The Sting – George Roy Hill (1973)

the-sting“İntikam almak aptallara göre; 30 yıldır dolandırıcıyım, hiç intikam almadım”

Ortağını öldüren çete liderinden intikam almak isteyen bir küçük dolandırıcının işinin ustası bir başka dolandırıcı ile yaptığı işbirliğinin hikâyesi.

George Roy Hill, iki büyük yıldız oyuncu Paul Newman ve Robert Redford’u bir araya getiren 1969 tarihli “Butch Cassidy and the Sundance Kid – Sonsuz Ölüm” filminden dört yıl sonra onlarla tekrar bir işbirliğine girmiş ve ortaya aralarında En İyi Film ve Yönetmen ödüllerinin de olduğu yedi Oscar alan (ilk film de dört Oscar kazanmıştı) ve bugün elbette artık bir klasik olarak kabul gören bir eser çıkmıştı. David S. Ward’ın orijinal senaryosundan yola çıkan film dört temel cazibe kaynağına sahip: Hikâyesinin zekice yazılmış olması, Newman ve Redford ikilisinin varlığı ve aralarındaki mükemmel uyum, set ve kostüm tasarımlarının başarısı ve yönetmen Hill’in hikâyeyi mizahı, dinamizmi, zarafeti yerinde bir sıcaklığı olan bir sinema dili ile anlatması. Finaldeki sürprizi ve sonuçta yasadışı işler yapan iki kişi olan baş karakterlerinin akıbetini içtenlikle merak etmenizi sağlaması ile de önemli olan film, o tarihten sonra çekilen onca benzerinden sonra bugün belki o denli zekî veya büyük görünmüyor ve hatta bir parça eskimiş de duruyor olabilir ama bunlar filmin değerini düşürmüyor. Görülmesi gerekli bir klasik bu.

Charley ve Fred Gondorf adlarını taşıyan iki kardeşin gerçek maceralarından esinlendiği söylenen hikâyenin eğlenceli olduğunu belirtmek gerekiyor öncelikle. Robert Shaw’ın keyifli biçimde canlandırdığı çete reisinin içine çekileceği tuzağın hazırlıkları ve tüm oyun aşaması eğlenceli bir dille anlatılıyor bize ve hafif bir mizah bu suç filminin çekiciliğini artırıyor kesinlikle. Hikâye, “kahraman”ı olan iki suçlunun yaşadıklarını anlatıyor bize ve onların karşısına bir başka suçluyu koyuyor; böyle bakınca da aslında bir masum yok filmde. Ne var ki hikâye öyle ilerliyor ve, Newman ve Redford ikilisi o denli samimi olarak oynuyorlar ki karakterlerini, onların suçlu olduklarını unutuyorsunuz bir süre sonra. Tıpkı dört yıl önceki birlikteliklerinde olduğu gibi ikili yine karakterlerine “aşık” olmasını sağlıyorlar seyircilerin ve kendi taraflarına çekiyorlar onları. Oynadıkları zekî oyun, bu oyunun hazırlık ve oynanma süreçleri doğru bir tempo ile (ne abartılı bir hız ne de sakin bir tempo bu ve tam da olması gerektiği gibi) karşımıza gelirken hem heyecanlandırmayı hem de eğlendirmeyi başaran, bunu yaparken de ne gereksiz sertiklere ne de ucuz erotizme başvuran bir anlatım tercihi çok doğru olmuş film için ve yönetmen George Roy Hill de filmin tüm öğelerini (teknik ve artistik) usta bir orkestra şefi gibi idare etmiş görünüyor aldığı ödülü hak ettiğini kanıtlayacak şekilde.

