Güllü – Atıf Yılmaz (1971)

Gullu“Pilava kaşık sapladı, şekeri de verince seninle evlenmek istiyor demektir. Senin de kanın kaynadı mı ona?”

Geçirdiği bir trafik kazası sonucu köye gelen ve kendisi ile imam nikâhı ile evlendikten sonra şehire giderek onu terk eden adamın peşine düşen köylü kadının hikâyesi.

Yeşilçam’ın yabancı sinemalardan serbestçe esinlendiği, telif hakkı gibi “ayrıntı”larla ilgilenmediği dönemde çekilen bir film. Mario Monicelli’nin 1968 İtalyan yapımı “La Ragazza con la Pistola – Tabancalı Yosma” adlı filminden ilham alınarak çekilen filmin senaryosunu Atıf Yılmaz ve Erdoğan Tünaş’ın hikâyesinden Yılmaz yazarken (jenerikte bu şekilde belirtilmiş olmakla birlikte kimi kaynaklarda Ayşe Şasa’nın da adı geçiyor Yılmaz ile birlikte senarist olarak), yönetmen koltuğunda da Yılmaz oturmuş. Başrolleri paylaşan ve iyi bir ikili oluşturmuş görünen Türkân Şoray ve Ediz Hun filmin gördüğü ilgi üzerine çekilen ve “Güllü Geliyor Güllü” adını taşıyan filmde de yer almışlardı ama bu film bir devam filminden çok ilkinin gördüğü ilgiden yararlanan benzer havalı bir yapımdı daha çok. Şoray’ın Karadenizli bir köylü kadını oynadığı film bir komedi olarak eğlendirmeyi ve arada da güldürmeyi başarıyor. Şoray ve Hun ikilisinin performanslarının filmin komedisine yakıştığını, senaryo tekniği ve “politik” bakış açısından önemli kusurlarına ve ikinci yarısındaki bir parça dağınıklığa rağmen hikâyesinin akıcı bir şekilde ilerlediğini ve yaşattığı nostaljiyi de düşününce, filmin sinemamızın komedi türündeki öne çıkan eserlerinden biri olarak görülmeyi hak ettiğini söyleyebiliriz.

Monicelli’nin filmi Sicilyalı bir köylü kızın kendisini baştan çıkaran bir adamın peşinden İngiltere’ye gitmesini ve orada karşılaştığı kimi maceralardan sonra adamı unutup kendisine yeni bir hayat kurmasını ve mutlu olmasını anlatıyor. Bizim filmimiz de bir mutlu sona sahip ama kadın mutluluğu kendisini baştan çıkaran adamda buluyor doğal olarak. Doğal olarak diyoruz çünkü bir kadının kendisine -onu aldatmış olsa da- aşık olduğu erkekten bağımsız bir mutlu hayat kurması ne o dönemin Yeşilçam’ı ne de seyirci için hele de bir komedi filminde kabul edilebilir bir gelişme olurdu. Hikâyemiz defalarca vurguladığı gibi, “kendisine dokunan ilk erkek” ve “koca” nitelemeleri ile tanınan erkeğin yanında bulmasını sağlıyor kadının mutluluğu. Kısacası Monicelli’nin filminden ilham aldığı çıkış noktasını terk edip bambaşka bir sonuca varıyor filmimiz sinemamızın kalıplarına uygun olarak. Ne var ki çıkış aynı olup varış noktası farklı olunca senaryo kimi tutarsızlıklardan da kaçınamıyor: Örneğin erkeğin kadını baştan çıkardığını nerede ise anlamıyorsunuz Hun ve Şoray’ın mutlu cilveleşmeleri, komedinin öne çıkması ve adamın önceki filmde “kötü”yken burada sonradan da olsa iyi bir karaktere dönüşmesi nedeni ile. Monicelli’nin filmi kadının bilinçli bir değişimini vurgularken ve bu bağlamda onun özgürlüğünü gündeme getirerek bir “kadın filmi” olurken, Atıf Yılmaz’ın filmi romantik bir komedinin kalıplarından hiç ayrılmıyor ve kadını erkeği ile buluşturarak muhafazakâr bir bakışı öne çıkarıyor. Bir başka şekilde ifade edersek, İtalyan filminde kadın kendisi için değişirken, burada erkeği için değişiyor ve değiştikçe sevilmeye başlıyor.

