Run – Philippe Lacôte (2014)

run“Yağmur büyücüsü olmak istiyordum ama kaderim bambaşkaydı”

Ülkesinin başbakanını öldürdükten sonra kaçan bir adamın geriye dönüşlerle anlatılan hikâyesi.

Fildişi Sahili’nden Philippe Lacôte’un yazdığı ve yönettiği ve Fildişi Sahili – Fransa ortak yapımı olarak çekilen 2014 yapımı bir film. Cannes Film Festivali’nin “Belirli Bir Bakış” bölümünde gösterilen film genç bir adamın bir hayattan diğerine kaçarak yaşadığı hayatı ve politik bir suikasti gerçekleştirme noktasına nasıl geldiğini anlatıyor bize. Yönetmenlik hayatına kısa filmler ve belgesellerle başlayan Lacôte’un 2013’de beş diğer yönetmenle birlikte çektiği ve filmdeki altı hikâyeden birini anlattığı “African Metropolis” adlı yapımdan sonra çektiği ilk ve şimdilik son uzun konulu filmi olan çalışma onun belgeselci geçmişinin izlerini de taşıyan ve ülkesinin politik karmaşasını genç bir bireyin üzerinden anlatan bir eser olarak dikkat çekiyor. Genç adamın birbirinden farklı hayatların içinde hayatta kalma ve yerini bulma çabasını anlatan film bu hayatların hiçbirini kendisinin isteği ile seçmemiş olmasını ülkesindeki gençlerin gerçekleri için bir sembol olarak seçmiş görünüyor ve her biri ayrı birer ilginçliği olan ama sinemasal karşılıkları her zaman o denli çekici olmayan bu hayatların içinde senaryo belki dağılmıyor ama yeterli bir bütünlüğe de ulaşamamış görünüyor.

Suikast sahnesi ile açılan film sonra geriye dönüşle anlatmaya başlıyor hikâyesini ama sık sık zaman bir bugüne bir geçmişe gidiyor ve klasik bir kronolojik sıra takip etmiyor. Zamanın sık değişmesine rağmen hikâyenin akışındaki doğallığı hiç yitirmemesi ve seyircide gereksiz bir kafa karışıklığı yaratmamasını Philippe Lacôte’un başarı hanesine eklemek gerekiyor kuşkusuz. Resmî dilin Fransızca olduğu ülkede karakterlerin de çoğunlukla Fransızca konuşması rahatsız etmiyor ve film bu avantajı ile ortak yapımcı olan Batı ülkesinin dili ile konuşan yerel karakterler garabetinden kurtuluyor. Filmde tüm karakterlerin yerel olması da olumlu bir durum ve böylece hikâyeye Batılı seyirci için zoraki eklenmiş görünen yabancı karakterlerden kurtulmuş oluyoruz. Filmin gerçekçi bir görünüme kavuşmasına katkıda bulunan bu doğru tercihlere ek olarak, gerçekçilik duygusunu artıran asıl önemli öğe ise yönetmenin sinema dili. Sert sahneler başta olmak üzere kamerasını hemen hiç oyunlara başvurmadan kullanıyor Lacôte ve örneğin suikaste hazırlanma sahnesi veya kahramanımızın peşine düşenlerden kaçarken aralarına karıştığı bir milliyetçi grup (bu grubun lideri daha sonra başbakan oluyor) içinde geçen sahneler bu belgeselvarî yaklaşımın başarılı örnekleri oluyorlar.