Hikâye 1936 yılında geçiyor olsa da, müzik olarak hem Scott Japlin’in 1900 ile 1910 arasında bestelediği eserler seçilmiş hem de bu müzikleri yeniden düzenleyen Marvin Hamlisch film için özgün besteler üretmiş. Soundtrack çalışmasının keyif kattığı film, Robert Redord’un oyuncu olarak Oscar’a aday olduğu tek film ve senaryo gereği burada Newman’ın önüne geçmiş görünüyor. Gerçekten güçlü bir oyun sergiliyor Redford ve karakterinin intikam arzusunu ve arada yaşadığı tedirginlikleri ve endişeleri çok iyi yanısıtıyor seyirciye. Çeteye karşı rol yaparken karakterini farklı bir vücut dili ile konuşturması ve yürütmesi akıllı ve etkileyici bir numara olmuş kesinlikle. Newman ise daha olgun olarak çizilmiş karakterini eğlenceli de olmayı başaran daha ekonomik ve doğru bir performansla sergilemiş. Evet, iki oyuncu da bireysel olarak hayli başarılı ama filme daha da büyük bir katkıyı aralarındaki uyum aracılığı ile yapıyorlar. Tüm ikili sahneleri, birbirleri ile konuştukları veya konuşmadan bakışarak anlaştıkları tüm sahneler görüntüye ancak gerçekten bir yıldızın yaşıyabileceği bir parıltı getiriyor ki etkilenmemek mümkün değil. Üstelik burada bir değil, iki yıldız birden var karşımızda!

Her ikisi de Oscar kazanan sanat yönetmenliği ve kostüm (bu dalda tam sekiz Oscar’ı olan Edith Head’e ait kostüm tasarımları) çalışmalarının titizliği ve göz alıcılığı filme değer katarken, gerek açılışta gerekse bölüm başlıkları ile birlikte ve ayrıca kapanışta gördüğümüz zarif çizimler de (Jaroslav Gebr çizmiş bu resimleri) benzer şekilde filmin görsel gücüne katkı sağlamış. On yıl sonra, 1983’te yine David S. Wards’ın senaryosu ama farklı yönetmen ve oyuncularla çekilen ve pek başarılı bulunmayan bir devam filmi de (“The Sting II”) olan bu klasik, finalde pek çok karakteri gibi seyircisini de şaşırtmayı başaran sürprizi ile de ilgi topluyor ve işte o “saf ve özenli” bir eğlenceyi sunan hâli ile kesinlikle görülmeyi hak ediyor. Newman’ın sevgilisi rolünde başarılı bir oyun veren Eileen Brennan’ın yüzündeki ifadeden açılışta tanık olduğumuz sokaktaki evsizlerin görüntülerine dönemin kriz içindeki Amerikan hayatının trajedisine üstü örtülü göndermeleri olan, Robert Surtees’in sarı/kahverengi ağırlıklı görüntülerinin yarattığı sıcak ve nostaljik havası, hikâyesindeki boşlukları keyifle unutmanızı sağlayan samimiyeti ve, Newman ve Redford ikilisinin büyüsü ile görülmesi gerekli bir klasik bu özetle.

(“Belalılar”)

Postacı – Roger Martin du Gard

postaci1937 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Fransız yazar Roger Martin du Gard’ın bir romanı. 1922 ile 1940 yılları arasında yayımlanan sekiz ciltlik dev romanı “Les Thibault – Thibault’lar” ile “ırmak-roman” türünün en çarpıcı örneklerinden birini üreten yazar, on dokuzuncu yüzyılın doğalcılık ve gerçekçilik akımından izler taşıyan yaklaşımı ile de bilinen bir isim. Orijinal adı “Vieille France – Eski Fransa” olan roman İngilizce olarak ve bizde “Postacı” adı ile yayımlanmış. Kitabın orijinal adı aslında çok daha doğru bir tanımla, anlatılanın bir toplumun (dönemin taşra Fransa’sını temsil eden bir köy denebilir) hikâyesini okuyacağımızı söylerken, Postacı ismi sanki daha çok bir karakterin hikâyesine tanık olacağımızı söylüyor bize. Oysa her ne kadar ön planda olan postacı karakteri olsa da roman temel olarak -girişteki kısa ama doyurucu tanıtım yazısında da belirtildiği gibi- “Fransız köy hayatının hayli sert ve hayli insafsız bir tablosu”nu anlatıyor okuyucuya. Dünya savaşlarının birincisi ile ikincisi arasındaki bir tarihte bir köyün bir gününü anlatıyor roman bize; daha doğru bir ifade ile söylemek gerekirse, postacının bir günü boyunca köyün karakterlerini birer birer tanıtırken, onların üzerinden köyün/toplumun sert ve insafsız olduğu kadar karamsar da olan bir portresini çiziyor.