Müziklerin tamamının yabancı kaynaklardan “aşırıldığı” film İtalyan filmindeki Sicilyalı kadını Karadenizli kadına çevirerek orijinalindeki etnik vurguyu koruyor ve hikâyenin pek çok komedi anını da yörenin elbette epeyce abartılmış geleneklerinden üretiyor. Pilava kaşık saplamaktan dama çıkıp miyavlamaya ve gerdeğe girebilmek için bir tepsideki buğday tanelerini saymaya bu gelenekleri sürekli olarak komedisinin kaynağı yapıyor film ve seslendirmedeki kimileri hayli abartılı Karadeniz aksanı taklitlerin de etkisi ile sık sık seyircisine “Karadenizliler ne komik değil mi?” diye hatırlatıyor adeta. Bu etnik öğenin kullanımında kendisini tutamamış görünen film, adamı da aslen Karadenizli yapıyor ve onun bu yanını koruyan babası ve evindeki yine Karadenizli aşçı üzerinden kimi zorlama komedi anları yaratmaya çalışıyor ki gereksiz bu çaba filme zarar veriyor. Bu iki karakterin Karadenizli olması ve buradan ek bir komedi çıkartılmaya çalışılması biraz ucuz bir numara olmuş ne yazık ki. Buna karşılık senaryonun adamı farklı rollere (mahallenin imamı, ikiz kardeşi vs.) sokması, köylülerin bir sorunun cevabını bulmak için her bir araya gelişlerinde ikiye ayrılarak kavga etmesi, adamın kendisini kendinden kıskanır hâle gelmesi veya finalde seyirciye seyrettiğinin bir film olduğunu hatırlatmak gibi yabancılaştırıcı bir öğeye başvurması hayli eğlenceli anların karşımıza gelmesini sağlıyor ve filme çekicilik katıyor.

Adamın köylü kadını “kaşları alınmış” olarak hayal edip aslında ne kadar güzel olduğunu düşündüğü ama kadını canlandıran Şoray’ın zaten kaşlarının alınmış hâli ile oynadığı filmde Şoray ve belki ondan da çok Ediz Hun rollerinin hakkını fazlası ile veriyorlar. Şoray kimi sahnelerde sorunlu dublajına rağmen ustaca kullandığı vücut dili ile eğlendirirken, Ediz Hun sıkı bir komedi performansı veriyor hikâye boyunca. Buradaki gazeteci rolü ile Antalya’da Yardımcı Erkek Oyuncu dalında ödül kazanan Süleyman Turan ise bu komedi filmindeki ciddi tek rolde hiç aksamıyor. Türkan Şoray “Sinemam ve Ben” adlı kitabında “Komedi filmlerinde oynamayı çok seviyordum ama bazı sahnelerde gerçekten utanıyordum; belli etmemeye, sen bir oyuncusun, her türlü rolü oynamalısın diye düşünmeye çalışıyordum” diye yazarken, utandığı anlardan biri olarak da buradaki damda miyavlama sahnesini örnek veriyor ve “Koskoca kadın damda oturmuş “miyav miyav” diyecek” diye özetliyor yapması gerekeni. Yönetmen Atıf Yılmaz’a bu sahneyi çekmeyi istemediğini söylemiş Şoray ama Yılmaz’a göre hasta olduğu için, Şoray’a göre ise kendisinden daha otoriter olan yardımcısı Zeki Ökten’le onu baş başa bırakmak için sete gelmemiş Atıf Yılmaz o gün ve sahneyi Ökten çekmiş. Sonuç ise, Şoray’ın filmografisinde ilginç bir sahne olmuş ama açıkçası yeterince iyi değerlendirilememiş bu anlar filmin komedisi içinde.

Firestarter – Mark L. Lester (1984)

firestarter“Bu, vahşi bir hayvanı kafesinden çıkartmak gibi! Bir daha yapmayacağıma yemin ettim”

Hükümetin gizli servis ajanlarının peşine düştüğü, ateşi kontrol edebilme (“pyrokinesis”) yeteneği olan küçük bir kız ve düşünce gücü ile karşısındakine istediğini yaptırabilen babasının hikâyesi.

Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlanan, senaryosunu Stanley Mann’ın yazdığı ve yönetmenliğini Mark L. Lester’ın üstlendiği bir ABD yapımı. Hükümetin gizli bir deneyine para karşılığı katılan bir adam ve kadının bu deneyde aldıkları ilaç sonucu kazandıkları tuhaf yeteneklerinin çocuklarına geçmesi ve küçük kızın ateşi kontrol edebilme yeteneğini askerî amaçlarla kullanmak isteyen gizli servisin anneyi öldürdükten sonra, baba ve kızının peşine düşmesi ile yaşananları anlatıyor film. King’in sinemaya uyarlanan pek çok eserinden biri olan roman ilk kez 1980 yılında yayımlanmış ve dört yıl sonra da bu uyarlama ile beyazperdeye taşınmıştı. On sekiz yıl sonra “Firestarter 2: Rekindled” adını taşıyan devamı bir televizyon filmi olarak çekilen bu film türünün (bilimkurgu ve korku/gerilim) sinema değeri açısından önemli yapımları arasında olmasa da bir King uyarlaması ve 80’lerden gelen bir “yarı klasik” olarak ilgi görebilir. Lester’ın fazlası ile düz sinema dili ve hikâyenin kendi sınırları içinde bile kabulü zor gerçekçilik problemlerinin yanında daha önemli bir problemi de var filmin: Drew Barrymore’un çarpıcı bir biçimde canlandırdığı küçük kızın sahip olduğu tehlikeli güç ile sevimliliğinin neden olduğu zıtlıktan doğru bir biçimde yararlanamaması.