Film için sık sık bir çekicilik kaynağı olan bu belgesel yaklaşımı, ne var ki zaman zaman da filmin aleyhine çalışıyor. Kahramanımızın her farklı hayatına ayrı bir döneme yaklaşır gibi yaklaşıyor yönetmen ve kendi içlerinde çekici olsa da hikâyenin genelinde tüm bu toplamla ne demek istediği bir parça havada kalıyor. Bir yağmur büyücüsünün yanında çıraklıktan kasabaları dolaşarak “yemek yeme gösterisi” yapan aşırı şişman bir kadının yardımcılığına ve silahlı bir milliyetçi grubun parçası olmaktan tesadüfen kazanılan bir servetle zengn ve hovarda bir hoyata, adamın değişen hayatını belki ilgi ile izliyoruz ama suikaste giden yolu tüm bunların ne kadar açıklayabildiği bir parça tartışmalı. Bir sahnede “Hayatım bir çocuğun avucundaki kum gibi: tüm sevdiklerim elimden kayıp gidiyor” diyen adamın ne demek istediğini anlıyoruz ama trajik ve çalkantılı hayatına yeterince yakın hissedemiyoruz kendimizi yönetmenin gereğinden fazla mesafeli gibi duran sinema dili nedeni ile ve işte bu problem filmin temel sıkıntısı oluyor. Yönetmenin klasik sinemadan uzak duran veya egzotik öğelerden ustaca sakınan yaklaşımı çok olumlu ama filmini bir şekilde daha sıcak ve çekici bir sonuca kavuşturması gerekiyormuş özet olarak. Başroldeki Abdoul Karim Konaté’nin performansı ise belki yine soğuk görünebilir ama filmin atmosferi ile çok uyumlu ve yakaladığı doğallık ile de kimi sahnelerde hayli etkileyici.

Filmin hayatının bir kısmını bir yağmur büyücüsünün yanında geçiren bir adamı anlatmasına ve egzotizme uygun topraklarda geçmesine rağmen bundan ve büyülü bir atmosferden özenle sakınmasını ise takdir etmek gerekiyor. Hatta bir sahnede sanki yönetmen bu yönde bir beklentisi olanlara ders verir bir tavır ile, karanlık gökyüzünde kayan yıldızlar gibi bir görüntü oluşturan görsel şölenin kaynağının yere düşen binlerce çekirge olduğunu gösteriyor bize. Bir başka ifade ile, “büyülü bir gerçekçilik” bekleyenlere hemen sadece “gerçekçiliği” sunarak (Daniel Miller’ın başarılı görüntüleri büyüyüye en yakın öğesi filmin) asıl derdinin ne olduğunu söylüyor. Sonuçta başta yeterince güçlü ve etkileyici olamamak gibi kimi kusurlarına rağmen, bir ülkenin hatta belki de tüm bir kıtanın kaderini anlatan, kaçan ama gideceği bir yeri de yok görünen veya bu yerin bir öncekinden daha iyi olacağının garantisi olmayan insanları gündeme getiren film ilgiyi hak ediyor.

(“Kaçak”)

12 Years a Slave – Steve McQueen (2013)

12_years_a_slave“Sen özgür bir adam değilsin. Sen sadece Georgia’dan kaçan bir adamsın. Sen Georgia’dan kaçan bir zencisin. Sen bir kölesin. Sen bir kölesin!”

Özgür bir siyah adamın kaçırılarak köle olarak satılmasından sonra yaşadığı trajik hayatın hikâyesi.

Solomon Northup’ın anılarından beyazperdeye uyarlanan bir film. 1984 yılında bir televizyon filmine de konu olan kitap 1853 yılında yayımlanmış ilk kez ve sinemanın doğal ilgi alanına girecek denli çarpıcı içeriği ve gerçek olması ile ilginçliği daha da artan bir hayatı anlatıyor okuyucuya. İngiliz Steve McQueen’in yönettiği ve senaryosunda John Ridley’in imzası bulunan film İngiltere – ABD ortak yapımı olarak çekilmiş ve aralarında en iyi filmin de olduğu üç Oscar ödülünün sahibi olurken, ayrıca altı dalda da bu ödüle aday olmuştu. Oscar’ın dışında onlarca ödüle daha sahip olan film ABD’nin geçmişindeki en kara lekelerden biri olan kölelik dönemine sert ve gerçekçi bir bakışla bakması ile önemli bir çalışma ve gerek kahramanının trajik hikâyesinden gerekse filmin profesyonel ustalığından etkilenmemek mümkün değil. Buna karşılık usta sinemacı McQueen’in -klasik Amerikan sinemasının kalıplarından genellikle uzak dursa da- bu filmde, önceki iki filmine (2008 yapımı “Hunger – Açlık” ve 2011 yapımı “Shame – Utanç”) göre sinema dilini anaakım sinemasına yaklaştırmış olması ve finaldeki Spielberg’i anımsatan “göz yaşartıcı” sahne başta olmak üzere sık sık kendisini ticarî sinemanın gerçekleri ile kısıtlamış olması -olumsuz anlamda- dikkat çekiyor. Yine de yönetmeni popüler sinemanın kalıplarını zorlayarak kimi anlarına kişisel damgasını vurması ve kesinlikle “dürüst” bir dili tercih etmesi nedeni ile takdir etmek gerek. Çarpıcı bir hikâyenin ustalık dolu bir profesyonellikle anlatıldığı ve içine zaman zaman sızan McQueen damgası ile ilgiyi hak eden bir film bu.