On iki yıldır hiç değişmeyen bir rutin içinde köyün postacılığını üstlenen Joigneau’nun bir gün boyunca posta dağıtımı sırasında karşılaştığı karakterleri bildiğimiz/alıştığımız bir olay örgüsü içinde ele almamış Roger Martin du Gard. Bunun yerine her bir karakteri doyurucu bir şekilde tanıtıyor ve aralarındaki ilişkileri sergiliyor sadece. Roman boyunca birtakım planlara tanık oluyor ve doğal okuyucu refleksi gereği olarak buradan bir olay örgüsü bekliyorsunuz ama yazarın niyeti o değil. Du Gard olabilecekleri okuyucuya bırakıyor ve bir bakıma hedefi açısından çok da doğru yapıyor: Yazarın derdi aldatmalar, doyumsuzluklar, rüşvet, ensest ilişkiler, baştan çıkarmalar, taassup, çıkar kavgaları, entrikalar ve benzeri tüm olumsuzluklarla bir toplum resmi çizmek daha çok. Biten bir savaşın yıkımının izlerini de taşıyan, ufuktaki ve henüz bilmedikleri bir savaşın trajedisine doğru ilerleyen bir toplumun hayli kötümser bir resmi bu ve yazar postacı ile birlikte köy içinde dolaşırken bize ardı ardına umutsuz portreler gösteriyor. Romanın sonunda bile, bir olumlu resim ile bitirecek gibi yaparken ters köşeye yatırıyor okuyucuyu son cümlesi ile.

Roman karakterlerinden birinin “… kendi yalnızlığını, köyün hayatını, halini ve insan tabiatındaki hayvan tarafını düşündü: “Dünya niçin böyle? Bu, gerçekten toplumun kusuru mu?” Ve kendi kendine o kadar sık sorduğu soru, onu, gene kavradı: “Yoksa bu, İNSAN’ın kusuru mu?” cümleleri ile ifade eden sorgulamasını okuyana da yaşatan ve ilgiyi hak eden bir roman bu, özet olarak.

(“Vieille France”)

Goodbye Again – Anatole Litvak (1961)

goodbye-again“Bu sabah bir kadınla tanıştım: Sıcak, neşeli ve üzgün. Gözlerinde derin bir hüzün var”

40 yaşında dul bir Amerikalı kadın, kendisi gibi dul olan Fransız sevgilisi ve kadının hayatına giren 24 yaşında Amerikalı bir gencin Paris’te geçen hikâyesi.

Fransız yazar Françoise Sagan’ın “Aimez-Vous Brahms?” adlı romanından uyarlanan bir ABD – Fransa ortak yapımı. Senaryosu Samuel A. Taylor tarafından yazılan ve yönetmenliğini Anatole Litvak’ın üstlendiği filmde Ingrid Bergman, Yves Montand ve Anthony Perkins gibi üç güçlü oyuncu üstlenmişler başrolleri; karizmaları ve başarılı oyunculukları ile de filme damgalarını vurmuşlar. Sagan’ın romanında da olduğu gibi baş karakterlerden ikisi Amerikalı olsa da film hikâyesi ve atmosferi ile aslında bir “Fransız” olması ile öne çıkıyor ki bu çelişkili durum filmin kimi zayıflıklarının da açıklayıcısı aynı zamanda. Klasik sinemanın zaman zaman melodrama kayan romantik dramlarından biri olarak özellikle bu tür filmlerden hoşlananların kesinlikle görmesi gereken bir çalışma bu ve sinemanın asıl olarak odağına insanları alan bir hikâye anlattığında nasıl çekici olabileceğinin de kanıtı. Georges Auric imzalı çekici romantik müziğinin yanısıra Brahms’ın 3 ve 4 numaralı senfonilerinden de yararlanan filmin romandan kaynaklanan kadın bakışı da ayrıca önemli.

