüfler (hele o “benim kızkardeşimle hem de!” tesadüfü zorlamanın bu kadarı da olmaz dedirtiyor), ölüm, cinayet vs. ile dolu bir klişeler geçidi alıyor ve film ciddi anlamda düşürüyor düzeyini. Oysa Yeşilçam’dan pek de sapmadan farklı olabilmeyi başaran ilk bölümünün havası korunabilse nerede ise parlak diye niteleyebileceğimiz bir sonuç elde etmek işten bile değilmiş.

Müzikleri hazırlayan (elbette arada yabancı müziklerden epey alıntı da var) Metin Bükey’in filmde sık sık yer alan bir melodisinin seyirciden hayli ilgi görmesi üzerine, Teoman Alpay’a yazdırılan sözleri Berkant’ın yorumlaması ortaya bugün klasik olan bir şarkı çıkarmıştı: “Samanyolu”. Daha sonra David Alexandre Winter, Patricia Carli ve Dalida gibi ünlü isimlerin “Oh, Lady Mary” adı ile İngilizce ve İtalyanca olarak seslendirdiği ve Türkçe popun yüz akı olan bestenin aslında Teoman Alpay’a ait olduğu yolunda hayli ciddi iddialar olsa da, Metin Bükey’e ait olarak bilinen şarkının -enstrümantal hali ile- çok şey kattığı ama tüm o müzik karmaşası içinde bir parça yanlış da kullanıldığı filmin açılış jeneriğinde ilginç bir durum var. Koçyiğit’in adı oyuncularla birlikte değil, sonlarda (yapımcının adının hemen öncesinde) ve “Beynelmilel Şöhret” notu ile birlikte çıkıyor. Pek alışıldık olmayan bu tercihin nedeni Koçyiğit’in o dönemdeki müthiş popülaritesinden yararlanmak ve beş yıl önce başrolünde oynadığı “Susuz Yaz”ın Berlin Festivali’ndeki başarısını gündeme getirmek olsa gerek.

Önder Somer’in sinemamızda onlarca örneğini verdiğini ve üzerine yapışan, “kadınları ayartan erkek” rolünün içine sıkışıp kaldığı filmdeki gerçekçiliği zorlayan gelişmelerin ne kadarı romandan kaynaklanıyor bilmiyorum ama filme inandırıclık açısından ciddi zararları olmuş. Örneğin Önder Somer ile Hülya Koçyiğit’in karşılaşmalarını sağlamak adına, Somer’in Ediz Hun’dan ona ulaşabilmek için telefonunu değil adresini istemesi ve daha da önemlisi anne (ve aynı zamanda teyze) olan karakterin yaşadığı evde onca kavga, gürültü, trajedi, cinayet vs. olurken ortalıkta hiç görünmemesi (ve adeta senaryoda unutulmuş olması) izah edilebilir şeyler değil ama zaten filmin öyle bir derdi de olmamış olsa gerek. Yönetmen Orhan Aksoy, afişinde rengârenk karakterle yazıldığı gibi “tamamen renkli” çektiği filmde bu özelliği vurgulamak için dramatik anlarda farklı renklerde filtreler kullanma yoluna gitmiş ve bugün için biraz zorlama ve basit dursa da bir etki elde etmeyi başarmış. Aksoy’un asıl başarısı kimi sahnelerdeki mizanseni: İlk öpücük ve ardından gelen itiraz ve tokatlama sahnesi örneğin hayli başarılı. Benzer bir başarıya, Ediz Hun’uın kırık bir aşkın sahibi olarak dolaştığı sahneleri ve Koçyiğit’in ne kadar sevildiğini bilmeden (ya da bilmemezliğe gelerek) Ediz Hun’la “tehlikeli yakınlaşmalar”a girdiği anları da eklemek mümkün.

Özetle, çok daha başarılı olmanın kıyısından dönmüş ve Yeşilçam hastalıklarından muzdarip olsa da ilgiyi hak eden bir film var karşımızda. Kırık bir aşkın özellikle de karşılıksız olduğu anlardaki etkileyici trajedisini hissetmek için birebir bu film ve seyrinde de yarar var.

Saint Laurent – Bertrand Bonello (2014)

Saint_Laurent“Evet, maalesef bir rakibim yok. Bu da benim şansızlığım. Bir canavar yarattım ve onunla yaşamak zorundayım”

Fransız modacı Yves Saint Laurent’ın ününün zirvesinde olduğu 1967 – 1976 arasındaki hayatının hikâyesi.

Fransız yönetmen Bertrand Bonello’dan senaryosunu Thomas Bidegain ile birlikte yazdığı bir Yves Saint Laurent hikâyesi. Bonello, alışılanın dışında bir biyografi filmi yapmaya çalışmış ve “sanatçı” kadar onun “sanat”ını da anlatmaya soyunmuş ve bunu da başarmış görünüyor. Uzun süresi ve kimi sarkmalara rağmen, film özellikle de biçimdeki tercihleri ve başroldeki Gaspard Ulliel’in oyunu sayesinde kendisini ilgi ile izlettirmeyi başarıyor. Sadece on yıllık bir süreye odaklanmasına rağmen, kahramanını yeterli ölçüde anlatmayı başarıyor film bu konuda kimi eksiklikleri olsa da. En büyük ödüllerinden biri, modacının tüm o muhteşem tasarımlarını “canlı” olarak görmek olan film estetik düşkünleri için ideal bir çalışma.