Steve McQueen’in çektiği üçüncü uzun metrajlı film bu. Bunların ilki olan “Hunger” hapishanedeki IRA militanlarının İngiliz hükümetinin uygulamalarına tepki olarak başlattığı ve ünlü Bobby Sands’in başını çektiği açlık grevlerini anlatan çok etkileyici bir yapımdı. Bu filmde olduğu gibi başrolü yine Michael Fassbender’e verdiği “Shame” ile ABD’de geçen bir hikâye anlatan yönetmen, Fassbender’in başrolde olmasa da önemli rollerden birinde yer aldığı “12 Years A Slave” ile bu kez ABD’nin geçmişine uzanmış. Yönetmenin üç filmi de eleştirmenlerden genellikle övgüler almış ve bol ödül sahibi olmuşlar. Bu ödüllerde Oscar’ın da dahil olduğu Amerika bazlı olanlarının oranlarının birinci filmden üçüncü filme doğru süratle artması aslında yönetmenin sinemasındaki bir değişimin de ipucunu veriyor olabilir bize: Yenilikçi bir dilin aleyhine, popüler sinemanın lehine olan bir değişim bu. Buna karşılık şu da bir gerçek ki her üç filmde de seçtiği dilin hakkını fazlası ile veriyor ve hikâyesinin hitap ettiği seyirci kesiminin beklentilerini kesinlikle karşılıyor yönetmen. Bir başka ifade ile, bu filmlerin üçü de anlatmayı seçtikleri hikâyeleri ve bunu anlatmak için kullandıkları dilleri ile kesinlikle başarılılar. Bu nedenle belki de bu üç filme birlikte değil ayrı ayrı bakmak gerekiyor değerlendirme yaparken; aksi takdirde “Hunger”ın hayranı bir sinemasever için “12 Years A Slave” fazlası ile “normal” ve hatta sıradan görünebilir sinema sanatı açısından çünkü.

Evet, gerçek ve oldukça trajik bir hikâye anlatıyor film ve bir sahnede köleleri asılırken gördüğümüz ağacın gerçekten de geçmişte bu amaç için kullanıldığını bilmenin de arttırdığı bu gerçekçilik yönetmenin film boyuncaki tercihlerine de yansımış. Nerede ise beş dakika süren kırbaçlama sahnesi örneğin gerçek zamanlılığı ve sürekliliği ile çok ama çok sert ve etkileyici. Bir diğer sahnede bir ağaçta ayakları yere zar zor değer durumda ve boynunda bir ilmikle asılı olarak gördüğümüz baş karakterimizin sahnesi de yine bilinçli olarak uzun tutulmuş olması ve tüm sahne boyunca etrafındaki hayatın onun trajik konumundan ve çektiği acıdan bağımsız olarak devam ediyor olması yine McQueen’in hikâyeye damgasını vurduğu anların göstergeleri. Gerek bu son örnekte gerekse filmin diğer pek çok sahnesinde doğayı ve kameranın yakaladığı “güzel” görüntüleri (ilginç bir ağaç, gökyüzündeki ay, nehir vs.) doğru ve çarpıcı bir biçimde kullanması ile dikkat çekiyor McQueen. Tüm bu görüntüler (yönetmenin önceki iki filminde de onunla çalışan Sean Bobbitt’in imzasını taşıyan görüntüler bunlar) yaşanan hikâyenin trajikliği ile tezat teşkil eden bir güzelliği sergileyerek insanın insana ettiğinin acımasızlığını ve doğa-dışılığını vurgularken diğer yandan da yaşananlara sessiz tanıklıkları ile adeta ilahî bir kayıt tutuyorlar olan bitene.

