“Sen, ben ve çocuklar; birlikte bir elma bahçesi, bir tarla gibiyiz biz. Derken tarlanın dışında büyüyen ve bizimle birlikte çiçek açan başka bir elma ağacını fark ediyorum. Daha çok çiçek, daha çok elma… Biliyorsun işte, var olanı çoğaltıyor bu”
Mutlu bir evliliği olan iki çocuklu bir erkeğin başka bir kadına da âşık olması ile yaşananların hikâyesi.
Agnès Varda’nın yazdığı ve yönettiği bir Fransız filmi. “Hiçbir neden yokken” bir başka kadına da âşık olan ve karısı ile birlikte onu da hayatında tutan bir adamın hikâyesi anlatılan. Filmin adının da özellikle vurguladığı gibi mutluluk üzerine, mutluluğun bileşenleri üzerine zarif ve dokunaklı bir çalışma bu ve Varda’nın özgün yönetmenlik çalışması ile ayrıca değer kazanan bir klasik. Başroldeki Belçikalı oyuncu Jean-Claude Drouot’ya eşi rolünde, gerçek hayatta da eşi olan ve tüm sinema kariyeri bu filmle sınırlı olan Claire Drouot’nun eşlik ettiği iki filmde iki çocukları da kendilerini canlandırmışlar bir bakıma. “Diğer kadın”ı Marie-France Boyer’in canlandırdığı filmde Varda üç ana karakterinin tümüne tam bir tarafsızlıkla yaklaşıyor ve herhangi bir mesaj kaygısı gütmeden, onların bu üçlü ilişki durumuna karşı takındıkları tavrı anlatıyor bize. İçeriği ve biçimi ile farklı, samimiyeti ve dürüstlüğü ile güçlü ve sinema dili ile çok önemli bir film bu.
Bir ayçiçeği tarlasında kameraya doğru yürüyen bir çekirdek ailenin görüntüsü ile başlıyor film. Varda’nın hikâye boyunca sık sık başvuracağı mutluluk resimlerinden biri bu. Baba, anne ve ellerinden tuttukları, bir kız biri erkek iki çocuk bu resmin ana öğeleri olarak ve flu bir şekilde gösteriliyorlar bu resimde. Varda resmin adını koymaktan da çekinmiyor ve bu görüntünün üzerine filmin adını yerleştiriyor: “Le Bonheur – Mutluluk”. Varda naif denebilecek bir yaklaşımla görüntüye birden çok ayçiçeğini ve tek bir ayçiçeğini dönüşümlü olarak getirerek görsel bir küçük oyuna da girişiyor bu açılış sahnesinde. Ve bu sahne bir başka mutluluk tablosuna, aynı ailenin piknik görüntülerine bağlanıyor. Sinema tarihinde mutluluğun, aile olmanın ve birlikte olmanın bu derece güzel ve doğal olarak sergilendiği nadir filmlerden biri seyretmekte olduğumuz. Güzel bir pazar günü mutluluğunun resmi bundan daha iyi çizilebilir miydi ve çizilen de bu derece doğal görünebilir miydi bilmiyorum ama bu açılış sahneleri ile göz yaşartacak bir başarı yakalıyor Varda. Mozart’ın eserlerinin eşlik ettiği ve müziğin vurgulu bir şekilde kullanıldığı bu sahneler filmin görsel tercihlerinin de en iyi örneklerinden biri. Claude Beausoleil ve Jean Rabier imzasını taşıyan görüntüler adeta izlenimci bir ressamın tablosunun canlandırılmış hâlini getiriyor karşımıza ve Varda’nın yönetmenlik becerisi de bu canlandırmayı biçimsel bir denemden öte ve inanılmaz bir şekilde doğal kılıyor.