Evet, hikâyenin iki önemli karakteri Amerikalı ve yönetmen Hollywood dönemi öncesinde Avrupa’da da çalışmış olan ama temelde klasik Amerikan sinemasının önemli isimlerinden biri olarak tanınan Anatole Litvak olsa da bu film kesinlikle bir Fransız filmi. Hikâyesinin içeriği, kadının hikâyenin odak noktasındaki yeri ve Time dergisindeki eleştiride belirtildiği gibi “restoranlarda ve araba içinde geçen tüm sahneleri” filme tam bir Fransız atmosferi katıyor. Hatta finalde kadının ve ona aşık olan genç adamın “kaybedenler” tarafında, adamın ise “kazananlar” tarafında olmasını da onun “kendi evinde” oynamasına bağlamak mümkün. Bu siyah-beyaz klasik özellikle Paris’i orada yaşayanları ile birlikte 1960’ların “caz” havasına uygun bir biçimde kullanıyor ve ortalama bir Amerikan filminde karşımıza çıkacak ve rahatsız edecek bir durumdan da ustalıkla sakınıyor: Film Paris’e bir turist gözü ile bakmıyor onca dış sahnesine rağmen ve hikâyesini bu bağlamda bakınca yerel bir gözden anlatıyor bize. Anthony Perkins’in sevgilisi ile buluşma zamanını beklerken arabası ile Paris’te dolanıp durduğu sahne örneğin, asla Paris bulvarlarında gezintiye çıkarmıyor bizi; sadece bu karakterin mutlu ve coşkulu çocuksuluğuna ortak ediyor bizi ve şehirin herhangi bir öğesini vurgulamadan onunla birlikte başıboş bir tatlı serseri gibi dolaştırıyor bizi sadece. Bu açıdan filmin düzeyini yükselten bir doğru tercihte bulunmuş görünen filmin temel kusuru (belki de eksikliği demek daha doğru) filmin mizansenine sızmış olan Amerikan havası. Anatole Litvak kimi sahnelerde gösterdiği uçarı havayı tüm filme yay(a)mamış ve bu nedenle bir fırsatı da kaçırmış aslında. Yukarıda sözü edilen araba ile dolaşma sahnesinden kadının sevgilisi ile ilk tartıştığı sahneye kadar kimi örnekleri olan bu farklı hava filme bir Fransız veya daha genel söylersek bir Avrupalı yönetmenin katabileceği kadar çok olmamış ne yazık ki. Filmin kimi sahneleri tam da bu nedenle gereğinden fazla Amerikalı atmosferi ile yeterince güçlü olamamış görünüyor.

Kadın ve adam beş yıldır birliktedir ve kadın adamın tüm çapkınlıklarının da farkındadır; evlenmeyi beklemediğini söylese de sevdiği bu adamla ilişkisinin kalıcı olmasını arzu etmektedir aslında. İşte bu sırada karşısına çıkan bir başka adam gençliği, enerjisi, sevecenliği, tutkusu ve gösterdiği ilgi ile onu kendisine çekmeyi başarır. Adamın çapkınlıkları sessizce sineye çekilirken, kadının bu ilişkisinin üç karakterin de hayatını tümden etkilemesi ve kadının kendinden genç bir erkekle birlikte olmasının dedikodulara neden olması toplumun ikiyüzlülüğünü gösteriyor bize ve bu açıdan bakınca da kadının -ne yazık ki- gerçekçi finaline rağmen bu sona kadarki tutumu ve kararları açısından bir feminist yanı olduğunu da söylemek mümkün hikâyenin. Litvak, Yves Montand’ın karakterinin kadınlara düşkünlüğünü ve bu konudaki rahatlığını daha ilk sahneden başlayarak tüm film boyunca gösteriyor bize özellikle ve bununla erkek ile kadının ilişkiler konusunda nasıl farklı kalıplarla değerlendirildiğini vurguluyor. Kadının genç sevgilisi sorumluluk almaktan, çalışmaktan hoşlanmayan ve yaşına göre bile büyümemiş görünen bir karakter ve hikâyedeki yeri sanki daha çok kadının kendisini sorgulamasına yarıyor gibi. Genç adamın kadına söyledikleri (“Sevmek? Ben de annemi seviyorum, eski arabamı, bakıcımı… Onu sevdiğini söylüyorsun ama yalnızsın, pazar günlerini yalnız geçiriyorsun, yalnız yemek yiyorsun.. hangi sıklıkta yalnız uyuyorsun?”) kadını harekete geçiriyor bir bakıma ama kadının gücünün önyargılara ve alışkanlıklara karşı ne kadar dayanıklı olacağı konusunda da bizde alttan alta hep bir kuşku uyandırmayı başarıyor senaryo. Film açılışına çok benzeyen bir kapanış ile sonlanırken kadının yazgısının onun bireysel hikâyesi olmaktan çok tüm kadınlara ait olduğunu söylüyor bize.