Nijerya asıllı İngiliz oyuncu Chiwetel Ejiofor’un canlandırdığı ve yalınlık içinde müthiş duygusal bir performans ile karşımıza getirdiği karakter New York’ta yaşayan özgür bir siyah adamken, kandırılarak götürüldüğü Washington’da kaçırılıyor ve köle olarak satılıyor. Hayatta kalabilmek için aslında özgür bir adam olduğunu, okuma yazma bildiğini vs. saklaması gerekiyor tüm kölelik hayatı boyunca. Beyazlarla aynı restoranda yemek yiyen bir adamken kendisini köle olarak zalim beyaz sahiplerin elinde bulan bu siyah adamın hikâyesinde ilginç yanlardan biri filmin başta belki biraz ters gelecek ama son tahlilde doğru görünen bir yaklaşımla adamın bireysel hikâyesi ile köleliğin insanlık dışılığını bir şekilde birbirinin çok da içine geçirmemesi: Evet, kahramanımız bazen kurbanı bazen de tanığı olarak her trajik anın bir şekilde parçası oluyor ama onun hikâyesinde vurgulanan “beyazlarla nerede ise eşit bir siyah”ken (ve köle siyahlarla pek ilgisi olmayan, bu konuyu düşünmeyen ve nerede ise beyaz kabul edilebilecek bir adamken), şimdi beyazların sömürdüğü bir siyaha dönüşmesi. Adamın kölelik hayatı boyunca karşılaştığı her siyah köle ayakta kalabilmek için farklı farklı yollar denerken her anlamda sömürülüyor, zulme uğruyor ve öldürülüyorlar ve film bu konuyu bir saniye bile odağından uzaklaştırmıyor ama sonunda adamın bireysel hikâyesinin “neden kölelik var” diye değil, “ben köle değilim” diye özetlenebilecek olmasını değiştirmiyor bu durum. Bu tercih açıkçası zaman zaman rahatsız ediyor ama sonuçta hikâyenin gerçek olması ve filmin bu alanda yapay kahramanlık senaryoları yazmaya girişmemesi bu sıkıntıyı ortadan kaldırıyor gibi görünüyor.

Filmin kimi tercihleri ise sorgulama gerektiriyor. Örneğin filmin yapımcılarından biri de olan Brad Pitt’in karakterinin -her ne kadar hikâyenin gelişiminde önemli bir yeri olsa da- senaryoya zoraki eklenmiş gibi görünmesi ve bu kısa role yüklenen önemin belki de karakteri Pitt’in canlandırmasından (Pitt karakteri kendisinin oynamasının finansman için kolaylık sağlayacağını düşündükleri için filmde rol aldığını söylüyor) kaynaklandığını düşündürtmesi bir sorun açıkçası. Kızılderililerle karşılaşma sahnesi filmin havada kalan ve nereye bağlamanız gerektiğini, hikâyedeki yerini anlamanızın pek mümkün olmadığı bir bölüm olarak dikkat çekiyor.

Yardımcı kadın oyuncu dalında Oscar kazanan ve bu film ile ilk sinema rolünü canlandıran Lupita Nyong’o’nun çarpıcı performansı ve zaman zaman bir parça dizginlenmemiş gibi görünse de usta oyuncu Michael Fassbender’in oyunculuğu ile de dikkat çeken filmin asıl yıldızı kuşkusuz Chiwetel Ejiofor ve onun Oscar’ı alamaması bir sonraki yıl dozu daha da artan bir Oscar eleştirisine ve Hollywood’un siyahları hâlâ yeterince görmemekle suçlanmasına yol açmıştı. İlginç bir not olarak, filmin İtalya’daki afişinde Ejiofor’a değil Fassbender ve kısa bir rolü olan Pitt’e yer verilmesinin bu ülkede ciddi bir skandal olarak karşılandığını da ekleyelim. Gerçekçi sertliği ile Hollywood’un yıllardır Amerikan tarihindeki kara lekelerden biri olan köleliğe bakışındaki yalan içeren söylemlerine de güçlü bir darbe vuran film aslında sadece bu özelliği ile bile ilgiyi hak ediyor. Sonuçta “Gone with the Wind – Rüzgâr Gibi Geçti” gibi klasikleri ile bu döneme “beyaz sahipler ve mutlu köleler” çerçevesi içinde bakan ve “o güzel günler nerede şimdi” nostaljisi yapan bir sinemanın kötü mirasının karşısında duran bir film bu. Bu nedenle de, McQueen’den daha farklı olması yönündeki beklentiler bir yana bırakılarak seyredilmesi gereken ve belki o zaman daha “keyif”le izlenebilecek, görülmeyi hak eden bir çalışma, özet olarak.