Tam bir mutlu aile var karşımızda: Akrabaları ile birlikte marangozluk yapan bir adam, evde terzilik yaparak ve iki küçük çocuğu ile ilgilenerek hep kocasının yanında olan bir kadın ve birbirinden sevimli iki küçük çocuk. Varda bu resmi “bozulan bir yuvanın neden olduğu trajedi”yi anlatmak için kışkırtıcı bir şekilde kullanmıyor kesinlikle. Aksine -ve hatta kimi seyirciyi rahatsız edecek biçimde- en ufak bir provokasyonun peşine düşmüyor sanatçı. Öyle ki yaşanan gerçek bir trajediyi bile böyle bir yaklaşımın aracı yapmıyor yönetmen ve tümüne sevgi ve ilgi ile yaklaştığı ve birinin aleyhine diğerinin yanında taraf tutmadığı karakterlerini yargılama yoluna sapmıyor hiç. İşte tam da bu nedenle üç baş karakteri de anlıyorsunuz ve önyargılardan uzak yaklaşabiliyorsunuz siz de onlara. Üç iyi insan onlar ve kendilerini inanılmaz bir doğallıkla canlandıran oyuncuların başarısının da sayesinde o denli gerçek oluyorlar ki saf sinemanın gücünü hissediyorsunuz. Özellikle Jean-Claude Drouot’nun performansı müthiş bir güç barındırıyor içinde ve Varda’nın “büyükannesi” sayıldığı Yeni Dalga akımının da en kalıcı karakterlerinden birine imzasını atıyor usta bir oyunculukla. O denli gerçek ve o denli sevecen kılıyor ki karakterini eylemlerini/hislerini onaylasanız da onaylamasanız da yanında buluyorsunuz kendinizi.
Uçarı bir yönetmenlik anlayışının en parlak örneklerinden birini yaratmış burada Varda. Sahne geçişlerindeki kararmaları farklı renklerle gerçekleştirmesi (oldukça renkli bir film bu, kelimenin her iki anlamı ile), küçük kızın elindeki nesne ile birlikte kameraya doğru yaklaşması, reklam panoları ve vitrinlerdeki ifadelerin (“Ayartma”, “Gizem”, “Seviyorum”) hikâyenin ve karakterlerin hislerinin aracı olarak kullanılması gibi küçük oyunlarla filme dinamizm ve hafiflik sağlamış yönetmen. Görsel oyunlarının en çarpıcı örneklerinden biri adam ve yeni tanıştığı kadının bir kafede geçen sahneleri. Vitrinde yazılı kelimelerin de kullanıldığı bu sahnede zaman zaman, konuşan iki karaktere değil kafedeki bir başka müşteriye veya garsonun taşıdığı tepsiye odaklanıyor kamera ve onları net, ana karakterleri ise flu göstererek bu anları sıradanlıktan uzaklaştırıyor. Benzer bir biçimde “cinsellik” sahneleri de türünün en özgün örneklerinden kesinlikle. Bazıları tek karelik çekimlerden oluşan, diyaloglar ile vücut dillerinin birlikte “konuştuğu” bu sahneler göz alıcı bir doğal güzelliğe sahipler ve bu başarı Varda’nın kuralsız ve naif mizanseni ile daha da parlıyor. Bir kadının seven, gözeten ve çalışan ellerine odaklanıldığı sahnenin bir başka örneği olduğu “içerik ve biçim uyumu” ile de görsel başarısını hayli üst noktalara taşıyan bir film bu ve gerçek bir başarı kesinlikle.
Bir yaz gününün güzelliği ile başlayıp bir sonbahar gününün güzelliği ile sona eren, sarının açılışta ayçiçekleri ile kapanışta ise yapraklar ile egemen renk olduğu film mutluluğun ne olduğu ve mutlu olmanın mutlu etmekle ilişkisi üzerine seyircisini düşünmeye yönlendiren bir çalışma. “Basit” hikâyesini çok zarif bir şekilde anlatan film çekildiği günden bu yana çok farklı yorumlara neden olmuş. Anlattığı hikâyeye aslında alaycı bir şekilde yaklaştığını düşünen de var, “zina”yı teşvik ettiğini öne süren de; 1968’in yaklaştığı günlerin eseri olan filmin yavaşa yavaş dile getirilmeye başlanan feminist değerlerin izlerini taşıdığını iddia edenlerin karşısında ve tam tersi bir şekilde hikâyenin erkeğin tarafında durduğunu düşünerek filmi eleştirenler de olmuş; evliliği kutsayan bir hikâye anlatıldığını düşünen de var, evliliğin lanetlendiğini düşünen de. Açıkçası Varda’nın dürüst yaklaşımı tüm bu yorumların ötesine geçen bir içeriğe sahip: Onun sadece bir hikâyeyi tüm samimiyeti ve doğallığını katarak anlattığını ve mutluluk kavramını elle tutulur hâle getirdiğini düşünmeyi tercih ediyorum ben.
(“Happiness” – “Mutluluk”)