“Babamın babasının babası başarması gereken zor bir işi olduğunda, ormandaki belli bir yere gider, bir ateş yakar ve dualarına gömülürdü; yapması gereken iş de hallolurdu. Babamın babası aynı durumda kaldığında ormanda aynı yere gider ve şöyle derdi: “Artık nasıl ateş yakılacağını bilmiyoruz ama nasıl dua edileceğini hâlâ biliyoruz”; yapması gereken iş de hallolurdu. Daha sonra babamsa ormana gider ve şöyle derdi: “Artık nasıl ateş yakılacağını bilmiyoruz, artık duaların gizemlerini bilmez olduk ama duaların kabul edildiği o yeri hâlâ biliyoruz”; ve bu işe yaramalıydı ve yarardı da. Bense benzer bir durumda evde kaldım ve şöyle dedim: Artık duaları bilmiyoruz, hatta ormandaki o yeri de bilmiyoruz ama nasıl hikâye anlatacağımızı biliyoruz”
İnsanların arzularının ve acılarının gerçekliğini görmek isteyen tanrının, kocasının kılığına girerek bir kadına yaklaşmasının hikâyesi.
Fransız yönetmen Jean-Luc Godard’ın yazdığı ve yönettiği (her iki görevi de tıpkı kurguculuğu gibi jenerikte belirtilmiyor) bir Fransa ve İsviçre ortak yapımı. Mitolojideki Alkmene ve Amphitryon’un hikâyesinden esinlenmiş Godard senaryoyu yazarken ve ortaya tam bir “Godard filmi” çıkmış. Bir dış ses hemen sürekli konuşurken araya bazen yazılar giriyor, çok dikkatli bir izleyici için bile karakterleri ve olan biteni takip etmek bazen zorlaşıyor ve Godard hemen her anında filmin farklı ve hatta deneysel olmaktan çekinmiyor. Venedik’te Altın Aslan için yarışan ve Fransız sinema dergisi Cahiers du Cinéma’nın 1993’ün en iyi onuncu filmi seçtiği eser bu kendine özgü sinemacının tüm farklılıklarını bünyesinde barındıran ve sıradan seyircinin uzak durmasında yarar olan bir çalışma. Entelektüel göndermeleri ve takibi zor ve yoğun bir dikkat gerektiren diyalogları (kimi zaman monologlar aslında bu konuşmalar) ile kesinlikle ilginç bir film bu ama öncelikle Godard hayranları için kuşkusuz.
Mitolojiye göre, Amphitryon savaşa gittiğinde Zeus onun kılığına girip, karısı Alkmene’yi kandırarak hamile bırakır ve bu ilişkiden doğan çocuk Herakles (bizde daha çok tanındığı adı ile Herkül) olur. Godard bu mitolojik hikâyeden esinlenirken bir çifti alıyor odağına ve erkek bir iş seyahatine gittiğinde tanrının adamın yerini alıp kadınla ilişkiye girmesini anlatıyor. Daha doğrusu bunu anlatıyor gibi görünüyor ama gerçekten anlatıyor mu tartışılır açıkçası. Çiftin hikâyesini araştırmak için kasabaya gelen bir adam ile koca ile aynı iş yerinde çalışan birisi arasında geçen konuşmanın da (“Bize ön adlarımızla hitap etme, bay ve bayan de. Biz roman karakteri değiliz. / Belki de öylesiniz”) bir örneği olduğu gibi gösterdiğinin ya da gösterir gibi göründüğünün belki de öyle olmadığını kabul ederek seyretmek gerekiyor filmi. Kayan bir kameranın bazen karakterleri sabit bir şekilde dururken görüntülemesi, arada görüntüye gelen yazıların (“Tanrı’nın izinde”, “Sessizliğin kanunu”, “Çok yüksekte”, “Yeryüzünde bekleniyorduk”, “Bir erkek onu seven kadın için Tanrı’nın gölgesidir”, vs.) mutlaka o andaki sahne ile bir ilgisinin var gibi görünmemesi (varsa da bağlantıyı keşfedecek kadar zamanı olmuyor seyircinin) veya kimi konuşmaların -üstelik bazen farklı karakterler tarafından- tekrarlanması gibi unsurları ile seyirci için izleme tecrübesini kolaylaştırmayan tercihleri var Godard’ın. Filmde bir kadından duyduğumuz “Havalı cümleler kurmak nispeten kolay, asıl zor olan onları geri almak” gibi havalı cümleleri var filmin ama özellikle yaratılmış karmaşıklık içinde bunları anlamlandırmak her zaman kolay olmuyor. Belki de Godard’ın anlatım dilindeki arayışını yine filmdeki bir ifade ile, “Sinema dili kusurludur” cümlesi ile birlikte düşünmek gerekiyor.