(“12 Yıllık Esaret”)

Casus – Joseph Conrad

casusJoseph Conrad’ın ilk kez 1907 yılında yayımlanan ve orijinal adı “The Secret Agent” olan romanı. 1886 yılında Londra’da geçen romanı Conrad, 1894 yılındaki yarım kalan ve Greenwich Gözlemevi’ne karşı olduğuna inanılan bir bombalama eyleminden ilham alarak yazmış. Martial Bourdin adındaki bir Fransız anarşist taşıdığı bombanın erken patlaması sonucu eylemini gerçekleştirememiş ve aldığı yaralar sonucu ölmeden önce eylemi niçin yaptığı ve hedefinin ne olduğu konusunda polise kesinlikle bilgi vermemişti. Conrad’ın bu yarım kalan eylemden esinlenerek yazdığı kitap yazarın sağlığında çok ilgi görmemiş ama sonraları en önemli eserleri arasında yerini almıştı. Hitchcock’un 1936 yılında “Sabotage” ile hayli serbest bir sinema uyarlamasını yaptığı romanın daha sadık bir uyarlamasını 1996 yılında Christopher Hampton çekti (“The Secret Agent”). Bunun dışında, BBC hayli ilgi göstermiş romana ve tam dört kez kitabı film veya mini dizi olarak televizyon ekranlarına taşımış. On üç bölümden oluşan kitabın her bir bölümü tek bir ana sahneye/olaya odaklanıyor hikâyesinin gelişimindeki ve bu biçimsel özelliği gereği de olsa gerek tiyatroya (ilk uyarlamayı yapan da Conrad’ın kendisi olmuş) ve operaya da uyarlanmış kitap. Bir bombalama girişimin öncesi ve sonrasına eğilen hikâye eylem anına hiç değinmiyor ve hemen tüm karakterlerin özenli analizleri ile anarşizm ve terörizm olgularına ve bu ideolojiyi ve eylem biçimini benimsemiş bireylerin ruhlarının derinliklerine iniyor.

Girişte yer alan önsözü kitabın ilk yayımından on iki yıl sonra yazmış Conrad ve kitabı yazarken yola çıkış noktasının bir arkadaşı ile anarşik eylemler hakkında yaptığı sohbetin ve rütbeli bir polisin hatıralarının olduğunu söylüyor burada ve romanının gerçekçi kabul edilmesinden mutlu olduğunu belirtiyor. Adı belirtilmeyen ama Rusya’ya ait olduğu açık bir yabancı elçilik adına casusluk yapan Verloc adında bir karakterin planladığı ama beklenmedik bir trajedi ile sonuçlanan eylemden önce olanları ve sonrasında yaşananları, onun ailesi, etrafındaki anarşistler ve onları takipleri altında tutan polisler üzerinden de anlatıyor Conrad ve o dönemde Avrupa’da yükselen terörün yarattığı atmosferi ustaca kullanıyor romanında. Tasarlanan eylemin talep edilen elçilik tarafından “anlamsız ve delilik örneği” olarak tanımlanması da (gerçek terör için günümüzde de geçerli olan uygun bir tanım kuşkusuz) dönemin bu eylemleri algılama biçimine uygun olsa gerek. İlginç bir şekilde gerçek anlamı ile romandaki bilinçli tek şiddet eylemini anarşizm ve terör kavramlarından uzak birine yaptırıyor Conrad okuyucuyu da şaşırtarak. Benzer bir beklenti dışı tercihi de romanın kronolojisi ile oynayarak, eylemi gerçekleştirenin kimliği konusunda okuyucuyu romandaki karakterlerden önce bilgilendirerek yapıyor ve açıkçası bu tercihi ile de kitaba gerçekten bir farklılık katıyor. Karanlık atmosferi ve bu atmosferin hâkim olduğu Londra’yı (Önsözde şöyle yazıyor Londra için: “Bu şehirde her türlü öyküye ortam olabilecek kadar bol yer, tüm güçlü duyguları barındırabilecek derinlik, her türlü olaya uygun düşecek farklılıkta toplumsal bir çevre, beş milyon kişiyi gömmeye yetecek kadar da karanlık vardı”) ustaca anlatan Conrad kitabın son cümlesi ile (… kalabalık caddede hiçbir kuşku uyandırmadan, ölümcül, salgın bir hastalık gibi ilerliyordu”) bu karanlığın hep süreceğini “müjdeliyor” adeta. Eylemin planlayıcısının uğradığı aşağılamalara bir tepki olarak ve hâlâ işe yaradığını kanıtlamak gibi bir motivasyonla yola çıkması, bir başka ifade ile kışkırtılması ve eylemi bilmeden gerçekleştirirken kurban olan karakterin de kendisine empoze edilen güçlü bir inanç ve güven sonucu bu planlayıcının her dediğini yapması (koşulsuz biat) terör eylemlerinin doğası ile de ilgili bir şeyler söylüyor bize ve Conrad’ın romanını okunması gerekli kitaplar arasına koyan unsurlardan biri oluyor.