Ve üç yıldız, üç güçlü oyuncu. Montand oldukça sade ama doğal ve gerçekçi bir oyunla canlandırmış karakterini. Bergman ise hikâyenin onun etrafında dönmesini sağlayan senaryonun da yardımı ile mutluluktan hüzne kuşkudan coşkuya gidip gelen kadını çarpıcı bir güçle getirmiş karşımıza ve klasik oyunculuğun kimi zaman ne muhteşem olduğunu hatırlatıyor bir kez daha. Filmin oyunculuk açısından öne çıkan ismi ise sanki Anthony Perkins olmuş: Aslında zor bir rol ve oyuncunun bir önceki rolünün Alfred Hitchcock’un “Psycho – Sapık” filmindeki “sapık” olduğunu düşünürsek buradaki çocuksuluğa bu derece rahat bürünebilmiş olması gerçekten şaşırtıyor seyredeni. Litvak’ın keşke bir parça daha uzun tutsaydı demekten kendinizi alamayacağınız “yağmur altında bekleme” sahnesi Perkins’in yüz ifadesi ile çok daha güçlü olmuş kesinlikle. Küsen, hüzünden bir anda çılgın bir coşkuya geçen “manik depresif” karakterin ruh haline o denli başarı ile girmiş ki Perkins, kendisine “aşık ediyor” seyredeni ve yanına çekiyor kesinlikle.

Duyguların depreştiği “dörtlü” dans sahnesi gibi anlarını da düşününce filmin neden ABD’de o denli ilgi görmeyip olumlu eleştirileri genellikle Avrupa’da aldığını anlamak mümkün. Anlaşılan Amerikan halkı hikâyeyi bir parça cüretkâr bulmuş ama elli beş yıl sonra bugün filme bakınca eksik kaldığı yönünün de cüretkârlığında yeterince ileri gitmemiş olmaması görünüyor. Burada asıl olarak hikâyenin değil, yönetmenliğin yeterince cüretkâr olmamasından söz ediyorum. Daha Avrupalı, daha yenilikçi olmalıymış sinema dili kesinlikle. Yine de Douglas Sirk’ün filmlerinin havasından esinlenen ama onlar kadar melodramatik olmayan (belki de olmalıydı diye düşünmek mümkün) filmde genç adamın annesi rolündeki Jessie Royce Landis’in de sağlam bir yardımcı oyunculuk sergilediğini söylemeyi atlamamak gerekiyor. Genç sevgilisine ağlayarak yaşlı olduğunu söyleyen, ayna karşısında makyajını temizlerken yaşlandığını düşünen Bergman’ı ve elbette göründüğü her kare ile Perkins’i izleme fırsatı veren film bugün bir parça eskimiş görünebilir ama görülmesinde yarar var kesinlikle.

(“Aimez-Vous Brahms?” – “Brahms’ı Sever misiniz?”)

Mommy – Xavier Dolan (2014)

mommy“Hiçbir anne bir sabah uyanıp artık oğlunu sevmemeye başlamaz. Anlıyor musun? Değişecek olan tek şey seni gittikçe daha da çok sevecek olmam. Ama sen beni gittikçe daha az seveceksin… Hayatın akışı bu ve bunu kabul etmemiz gerekir. İşlerin doğal akışı bu ve sen de bir gün bunu anlayacaksın. Ne dediğim açık mı, anlıyor musun?”

Bekâr bir anne, “dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu” olan oğlu ve hayatlarına giren bir komşu kadın arasındaki ilişkilerin hikâyesi.

