“Sevgisiz hiçbir şeyin asla yaşayamayacağı bir dünya içinde var olmak ne mutluluktu!”
1940’lı yılların başında İstanbul’da eski ve büyük bir konağın odalarında kiracı olarak yaşayan yoksul insanların bir çocuğun gözünden anlatılan hikâyesi.
Kemal Demirel’in “Evimizin İnsanları” adlı anı kitabından uyarlanan bir film. Senaryosunu Kemal Demirel, Tunç Başaran ve Ümit Ünal’ın yazdığı filmin yönetmenliği Tunç Başaran üstlenmiş. Hikâyenin gözünden anlatıldığı çocuğun yetişkin halinin anlatıcı rolünü üstlendiği hikâyede Müşfik Kenter’in sesinden duyduklarımız ve gördüklerimiz yoksul ama dayanışma ile ayakta durmayı başarabilen bir grup insanı tanıtıyor bize. Zengin bir oyuncu kadrosunun yer aldığı film önemli eksiklikleri olsa da, 1990’lı yılların başında zor bir durumda olan Türkiye sinemasının eli yüzü düzgün çalışmalarından biri olarak ilgiyi hak ediyor. Çocuğu canlandıran Emin Sivas’ın performansının önemli kozlarından biri olduğu film, bir anı kitabının “hikâyesizliği”nin sıkıntıları yeterince giderilemese de, hissettirmeyi başardığı dayanışma ruhu ile önemli bir çalışma.
Film Yunus Emre’nin bir dörtlük ile açılıyor: (Jenerikte yazıldığı hali ile)“Gelin tanışık edelim / İşin kolayını tutalım / Sevelim sevilelim / Bu dünya kimseye kalmaz”. Eski bir konağın odalarında kalan yoksul kiracıların bir komün hayatı olarak tarif edebileceğimiz yaşamlarını sevimli bir çocuğun gözünden anlatan film gerçekten de Yunus Emre’nin şiirine uygun bir şekilde sevgiyi ve dayanışmayı yüceltiyor tüm hikâyesi boyunca. İyi niyetli ama sinemasal açıdan pek de önemsiz olmayan problemleri olan film çocuğun anlatıcı olarak sesinin de yarattığı nostaljisi ve eski “zor ama güzel” günlerin özlemi ile de ilgi çekebilir. “Geriye dönüp bakıyorum da, biz elli yıl önce açtık ama açlığımızı adam gibi yaşıyorduk, mutluyduk” cümlesinin de bir özeti olabileceği gibi tüm yoksulluklarına rağmen yaşamlarına bir mutluluk duygusu da katabilen insanları getiriyor karşımıza film. İkinci Dünya Savaşı yıllarındayız; geceleri hava saldırılarına karşı karartma uygulamasının yapıldığı, ekmeğin karneye bağlanacağının konuşulduğu bir dönem bu. Zaten zor günlerden geçen bir ülkede yoksullukları ile daha da zorlaşan yaşamları var bu insanların. Birbirleri ile sıkı bir dayanışma içindeler ve konağın ortak bahçesinin ve tuvaletinin de desteklediği bir ortak yaşamı sürüyorlar.
Senaryonun kaynak kitabın anı formatını bir film hikâyesine yeterince dönüştürememiş olması filmin en temel sıkıntısı; böyle olunca da, final hariç, film bir karakter sergisi havasında ilerliyor çoğunlukla. Teknik sorunları da var senaryonun: Açılış sahnesinde çocuğun -büyümüş halinin- sesinden duyduğumuz “Küçükken ne zaman canım sıkılsa gözlerimi kapar, “Geçti işte, geçti. Şimdi gözlerimi açacağım ve hepsi bitmiş olacak” derdim. Gerçi benim çocukluğumda geçmesini istediğim zamanlar çok olmadı ama o gece nedense vakit geçmek bilmiyordu” sözlerinin hemen ardından o gece bir şey olmasını bekliyorsunuz ama olan şeyin önemini hemen hiç hissettiremiyor film ve bu sözler de boşa düşüyor örneğin. Babanın öfke ile bıçakladığı kuş tüyü yataktan havaya fırlayan tüylerle yaratılan düşsel (veya bir yere bağlan(a)mayan kuyudaki ışığın da desteklediği gibi masalsı) hava da filmin geneli içinde düşünüldüğünde ayrıksı bir fantezi gibi duruyor. Bir lastik çizme sahibi olmayı hayal eden ve bunun umudu ile bile mutlu olabilen çocuğun çalıştığı yazlık sinemanın potansiyelini de kullanmıyor senaryo ve onun arkadaşlarına bir filmi canlandırdığı ve zorlama görünen sahne dışında hiçbir ilişki kurmuyor sinema ile.
Film adını dayısının çocuğa söylediği “Piano piano, bacaksız” (“Yavaş yavaş”) sözlerinden alıyor. Tüm hayali İtalya’da yaşamak olan ve konaktaki herkesin hayatını az da olsa değiştirmeye çalışan bu adamı canlandıran Rutkay Aziz’in -özellikle tüm konak halkına başarısını anlattığı sahnede rahatsız eden bir şekilde- bir parça tiyatro havasında oynadığı filmin karakterlerini yargılamaması ve bu yoksul insanları idealize etmemesi önemli. Pazarda küçük hırsızlıklar yapan (“Biz namuslu hırsızız; iki taneden birini çalarız”), dayının yasadışı planına toplu halde destek veren ve dertlerini birbirleri ile açık yüreklilikle paylaşan bu yoksul insanlar üzerinden ne zorlama bir isyankârlığa ne de bir yoksulluk güzellemesine başvurması filmin sahici görünmesini sağlamış ki hikâyenin önemli kozlarından biri bu. İlerledikçe havasına girdiğiniz film, bir hikâye beklentinizi düşürerek seyretmeniz gereken ve nostalji ile sarılı bir anılar dizisinin havasına kendinizi bırakmanız gereken bir çalışma.
Caz müzisyeni Can Kozlu’nun bir film müziği olarak başarı olan çalışması filme ne dönem ne de içerik olarak uygun düşüyor ve özellikle hikâyenin sıcaklığına hayli zıt bir yerde duruyor ilginç ve rahatsız edici bir şekilde. Hitler’in Fransa’ya girmek üzere olduğu dönemde geçen ve bu faşist liderin temsil ettiğinin tam karşıtı bir yönde duran bir çocuğun masumiyet ve umut ile örülü dünyasını anlatan film kendisine yakışan naif havası ile de ilgiyi hak ediyor. Set tasarımları ve kostümlerdeki başarısı da takdiri hak eden film Kemal Demirel’in şu satırlarını sinema perdesine taşıması ile de önem taşıyor: “İnsanın yoksulu, hele çocuksa bir de benim gibi; barıştan yanadır, umuttan yana”.