(“The Secret Agent”)

Unknown – Jaume Collet-Serra (2011)

unknown“Stasi’de basit bir ilkemiz vardı: Yeterince soru sorarsan, yalan söyleyen biri önünde sonunda hikâyesini değiştirir ama doğru söyleyen biri ne kadar inanılmaz olursa olsun hikâyesine sadık kalır”

Geçirdiği bir trafik kazası sonucu girdiği komadan dört gün sonra uyanan ama kim olduğuna kimseyi inandıramayan bir adamın hikâyesi.

Belçika asıllı Fransız yazar Didier Van Cauwelaert’ın “Hors de Moi” adlı romanından uyarlanan bir ABD – Almanya – İngiltere – Fransa ortak yapımı. İspanyol yönetmen Jaume Collet-Serra’nın yönettiği filmin senaryosu Oliver Butcher ve Stephen Cornwell ikilisine ait. Sürpriz içeren finali ile, temel olarak bir kimlik arayışını, daha doğru bir ifade ile kimliğini kanıtlama çabasını anlatan hikâye filmin büyük kısmında tanık olduğumuz boşluklar ile bir sürpriz olduğuna bizi hazırlasa da yine de seyircisini şaşırtmayı başarıyor. Tümü Berlin’de geçen hikâyede elli dokuz yaşındaki Liam Neeson bir aksiyon kahramanı olarak geliyor karşımıza ve filmin yükünün de büyük bir kısmını omuzlarında taşıyor. Collet-Serra’nın baştaki kaza sahnesi ve bir parça uzun tutulmuş olsa da arabalı takip sahnelerini teknik bir ustalık ile anlattığı film, sanat değerinden çok popüler sinemanın kalıplarını başarı ile kullanması ile öne çıkan bir çalışma ve zaman zaman yeterince güçlü görünmese de eğlenceli ve heyecanlı bir vakit geçirtiyor. Ne var ki filmin ne olabilecekken ne olmayı tercih ettiğini gösteren “iki eski kurtun yüzleşmesi” sahnesi ki belki de filmin en etkileyici anlarına sahip, hikâyenin yüzeyselliğini de ele vermesine neden oluyor.