Kanadalı genç sinemacı Xavier Dolan’ın yazdığı ve yönettiği, 2014 yapımı bir film. Henüz yirmi yaşındayken çektiği “J’ai Tué Ma Mére – Annemi Öldürdüm” ile sinemaya sağlam bir giriş yapan ve daha sonra çektiği tüm filmlerle de hep ödüllendirilen Dolan bu beşinci filminde ilk filminde olduğu gibi bir anne ve oğul ilişkisini anlatıyor, tüm çetrefilli yanları ve güzellikleri ile. Sanatçının sinemaya getirdiği taze ve yenilikçi bakışın izlerini taşıyan çalışma kolayca sıradan ve klişe olabilecek bir hikâyeyi kimi anlarında hayli parlak bir başarı ile anlatıyor bize ve gerçek bir sinema keyfi yaşatıyor sık sık. Hayalî bir kanun (ebeveynlerin ciddi davranış sorunları olan çocuklarının velayetini devlete devretmesine imkân veren bir kanun bu) nedeni ile bir annenin zor bir çocuk karşısında karşı karşıya kaldığı ikilemi ve mücadelesini anlatırken sevgi üzerine de çok şey düşündürüyor seyirciye film. Komşu kadının da katılması ile nerede ise bir üçlü “aşk”a dönüşen hikâyeyi anlatırken başvurulan teknik tercihler de filme bir farklılık katmış kesinlikle. Cannes’da Jüri Ödülü’nü paylaşan yapım melodram, dram ve hatta -klasik anlamı ile olmayan bir şekilde- müzikal havasını taşırken, üç baş oyuncusu (anne rolündeki Anne Dorval, komşu kadını oynayan Suzanne Clément ve çocuğu oynayan Antoine-Olivier Pilon) ile de dikkat çekiyor. Diyalogların yerini sessizliğe çok fazla bırakmadığı bu “gürültülü” film müziği kullanımı ile de başarılı ve görülmeyi kesinlikle hak ediyor. Hikâyelerini anlatırken karakterlerinin kimliklerini (cinsel kimlikler bunlar çoğunlukla) çıkış noktası yapan ve burada olduğu gibi onların sınıfsal aidiyetlerini unutan bir isim Dolan ki bu bir süre sonra bir tıkanmaya veya tekrara neden olabilir eserlerinde, ve bu filmin de belki kaçırdığı bir fırsatın da nedeni oluyor bu yaklaşım: Film sosyal gerçekçi bir bakışı ihmal ediyor. Bu kusuru bir yana bırakılırsa, Dolan bir kez daha çekici sineması ile sinemaseverlere hayli keyifli anlar sunuyor yine. Kaçırılmamalı.

Dolan hikâyesini anlatırken görüntünün oranları için farklı bir tercihte bulunmuş ve görüntünün boyunu ve enini eşitlemiş. Günümüz sinemasında genellikle 1.85’e 1 veya 2.35’e 1 olarak kullanılan oranlar bu farklı tercihle görüntünün bir dikdörtgen değil bir kare olarak karşımıza gelmesini sağlamış. Dolan bunu tercih etmesinin sebebi olarak “karakterlerin -bize yansıyan- duygularını çoğaltmak” arzusunu gösteriyor ve açıkçası zaman zaman başvurduğu yakın planların da yardımı ile bu arzusunu fazlası ile gerçekleştirmiş görünüyor. Annenin ağladığı ve oğlunun onu teselli ettiği sahne bu “duyguları çoğaltma” işinin çarpıcı bir başarı ile yakalandığı sahnelerden biri oluyor ve yönetmenin derdini çok iyi anlatıyor bize. El kamerası ile çekilen sahnelerin ağırlıkta olduğu filmin hikâyesi bir anne ile oğlu arasındaki ilişkiyi anlatırken bize, bu ilişkinin inişli çıkışlı anlarını -çocuğun psikolojik rahatsızlığı nedeni ile hayli zorlaşan bir ilişki bu- tüm çıplaklığı ile gösteriyor. Dolan’ın oğlanın rahatsızlığını belki sembolik bir anlamda kullandığını düşünmek de mümkün; bu ilişkinin doğasında var olan “hastalıklı” karakteristiğinin altını çiziyor denebilir bu kullanım şekli ile.

