“Diyaloglar Arapça, böyle daha esprili oluyor; aşk sahneleri için Fransızca; doğruluk ve kesinlik için İngilizce. Babam Arap, annem İtalyan, karım Fransız. İspanyolca ve bir parça da Rusçayı hızlı ve anlaşılmaz bir şekilde konuşurum. İskenderiyeli olduğum için, kuşkusuz Yunancayı da kıvırabiliyorum”
En sevdiği oyuncusunun artık kendisi ile çalışmayacağını söylemesinin şokunu yaşayan ve bir yandan da ülkesindeki sinemacıların grevinin içinde yer alan Mısırlı bir yönetmenin hikâyesi.
Mısırlı usta yönetmen Youssef Chahine’in (Yusuf Şahin) yönettiği bir Mısır ve Fransa ortak yapımı. Chahine senaryosunu Yusri Nasrullah’la birlikte yazdığı filmi İskenderiye Üçlemesi’nin son parçası olarak çekilmiş. 2004 yılında çektiği “Iskandariyah-New York” bu üçlemeye sonradan eklenen bir dördüncü parça olarak kabul edilebilecek olsa da, üçleme adını koruyor yine de. Bu çalışma da üçlemenin önceki filmleri (1978 yapımı “Iskanderija… Lih? – İskenderiye…Neden?” ve 1982 yapımı “Hadduta Misrija – Mısır Hikâyesi”) gibi Yehia adındaki bir sinema yönetmeninin hikâyesini anlatıyor bize. Youssef Chahine otobiyografik ögelerle oluşturduğu bu karakter üzerinden hem bir sinemacının (kendisinin) hem de ülkesinin hikâyesini taşımış sinema perdesine. Batıda özellikle Fransa’da çok tutulan bir sinemacı olmuştu Chahine ve üçlemenin diğer filmlerinin gölgesinde kalsa da bu filmi de ilgi toplamıştı. Belli bir kalıba sokmak zor bu filmi; hem Batılı hem Doğulu havası olan, politik yanını hep canlı tutan, hikâyesini anlattığı yönetmenin sanatsal kaygılarını ve çabalarını odağına alan ve klasik Amerikan müzikallerine de sık sık selâm gönderen bu “müzikli film” kendine özgü sinema anlayışı ile de ilgi toplayabilir.
Shakespeare’in “Hamlet” adlı oyununun ünlü tiradını Arapça ve adeta bir ağıt şeklinde seslendiren bir erkek sesinin eşlik ettiği bir açılış jeneriği ile başlıyor film. Makedon kral Büyük İskender ile birlikte Hamlet, yönetmenin büyük bir tutku ile bağlandığı oyuncusunun canlandırmasını istediği iki kahramandan biridir ama oyuncu rolün ağırlığından şikâyet ederek ve “dedikodular var” diyerek artık kendisi ile çalışmayacağını söylemektedir. Bu dedikoduların adı konmasa da tıpkı oyuncusu gibi kendi de evli olan yönetmenin ona olan hayranlığı ve tutkulu bağlılığı tüm hikâye boyunca karşımıza çıkıyor ve Chahine’in kendisinin de eşcinsel ilişkileri olduğunu düşündüğümüzde bu dedikoduların hangi konuda olabileceğini anlıyorsunuz. Chahine bu şekilde başlayan filmi birkaç farklı alanda ilerleterek anlatıyor bize: Yönetmenin oyuncusuna olan tutkusu, hep çalışmak istediği ve kendisinin de hayranı olan bir kadın oyuncu ile olan ilişkileri, sektördeki grev ve petro-doların sektörü değiştirmesi üzerinden Mısır sinemasının durumu ve buna bağlı olarak anlatılan politik durum, Doğulu bir sinemacının Batı’da kendisini kabul ettirme çabası ve yaratıcı ve bunalım içindeki bir sanatçının dünyası. Tüm bunlar bir hikâye için fazla görünebilir ve bu nedenle zaman zaman bir parça dağılıyor film ve yeterince dikkatle seyretmeyen bir seyirci için karışık da olabilir açıkçası; ne var ki Chahine’in ustalığı belgesele çok da uzak durmayan bu filmi kesinlikle ilginç ve seyre değer kılıyor ve çarpıcı bir çekiciliği olan kimi sahneleri ile de kesinlikle etkilemeyi başarıyor seyircisini.