Seyircisi ile oynayan, onu yanıltan/şaşırtan hikâye anlatmak aslında oldukça riskli bir tercih bir film için. Bu film işte o riski asgari zararla anlatmayı başaran türden bir çalışma ama bir sürprizin varlığını da ele vermekten kurtaramamış kendisini. Evet, seyrettiğinizin aslında gerçeğin kendisi olmadığını hissediyorsunuz ki bunu açıklayabilecek iki seçenek var sadece: Ya aslında başka bir şeyler oluyor ya da senaryo tüm bu boşlukları, izah gerektiren anları ile epey kötü yazılmış olmalı. Büyük bütçeli bir filme, bir yıldızın başrolünde olduğu filme bu denli eksik bir senaryo yakışmayacağına göre bu seçeneklerden hangisinin doğru olduğunu keşfetmek pek de zor olmuyor açıkçası. Uluslararası bir entrikayı anlatıyor hikâye ve gerçek ortaya çıktıktan sonra baştaki tüm boşluklar da birer birer doluyor neyse ki ve bu açıdan seyircisini hayal kırıklığına uğratmamış oluyor film. Geçmişi hatırlayan ve bu anıların gerçekliğine kimseyi ikna edemeyen, finalde daha da korkunç bir keşif ile karşı karşıya kalan adamın travmasını ise bununla ilgili tüm sahnelerine ve diyaloglarına rağmen yeterince etkileyici kılamıyor senaryo. Bunda aksiyon ve heyecan peşinde koşmasının etkisi olduğu kadar, travmayı yeterince güçlü dile getirememesi ve özellikle de bu travmanın görsel karşılığını bulamamış olmasının da payı var. Adamın geçmişteki anılarının hemen sadece karısı ile geçenlerle sınırlanmış olması bu görselliğin etkileyiciliğini/inandırıcılığını azalttığı gibi, bu sahnelerdeki erotizm de bir parça zorlama duruyor.

Taksi şoföründen komşulara ve restoranına kadar Berlin’deki Türklerin de epeyce yer aldığı film bu “etnik” karakterleri kullanma şeklindeki doğruluğu ile takdiri hak ediyor. Türkleri Türk oyuncuların oynadığı, diyalogların ve duyduğumuz kelime ve cümlelerin (“gürültülü seks” sırasındaki ifadeler dahil olmak üzere!) gerçekçiliği nerede ise herhangi bir Türk filminden daha üst düzeyde ki bu durumu filmin yaratıcılarının profesyonelliği ile açıklayabiliriz kuşkusuz. Buna karşılık filmin kaçınamadığı ve titiz bir seyirciyi rahatsız edebilecek başka bir problemi var benzer bir konuda: Hikâye zaman zaman “dünyanın tekin olmayan bir yerinde başı derde giren bir Amerikalı”yı anlatan bir tavır takınıyor. Alman güvenlik görevlilerinin kibirli beceriksizliklerinden rahatça içine girilip çıkılabilen hastane ve laboratuarlara film Almanya’yı bile Amerikalılar için güvenliksiz bir yere çevirmeyi başarıyor. Senaryonun kapsama alanını geniş tutup ucundan da olsa nazilerden komünistlere, soğuk savaştan Bosna’daki soykırıma uzanması ise daha çok bir zorlama havası taşıyor ve asıl hikâye üzerinde toplanması gereken ilgiyi dağıtıyor. Ne var ki soğuk savaşın o “soğuk ama sürekli tedirgin edici savaş hâli”ni anımsatan bir sahne filmin içerik açısından belki de en önemli anlarını getiriyor önümüze. Eski bir Stasi ajanını canlandıran Bruno Ganz ve bir kiralık katili oynayan Frank Langella’nın usta oyunculukları hikâyeyi kısa bir süreliğine de olsa aksiyonun ve harekete dayalı heyecanın kolaycılığından kurtarıyor ve nefes aldırıyor seyirciye. Bu ikilinin yüzleştiği sahnedeki ölüm bile “asilliği” ile filmin diğer tüm ölümlerinden farklı bir yerde duruyor ve içeriğin biçimin gerisinde kalmadığında filmin nereye ulaşabildiğini gösteriyor bize kısa bir süreliğine de olsa. Son olarak finalin “adalet” açısından, baş karakterinin geçmişi düşündüldüğünde soru işaretleri ile karşılanması gerektiğini de söyleyelim. Liam Neeson’ın gözlerindeki empatiye çağıran ifade ile karakterinin macerasına seyirciyi ortak etmeyi başardığı film, “Bourne” serisini çağrıştıran ama onun gerisinde kalan içeriğinden çok, eli yüzü düzgün anlatımı ile eğlencelik bir aksiyon olarak türün meraklılarının ilgisini hak ediyor.

(“Kimliksiz”)