Dolan filminde kimi gerçek kimi hayal edilen mutluluk sahneleri yaratmış ki görselliği ile kesinlikle kayıtsız kalınamayacak anlar bunlar. Örneğin annenin oğlunun (ve dolayısı ile kendisinin) gelecekteki mutlu hayatını hayal ettiği düşsel sahne kurgusu, görselliği ve kamera hareketleri ile göz alırken, anne ve komşu kadının bisikletle oğlanın ise kaykayla gezindiği sahne sakin düşselliği ile etkiliyor seyredeni. Dolan’ın zaman zaman başvurduğu yavaşlatılmış çekimler zamanın karakterler için durduğu ve açıkçası sizin de durmasını isteyeceğiniz anlarda akıllıca kullanılıyor ve yönetmenin teknik becerideki ustalığının bir göstergesi oluyorlar. Karaoke sahnesinden doğum günü sahnesine güçlü bir duygusallık yakalıyor Dolan ve seyircisini karakterlerinin hislerine ortak etmeyi başarıyor. André Turpin’in sarı renk ağırlıklı görüntülerinin, hikâyenin içerdiği sıcak anların örtmediği trajedisine hoş bir zıtlık yarattığı filmde, aralarında kapanış jeneriğinde dinlediğimiz Lana Del Rey şarkısı “Born To Die”ın da yer aldığı şarkılar ve filmin Noia imzalı müziği de birer çekicilik kaynağı olarak yerlerini almışlar.

Dile getirilenler kadar getirilmeyen aşklar/arzuların da damgasını bastığı bir hikâyesi var filmin: Çocuğun annesi ile ilk kez geldiği mahallede bir erkek çocukla kısacık süren bakışmaları ve elbette iki kadın arasındaki ilişkinin hep ortada duruyor gibi görünen ama hiç konuşulmayan karakteri. Bu suskunluklar filme hayli hüzünlü bir hava da katıyor ve Dolan’ın bilinçli olarak “başıboş bırakılmış” görünen anlatım biçiminin yarattığı “kaos”a tuhaf bir uyum içinde denge getiriyor. Anne Dorval’ın zor bir rolün altından zaman zaman bir parça fazla gösterişli görünmesine rağmen rahatlıkla kalktığı filmde Suzanne Clément daha sakin bir performansla hikâyenin dile getirilemeyen yanlarının sembolü olmayı başarıyor. Genç oyuncu Antoine-Olivier Pilon ise hiç yerinde duramayan, bir duygudan ötekine savrulan ve tehlikeli bir öfkeden sevecen bir çocuksuluğa gidip gelen karakterini hayli dinamik bir oyunculukla getiriyor önümüze ve ilgiyi hep üzerinde tutmayı beceriyor göründüğü her karede. Her üç oyuncu ile de daha önce çalışmış Dolan ve belki bunun da etkisi ile üçü arasında dikkat çeken bir uyum yakalamış görünüyor. Yönetmenin belki de en büyük başarısı, genel olarak bakıldığında, bir yandan naif duran ama bir yandan da hayli güçlü görünen, bir başka ifade ile söylersek olgunluğun/oturmuşluğun tazeliğe/yenilikçiliğe baskın çıkmamayı başardığı bir sinema dili yaratması ve bu dili kendisine ait kılabilmesi; dolayısı ile sevmeyenlerinin de bir şekilde en azından ilgi göstereceği filmler çekiyor Dolan bu örnekte olduğu gibi. Sadece yazmak ve yönetmekle kalmayıp, filmin kurgusunu yapan, yapımcılarından biri olan ve kostümlerin tasarımını da yapan sanatçının yeteneğinden kuşku duymak imkânsız elbette ve onun şimdilik hep kişisel hikâyelerin peşinde koşup, kendi ifadesi ile “işçi sınıfından karakterler”i anlattığı bu hikâyede bile toplumsal veya sosyal boyutlardan uzak durmasını da eleştirmeye hakkımız yok, en azından şimdilik. Yine de, çok uzun sürmesini dilediğimiz kariyerinde hikâyelerini toplumsal olana bir parça daha yaklaştırmasını beklemek pek de yanlış olmasa gerek.

(“Ana”)