Arada duyduğumuz -ve silah sesini de andıran- gök gürültüsü veya kritik anlarda birdenbire yükselen piyano sesi gibi işitsel unsurları da kullanan filmde seyircinin hepsinin farkına varamayacağı ya da varsa bile üzerinde düşünme fırsatı bulamayacağı pek çok gönderme yer alıyor. 1993 yılı Doğu Bloku’nun yıkıldığı ve Bosna savaşının sürdüğü bir tarih ve güncel olaylara da sık sık referans veriyor Godard diğer başka göndermelerle birlikte: Bosna ve Dubrovnik’in adları anılıyor; bir genç kız adının Marguerite Duras olduğunu söylüyor; Jacques Rivière’nin “À la Trace de Dieu – Tanrı’nın izinde” adlı ve temaları felsefe, ahlâk, din ve teoloji olan kitabı bir sahnede Tanrı’nın elinde görünüyor; Marx ve Engels’in “Komünist Manifesto”su ile Lewis Carroll’ın “Alice’s Adventures in Wonderland – Alice Harikalar Diyarında”sının aynı yıl yayımlandığına dikkat çekiliyor (oysa ilki 1848, ikincisi 1865’de yayımlanmış); Flaubert’in “L’Éducation Sentimentale – Duygusal Eğitim”inden veya başka klasiklerden bölümler okunuyor (veya konuşuluyor) veya sinemaya çeşitli göndermelerde (Godard gibi kendine has bir sinemacı olan Jean-Marie Straub’un adının anılması; bir karakterin elini kameranın önüne koyarak görüntüyü bir kadını izole edecek şekilde değiştirmesi ve “Bu sahne olmadı, yeniden oynamalıyız” bölümü) bulunuluyor. Tüm bunlar Godard’dan beklendiği gibi filmin bir “entelektüel sinema” veya “entelektüeller için sinema”nın örneği olduğunun göstergesi kuşkusuz.
Sevmek, sevilmek, bağlılık, ihanet, inanç ve Tanrı ile insan arasındaki ilişkiler üzerine bir hikâye olarak nitelenebilir film. Girişteki sözlerde de (Avusturyalı yahudi filozof Martin Buber’in derlediği mesellerden oluşan bir kitaptan alınmış bu sözler) belirtildiği gibi, duanın insan hayatından çıktığını, yerini hikâye anlatmanın aldığını söylüyor Godard. Ne var ki burada bize bir hikâye anlattığı bile kesin değilken, o hikâyeyi anlatım şekli de -varsa bile- hikâyenin kendisini ret ediyor adeta. Böyle olunca da sözler ve aksiyonlar kadar görüntülerin kendisi de bir anlatım aracı olmanın ötesine geçiyor ve anlatılanın kendisi oluyor adeta. Görüntü yönetmeni Caroline Champetie’in ince ve zekî çalışması bu nedenle önemli bir kozu oluyor filmin. Başroldeki Gérard Depardieu’nun Godard’ın yöntemlerine öfkelenerek çekimler tamamlanmadan seti terk ettiği filmden yönetmenin kendisi de pek tatmin değilmiş yazılanlara göre. Hikâyenin başında kasabaya gelen Klimt karakteri, çiftin duyduğu hikâyesi ile ilgili gerçekleri öğrenmeye çalışır kasabalılarla konuşarak ve karakterlerden birinin ifadesine göre, “Gerçek evleri ayakta tutan şeydir, çatıların çökmesine engel olan”. Anlaşılan Godard da burada, 1993’ün politik kaosu içinde gerçeği araştırmaya girişiyor kendine özgü tarzı ile ve yitirilen inançların yerini alanları ya da belki de o yerin boş kalmasını konuşmak istiyor seyirci ile.
(“Oh, Woe is Me”)