Berlin, Moskova ve Cannes festivallerinin sık sık adları geçiyor hikâyede. Bu festivale katılabilmek ve orada ödül alabilmenin Doğulu ülkelerin sinemacıları için taşıdığı anlamı ve önemi çok net ve vurucu bir biçimde anlatıyor film. Berlin’de kazanılan ödülün coşkusunun ve Cannes’da alınamayan ödülün neden olduğu hayal kırıklığının anlatıldığı sahnelerin filmin en güçlü ve etkileyici anları arasında olmasının da doğruladığı bu durum filmin bir sinema ve sinemacı hikâyesi olması ile bağlantılı kuşkusuz. Hikâyede önemli bir yer tutan sinemacılar grevi (devletin sinemacılara baskısı ve sansür temel nedeni bu eylemin ve sinemacıların dönüşümlü olarak sendika binasında açlık grevi yapmalarına yol açacak kadar da ciddi) ve bununla bağlantılı olarak açılan demokrasi, iktidar ve sendika tartışmaları sanat ve siyaset ilişkilerine değinmesini sağlıyor filmin. Bazen bir cümlenin bazen bir duygunun bazen de bir görüntünün bizi taşıdığı “film içinde film” görüntüleri de seyrettiğimizin sinema üzerine bir hikâye olduğunun altını çiziyor. Bu sahnelerde yönetmenin (ve Chahine’in kendisinin kuşkusuz) geniş hayal gücünün zenginliğine şahit olurken, film bu bölümlerde –zaman zaman pek de ince ve yeterince güçlü olmayan- bir komedi de sunuyor bize. Yine bu hayal edilen film sahneleri yönetmenin oyuncusuna olan tutkusunun da sıkı izlerini taşıyor perdeye.
Rahatlıkla bir müzikal olarak niteleyebileceğimiz bir film çekmiş Chahine ve kesinlikle çok da güçlü ve dokunaklı sahneler yaratmış bu müzikal havasına uygun olarak. Bir klasik olan “Walkin’ My Baby Back Home” şarkısı eşliğinde yönetmen ve oyuncusunun kar üzerinde dans ettiği sahne, beklediği ödülü alamayan oyuncunun yaşadığı hayal kırıklığının dansı veya yönetmenin eşcinselliğinin şık bir sembolü olarak bir sokak eğlencesinde yakışıklı ve tanımadığı bir erkekle yaptığı “sopa dansı” gibi bölümler oldukça başarılı ve hatta unutulmaz sıfatını hak ediyorlar rahatlıkla. Arap ve oryantal havasını taşıyan ama modern bir havası da olan müzikler eşliğinde sergilenen bu sahneler hayal edilen film sahnelerine de taşınıyor ve Büyük İskender, Kleopatra, Antonious gibi tarihî karakterlerin yer aldığı bu filmlerin kalabalık ve gürültülü sahnelerinde müzik yine önemli bir yer tutuyor.
Hem Mısırlı havasını kaybetmeyen hem de Avrupalı bir atmosfere sahip olmayı başaran film bu açıdan bir yandan ülkesine ve köklerine çok bağlı bir yandan da onları ciddi bir şekilde eleştiren yönetmenin inanç ve düşüncelerinin de izlerini taşıyor bize. “Demokrasi için mücadele eden Mısırlı sanatçılara” adadığı bu filmde popüler sinema ile sanatsal olanın çatışmasını, televizyonun sinemayı ikinci plana atmasını ve ülkeye giren sermayenin sinema sektörünü -sanatsal yaratıcılık açısından- olumsuz olarak etkilemesini de ele alan Chahine sonuç olarak ilginç bir çalışma koymuş ortaya. İskenderiye üçlemesinin önceki iki filmi daha güçlü olsa da bu çalışma da görülmesi gerekli bir Chahine filmi. Fellini’yi çağrıştıran fanteziler, Amerikan müzikallerinden esinlenmeler ve Avrupa sinemasından beklenecek bir sorgulama ve bunalımı barındıran film tüm bunlara rağmen sonuna kadar da Mısırlı bir film. Sanatçının ilham kaynaklarının (burada önce genç bir erkek oyuncu, sonra da genç bir kadın oyuncu ve her zaman sevgili şehri İskenderiye) onun için ne kadar yaşamsal bir önemi olduğunu da hatırlatan film hem entelektüel hem duygusal olarak -yüzde yüz olmasa da- doyurucu bir çalışma.
(“Alexandria Again and Forever” – “Alexandrie Encore et Toujours” – “İlle De İskenderiye”)