2014 yılında, Yves Saint Laurent’ı anlatan iki film birden çekildi Fransız sinemasında (diğeri Jalil Lespert’in yönettiği ve modacıyı Pierre Niney’in canlandırdığı “Yves Saint laurent”). Diğerinin klasik havasına karşılık, bu film daha stilize bir hava yakalıyor ve anlatılan kişinin modanın “sanatçıları”ndan biri olduğu dikkate alındığında daha doğru bir tercih yapmış görünüyor. Evet, bir tasarımcıyı anlatırken onun tasarımlarını taklit eden değil ama sinemadaki karşılıklarını üretmeyi deneyen ve bunu başarmış görünen bir film bu. Bu biçimciliğini dozunda tutuyor üstelik ve tıpkı modacının “giyilebilir” kıyafetler tasarlaması gibi film de “seyredilebilir” bir üslupçuluğu yakalamayı başarıyor. Bordello’nun uzun tuttuğu bazı sahneleri tekrara düşme hissi yaratsa da ve sonuç olarak filmin sarkmasına neden olsa da, kıyafetlerin “yaratıldığı” sahneler uzunluklarına rağmen tersi bir etki yaratıyor ve hem Saint Laurent’ı daha iyi anlamamızı hem de zarafetin egemen olduğu anlara tanık olmamızı sağlıyor ve görsel yönden filme ciddi bir katkıda bulunuyor.

Farklı bir biyografi filmi olması ve görsellikteki başarısının yanısıra üç oyuncunun da filme ciddi bir katkısı olmuş. Başroldeki Gaspard Ulliel karakterinin kırılgan yaratıcılığını ve bunalımlarını perdeye ustalıkla yansıtırken, yan karakterlerde Jérémie Renier ve Louis Garrel ona başarı ile eşlik ediyorlar hikâye boyunca. Görüntü yönetmeni Josée Deshaies ve kurguyu üstlenen Fabrice Rouaud’nun, hikâyesi anlatılan karaktere uygun ve estetiği ve zarafeti her an gözeten çalışmaları da takdiri hak ediyor kesinlikle. Onların başarısının yanına Katia Wyszkop’un set tasarımlarında ve Anaïs Romand’ın kostüm tasarımlarındaki başarısını da ekleyelim ve tüm bu isimlerin César’a aday gösterilip, Romand’ın bu ödülü aldığını da hatırlatalım. “Hayatı boyunca şıklığın ve güzelliğin mücadelesi”ni veren bir karakterin hikâyesini bu şıklığı ve güzelliği öne çıkararak ama dozunu hemen hiç abartmayarak anlatmayı hedefleyen filme tam da bu konuda ciddi katkıları olmuş bütün bu isimlerin özetle. Filmin müziğini de hazırlayan yönetmen Bertrand Bonello’nun anlattığı dönemin tarzına uygun olarak zaman zaman perdeyi ikiye veya üçe bölerek birden fazla görüntüyü aynı anda karşımıza getirme tercihi ve anlatımını “sert” sahnelerde bile yumuşak bir tonda tutması doğru tercihler olmuş ve yönetmenin baş karakterine sevecenlikle yaklaşmasının da göstergeleri bir bakıma.

Tüm bu olumlu yönlerine karşın, filmin aksadığı önemli noktalar da var açıkçası. Modacının bulunduğu noktaya gelene kadar verdiği mücadeleyi hiç hissetmediğimiz için, zirvedeyken yaşadığı bunalımı da yeterince anlamlandıramıyoruz her zaman. Bir sahnede, onun askerde iken yaşadıklarının ve orada kendisine uygulanan (ve elektroşoku da içeren) tedavinin, uyuşturucu ve içki bağımlılığının kaynağı olduğunu söylüyor modacı ama hem bu sahne yeterince uyumlu görünmüyor hikâyenin geri kalanı aile hem de yeterince açıklayıcı olamıyor seyirci için. Evet, çok çalışan ve herkesin yüksek beklentiler taşıdığı bir “sanatçı” o ama filmdeki tüm o “tehlikeli” ilişkiler, bağımlılıklar, karanlık sokaklarda partner arayışları veya genel olarak bunalımlar için ikna edici gerekçeler veremiyor bize hikâye. 1968 ayaklanması, Vietnam savaşı vs. gibi o dönemin tarihindeki olayların gerçek görüntülerle karşımıza getirilmesini (ve hatta bölünmüş ekranda defilelerle aynı anda gösterilmesini) ise bir şıklıktan daha farklı bir anlama kavuşturmak pek mümkün görünmüyor çünkü bu olan bitenle ilgili olarak ne kahramanının durduğu nokta ile ilgili bir şey söylüyor bize senaryo ne de hikâyenin gelişiminde bir yeri var gösterilenlerin. Eğer amaç modacının bunlardan soyutlanmış bir hayat sürdüğünü vurgulamaksa, pek de güçlü değil bu vurgu ne yazık ki. Yine de bu kusurlarına rağmen, kahramanının ruh haline bürünmeyi başaran ve görsel yönden hayli güçlü olan film ilgiyi hak ediyor.