Filmin müzikleri Alman elektronik müzik grubu Tangerine Dream tarafından hazırlanmış ve yönetmen Mark L. Lester’ın ifade ettiğine göre filmi hiç görmeden hazırlanılan bu müzikler hikâyeye pek de uymamış açıkçası. Bir iki sahne dışında müzik çalışması ne hikâyenin genel atmosferine ne de kullanıldıkları sahnenin havasına uyum gösteriyor. Öyle ki zaman zaman siz filmi seyrederken birileri de yanınızda bir Tangerine Dream albümü dinliyor gibi hissediyorsunuz kendinizi. Bu işitsel problemin yanında, filmin görsel dili de hikâye için yeterince çekici değil. Açılış sahnesi örneğin, apar topar giriş yapan hâli ile sizi hazırlıksız yakalamanın etkileyiciliğine değil, damdan düşer gibi görünmenin tuhaflığına sahip. Filmin genelinde de gereğinden düz akan ve kamera kullanımı, açıları, kurgu tercihleri vb. ile hikâyesinin “olağanüstü”lüğüne pek yakışmayan bir dili olan bir anlatımı tercih etmiş Lester ve böyle olunca da bu olağanüstülüğün aslında gerektirmediği bir gerçekçilik sorgulamasına girişmenize neden oluyor. Yoğunlaştırdığı bakışları ile karşısındaki insana istediğini yaptırabilen, kör olduklarını düşündürtebilen veya bir telefon kulübesindeki bozuk paraların dışarı çıkmasını sağlayabilen babanın bu yeteneğini neden başka gerekli anlarda da kullanmadığını anlamak zor örneğin. Hikâyenin sonunun da pek gerçekçi olmadığını söylemek gerekiyor açıkçası. Kahramanlarımızın peşindeki kötücül organizasyonun bu şekilde yok olduğuna ve New York Times’a (romanda ise Rolling Stone dergisine) yapılan bir ziyaretin gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayacağına inanmak zor kuşkusuz. Gerçi bu “özgür basın” ve genç kızın yeni ailesi üzerinden yapılan aile güzellemeleri filmin King’e yakışır bir biçimde Amerikan değerlerine övgüsünün doğal bir sonucu olarak beklenen bir sonuç ama yine de kolaycılığı ile rahatsız edebilir. Kaldı ki finalden sonra ortada kalan koca bir soru var: Bu müthiş yeteneği ile küçük kızın hayatı ne olacak?

Eskilerden Art Carney, George C. Scott, Louise Fletcher ve Moses Gunn’ın varlıkları ile renklendirdiği filmde Martin Sheen ve baba rolündeki David Keith ortalama bir oyunla idare ediyorlar. Filmin yıldızı ise elbette Drew Barrymore. İki yıl önce “E.T.” ile yıldız olmuş oyuncu burada da tüm yeteneğini ve sevimliliğini hikâyenin emrine vermiş. Ne var ki filmin onu kullanım şeklinde ciddi bir sorun var: Karakterinin korkunç yeteneği ve kendisini korumak için de olsa onlarca kötü insanı yok etmesi ile ortaya çıkan katliam görüntüleri ile uyuşmayan derecede aşırı sevimli ve büyümüş de küçülmüş bir kız olarak çizilmiş rolü. Buradan ortaya zıtlıktan kaynaklanan iyi bir gerilim çıkabilirmiş ama senaryo ne genç kızın travmasını (ara sıra dökülen gözyaşları dışında görsel olarak pek de çarpıcı bir biçimde işlenmiyor bu travma) ne de bu zıtlığı yeterince iyi işlemeye müsait ve sanki küçük kızın güzelliğine kapılıp gitmiş gibi görünüyor film. Lester’ın Yeşilçam’a yakışır bir şekilde yavaş gösterimle karşımıza getirdiği “baba ile kız kavuşur” sahnesi gibi yanlış tercihleri ve kızın yeteneğinin açıklamadığı bir “kurşun işlememe” durumu gibi izahat gerektiren anların cevabını vermemesi de filmi zayıflatmış görünüyor.

Afişinde yer alan görüntünün (alevden bir fonun önünde doğrudan size bakan ve saçı rüzgârda dalgalanan küçük kız) kendisi kadar klasik değil film sonuç olarak ama yine de bilim kurgu, korku (daha doğrusu gerilim) ve aksiyonu aksamadan uzlaştırabilmiş olması, seyicisini beklenti içine sokmadığı için hayal kırıklığına da uğratmaması, Barrymore’un etkileyici oyunculuğu ve doğaüstü bir güce sahip sıradan bir insan olmanın travmasını yeterince etkileyici biçimde olmasa da anlatması ile ilgiyi hak ediyor. Tabii bir de küçük kızın ateşten toplarla onlarca kötü adamı yok ettiği bölüm var ki filmi tek başına çekici kılabilir kimileri için.

(“Tepki”)